AH BEŞ YAŞIM… AH BABAM…
Çocukluğumda Bor’da bir cezaevi vardı.
Kayabaşı denilen mevkide. Tam yerini söyleyemem. Uzun zaman
oldu.
Beş yaşındaydım. Dedem ya da annem her gün o cezaevine,
babama yemek götürürlerdi.
Haftada iki- üç kez, kimi zaman daha fazla, beni de
alırlardı. Yoksa kıyamet kopardı. Çok iyi anımsıyorum. O yaşta olanları, bugün,
bunca zaman sonra böyle anımsamam çok tuhaf.
Anneannemlerde kaldık 13 ay, bize onlar baktı.
Dedem beni babamın yanına bırakır, akşam gelir alırdı. Şaşırtıcı
değil bu. Babam “siyasî” idi çünkü. Bor Cezaevi'nin o güne dek gördüğü tek
tahsilli mahkûm. Ayrıcalıkları vardı. Bütün cezaevi personeli saygı duyuyordu,
mahkûmlar bir dediğini iki etmiyordu. İçeride çok rahat davranıyorduk. Herkesin
çok çekindiği bir adam, müdür olmalı, avluya iner babamla sohbet ederdi.
Babamın ikinci kattaki ranzasına tırmanır, otururdum. Sigara
dumanından göz gözü görmezdi. Babam bana gazete okurdu. Bir şeyler anlatırdı,
masal gibiydi anlattıkları. Şimdi tek bir sözcük bile aklımda kalmamış.
Büyüdükten sonra fark ettim ki babam çok konuşkan biri değildi. Beş yaşındaki
sevgili kızıyla ne konuşurdu o ketum adam.
Uykum gelirdi… Sigara ve ter kokulu battaniyeyi burnuma
kadar çeker uyurdum.
Annem hamileydi babam içeriye girdiğinde. Leyla, babam
içerdeyken doğdu. Ferda, çok küçüktü, anımsaması olanaksız. Onu sık
götürmezlerdi babama. Belki birkaç kez. Dedim ya, ben çok ağlardım,
zaptemezlerdi.
Leyla’nın doğduğu günü de anımsıyorum. Sonradan dediklerine
göre zor bir doğum olmuş. Ben durumu tam anlamıyorum. Kız oldu dediler, adı
Filiz olacak dedi anneannem. Başladım sızlanmaya, teyzem kucağına aldı beni,
“Filiz değil, Leyla olacak.” dedim. Anneannem “Sen anlamazsın” diyecek oldu
sanırım, kendimi yere attığımı anımsıyorum. Kardeşimin adı Leyla oldu.
Anneannem bana hiç kıyamazdı. Ne çok şımartırdı beni.
Bir gün, annemle babama yemek götürmek üzere çıktık. Çok
soğuk karlı bir gündü. Her taraf buz. Annemin çok tatlı çimen yeşili bir
mantosu vardı. Ayaklarında da ince topuklu ayakkabılar. Bir elinde sefertası,
bir elinde ben. Çıkmaz sokağın başına geldik, annemin ayağı kaydı, yere düştü,
sefertasındaki çorba üstüne döküldü. Annem doğruldu, ağlamaya başladı. Birlikte
ağladık, ağladık, ağladık. O gün babama yemek gitti mi, anımsamıyorum.
Komşumuzun kızı Suzan, benim yakın arkadaşım, okula
başlayacak. Yaşım küçük, ben gidemiyorum. Ama o kadar üzgünüm, o kadar
kederliyim ki, bana kıyamadılar. Suzan’ın dayısı öğretmendi. Bir yolunu buldu,
beni de Suzan’la birlikte okula yazdırdı.
Babam çıktığında Leyla ona uzunca bir süre yaklaşmadı, zor
ısındı. Bunu ben anımsıyor muyum, yoksa bana çok sık anlatıldı da benim anım
haline mi geldi, bilmiyorum. Çünkü kafamda fotoğrafik bir anı değil bu.
Sonradan öğrendim. Babam, mahkemesi başlar başlamaz
memuriyetten ayrılmış. Hüküm giydikten sonra memuriyetinin düşmesine fırsat
vermemiş. Çıktıktan sonra rahatça dönmüştü görevine.
Akıllı adamdı, çok… Ve fedakârdı alabildiğine.
37 yaşındaki karısını 7 çocukla bırakıp göçüp gitmesi tek
kötülüğü oldu...
Demek ki evlatlar atalarının kaderini de miras alıyorlar… Kader
dedim ya, pek öyle değil, kader değil yani. Eğitim belki… Belki biraz genetik durumlar.
Ne bileyim işte, ama ben o babanın kızı olduğum için hep
gurur duydum.