4 Kasım 2014 Salı

AH BEŞ YAŞIM… AH BABAM…


AH BEŞ YAŞIM… AH BABAM…

Çocukluğumda Bor’da bir cezaevi vardı.

Kayabaşı denilen mevkide. Tam yerini söyleyemem. Uzun zaman oldu.

Beş yaşındaydım. Dedem ya da annem her gün o cezaevine, babama yemek götürürlerdi.

Haftada iki- üç kez, kimi zaman daha fazla, beni de alırlardı. Yoksa kıyamet kopardı. Çok iyi anımsıyorum. O yaşta olanları, bugün, bunca zaman sonra böyle anımsamam çok tuhaf.

Anneannemlerde kaldık 13 ay, bize onlar baktı.

Dedem beni babamın yanına bırakır, akşam gelir alırdı. Şaşırtıcı değil bu. Babam “siyasî” idi çünkü. Bor Cezaevi'nin o güne dek gördüğü tek tahsilli mahkûm. Ayrıcalıkları vardı. Bütün cezaevi personeli saygı duyuyordu, mahkûmlar bir dediğini iki etmiyordu. İçeride çok rahat davranıyorduk. Herkesin çok çekindiği bir adam, müdür olmalı, avluya iner babamla sohbet ederdi.

Babamın ikinci kattaki ranzasına tırmanır, otururdum. Sigara dumanından göz gözü görmezdi. Babam bana gazete okurdu. Bir şeyler anlatırdı, masal gibiydi anlattıkları. Şimdi tek bir sözcük bile aklımda kalmamış. Büyüdükten sonra fark ettim ki babam çok konuşkan biri değildi. Beş yaşındaki sevgili kızıyla ne konuşurdu o ketum adam.

Uykum gelirdi… Sigara ve ter kokulu battaniyeyi burnuma kadar çeker uyurdum.

Annem hamileydi babam içeriye girdiğinde. Leyla, babam içerdeyken doğdu. Ferda, çok küçüktü, anımsaması olanaksız. Onu sık götürmezlerdi babama. Belki birkaç kez. Dedim ya, ben çok ağlardım, zaptemezlerdi.

Leyla’nın doğduğu günü de anımsıyorum. Sonradan dediklerine göre zor bir doğum olmuş. Ben durumu tam anlamıyorum. Kız oldu dediler, adı Filiz olacak dedi anneannem. Başladım sızlanmaya, teyzem kucağına aldı beni, “Filiz değil, Leyla olacak.” dedim. Anneannem “Sen anlamazsın” diyecek oldu sanırım, kendimi yere attığımı anımsıyorum. Kardeşimin adı Leyla oldu. Anneannem bana hiç kıyamazdı. Ne çok şımartırdı beni.

Bir gün, annemle babama yemek götürmek üzere çıktık. Çok soğuk karlı bir gündü. Her taraf buz. Annemin çok tatlı çimen yeşili bir mantosu vardı. Ayaklarında da ince topuklu ayakkabılar. Bir elinde sefertası, bir elinde ben. Çıkmaz sokağın başına geldik, annemin ayağı kaydı, yere düştü, sefertasındaki çorba üstüne döküldü. Annem doğruldu, ağlamaya başladı. Birlikte ağladık, ağladık, ağladık. O gün babama yemek gitti mi, anımsamıyorum.

Komşumuzun kızı Suzan, benim yakın arkadaşım, okula başlayacak. Yaşım küçük, ben gidemiyorum. Ama o kadar üzgünüm, o kadar kederliyim ki, bana kıyamadılar. Suzan’ın dayısı öğretmendi. Bir yolunu buldu, beni de Suzan’la birlikte okula yazdırdı.

Babam çıktığında Leyla ona uzunca bir süre yaklaşmadı, zor ısındı. Bunu ben anımsıyor muyum, yoksa bana çok sık anlatıldı da benim anım haline mi geldi, bilmiyorum. Çünkü kafamda fotoğrafik bir anı değil bu.

Sonradan öğrendim. Babam, mahkemesi başlar başlamaz memuriyetten ayrılmış. Hüküm giydikten sonra memuriyetinin düşmesine fırsat vermemiş. Çıktıktan sonra rahatça dönmüştü görevine.

Akıllı adamdı, çok… Ve fedakârdı alabildiğine.

37 yaşındaki karısını 7 çocukla bırakıp göçüp gitmesi tek kötülüğü oldu...

Demek ki evlatlar atalarının kaderini de miras alıyorlar… Kader dedim ya, pek öyle değil, kader değil yani. Eğitim belki… Belki biraz genetik durumlar.

Ne bileyim işte, ama ben o babanın kızı olduğum için hep gurur duydum.

 

 

1 Kasım 2014 Cumartesi

ADI DAHA KONMADI


Sevgili yeğenim Bilgesu'nun yazmaya hevesini biliyordum. Arada yazdıklarını okur ve çok beğenirdim.
Şiir yazdığını bilmiyordum. Gönderdiği şiirleri okuduğumda büyük bir şaşkınlık yaşadım.
O küçücük yüreğinde ne derin duygular biriktirmiş, o sevgiyle gülen gözlerinin arkasında ne düşünceler yuva yapmış, bilmiyordum.
Ama çok gurur duydum, gönendim.
Bu güzel dizeleri paylaşmazsam olmazdı.
Bakalım sizler ne diyeceksiniz?
----------------------------------------------------------

 
Ben kimseye uymuyorum
Kalabalıklar arasındaki tek sessizliği buluyorum  
Canı yanan bir ağacın varlığına olan inancımı  
Yol kenarındaki bir kaplumbağanın telaşsızlığını   
Kendi içime gömüp kendimle anıp gülüyorum

***

İçim Nazım dolmuş
Yüreğim Piraye gibi atıyor
Gözlerim Münevver olmuş, mahmur
Sözlerim telaşlı Balaban gibi
Ama gel gör ki
Sadece ürkek bir kuş memleketli...

 

Kaç kez dilemiştim maviye bakarken kırmızıyı görmeyi
Bilmem ne kadar oldu ateşin içindeki buz eriyeli
Korkaktı ve akla daima uzaktı
Ama bakıyordu biliyordum
Uzaktan o hasretli gönül kokan bahar…

 
Yarın bilinmiyorsa bizim için, biliniyorsa karanlık içindi
Yaşamak için zincirleri tek tek koparırken
Onu seviyorsan senin, sevmiyorsan sessizliğindi
Karşıya geçmek için son bir fırsatsa ellerin
Sımsıkı tutuyorsa sevgin, tutamıyorsa dizelerindir...

 
Sana bırakacağım en değerli mirasımdır kelimelerim canım kardeşim
Maviliklerde büyütmek istediğim aşk eğer benden önce gitmişse bitiş çizgisine
Benim yerime de yaşa onu öp gözlerinden
Lakin hala geride kalmış bekliyorsa
Benim yerime de düşle uzat ömrünü


Kapanmış dişlilerin arasındaki tek tük yağ damlası
Yerin üzerinde koca bir delik altında insan fazlası
Taş mı o ne olduğu belirsiz kalbin
Saksı da hoş, ellerinde çirkin insan kavgası...

 
Ayraçlardan bile oyuncak yapan bizlerdik
Sayfaları çevirirken hem kendini kaybeden hem de bulan delilerdik
Az biraz yok değildi kafamızda hani
Hepimiz beklerdik doktor kapısında
Tahtaları eksik demişlerdi her birimize
Hatta daha da ileri gidip bir saksıyı naçizane beynimize benzetmişlerdi
Üşenmemişlerdi asırlarca yerde duran yapraklara basmaya
Haliyle kalkıp da gidememişti hiçbiri
Şimdi hala aynı yerimizdeyiz
Delilik ise sürekli ilerleyen zamanla gelişen
Üretirken tükettiğimiz basit bir besin.
 
ANKARA
BİLGESU ÖZBİLEN
 
 
 
 
 
 
 

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...