Genç adam bir bebek arabasıyla yaya geçidinin başında bekliyor. Elindeki telefona gömülmüş. Yeşil ışık yandı görmedi. Telefona öyle dalmış. Bebeğe baktım. Minicik bir yavru. İki aylık var yok. Çok küçük. Arabanın üstü açık. Güneş tam tepede, bütün sıcaklığını o minicik bebeğin üstüne boca ediyor. Ortalık kavruluyor.
Geçip gidecekken dayanamadım döndüm ve seslendim.
-Evlat, o telefonu bırak da bebekle ilgilen. Çocuk güneşin
altında yanıyor, haberin yok.
Beni duymuyor. İyice yaklaşıyorum ve kulaklıklarını fark
ediyorum.
Gençlerin acımasızca eleştirdiği, “her şeye maydanoz” yaşlı
teyzeler gibi görünmek de istemiyorum ama bebek neredeyse buharlaşacak.
Bastonumla genç adamın omuzuna dokunuyorum, irkiliyor.
Yineliyorum:
-Evlat, o telefonu bırak da bebekle ilgilen. Çocuk güneşin
altında yanıyor, haberin yok.
Şaşkın, utanmış, yanıtlıyor:
- Yeşil ışığı bekliyorum teyze!..
-Yeşil ışık yandı, geçti, görmedin. Telefonda ne var,
çocuktan önemli olan ne oğlum?
Yola indi ama çok şaşkın. Arabalar vızır vızır, adım atacak
gibi oluyor, duruyor… Seslendim arkasından:
-Durma yürü, nasılsa duracak araçlar. Genç adam yürüdü,
araçlar durdu. Karşıya ulaştığında geri döndü, bana baktı. İzlediğimi görünce
yoluna devam etti.
Farklı duygular içindeyim. Bu adam o çocuğa nasıl babalık
yapacak? O minicik bebekle neden gün ortasında ve yalnız dışarıdaydı? Gerçekten
utandı, mahcup oldu, yüzü kıpkırmızıydı. Bir daha böyle bir sorumsuzluk yapmaz
mı?
Dilerim o küçücük insan yavrusu sağlıkla, sevgiyle, ilgiyle
büyür.
***
15 Ağustos, Perşembe pazarı…
Çiğdem benimle pazara çıkmak istedi. Pazar yerli ürünlerle
dolu… Bol bol, iştah kabartan cinsten. Çiğdem pazarımızı unutmuş. Çocuk gibi
her gördüğü sebzeye, meyveye atlıyor hevesle…
Bir gün sonra, pazarda yaşadıklarımı anlatmak için yazıya
döndüm. Ama hiç isteğim yok. İçim çekilmiş gibi. Kocaman bir boşluğun
içindeyim. Tek satır yazacak halim yok.
Çiğdem “Abla dün yaşadıklarımızı mı yazacaksın?” dedi.
“Evet ama vazgeçtim. Bugün yazamıyorum.” dedim.
Olanlar bizi etkiledi, sarstı, kızdırdı ama aslında çok
olağan, çok sıradandı. Kendime de bunların beni etkilemesine izin verdiğim için
kızgındım.
Yanımda hasta kardeşim var. Olay büyük olasılıkla büyüyecek,
çirkinleşecek. Polis, ifadeler derken hiçbir şeyin üzmesini istemediğim
kardeşim çok etkilenecek.
Sürüsüne bereket kışkırtıcı ajanlardan, ağzının içi cüruf
dolu biri… Bir pazarcı… Benim alışveriş yaptığım pazarcıyla sohbetin ortasına
dalan hadsiz biri…
Domates almak için bir tezgâha yanaştık. Domatesler güzel
görünüyor. Fiyatı 10 liraymış. İyi, bayağı ucuzlamış. Pazarcı seçtiriyor da…
Biz domateslerimizi seçerken bir kadın yanaştı tezgâha, eline bir domates aldı,
fiyatını sordu. Pazarcının yanıtını beğenmemiş gibi dönüp gitti. Pazarcı
anlaşılan domatesin bir haftada 25 liradan 10 liraya düşmesinden hoşnut değil,
söylendi kadına.
Kötü huyumdur, bu durumlarda susmayı beceremem…
“Alacak durumu yoktur kadının. Geçen gün fırında askıda
ekmek uygulaması için kapıda bekleyen kadınlar gördüm. İnsanlar çok zor durumda.
Alım güçleri çok düştü.” dememle yanda kavun karpuz satan biri atladı lafımın
önüne.
“Sen solcusun, bak ben sağcıyım. Gariban yok memlekette.
Benim bir evim var, yandaki komşum……”diye uzun bir söyleve girişti. Ama her
cümlenin arasında “Sen solcusun.” diyor. Söylediklerinin konuyla ilişkisini
anlamaya çalışıyorum, yok, anlamsız… Daldan dala atlayıp “Sen solcusun.”diyor.
Lafını bitirmesini beklemedim, kestim. Bana “Dinle. ”diye
emrediyor.
“Ne oldu, solcu olduğum alnımda mı yazıyor? Yoksulluk
deyince savunmaya geçtin. Evet, solcuyum ve bununla gurur duyuyorum. Kes sesini
de sen beni dinle. Ben yoksuldan yanayım, ezilenden yanayım, ben emeği, hakkı,
adaleti savunuyorum. Solcuyum, namuslu bir insanım. Vicdan sahibi bir insanım.
Rahatsız mı oldun? Yoksulluk her yerde. Pazar sonu tezgâhınızı toplayıp
gidiyorsunuz, attığınız çöplerin başına en az elli kişi birikiyor, haberiniz
var mı?”
Artık aklıma ne geldiyse, açtım ağzımı yumdum gözümü…
Pazar dönüşü elim ayağım titriyordu ve sinirlerim yay gibi
gerilmişti.
Anlaşılan adam beni kışkırtarak İzmir’de Dilruba kızıma
yapılana benzer bir durum yaratmaya kalktı. “Sen solcusun, gariban yok
memlekette.” lafından başka laf bilmediği için de başaramadı. Hem cahil, hem
korkak.
*
Yaşam bir alışveriştir.
Sevgi bile alışveriştir. Sevgi almayan sevgi vermiyor ne
yazık ki...
Ana-baba ve evlat ilişkisi bir alışveriştir örneğin.
Kızlarının ihanetiyle korkunç acılar içinde kahrolan Kral
Lear, yaptığı alışverişte ve seçimlerinde zarara uğramıştır. Evlatlarının
sevgisini satışa çıkarmış en çok veren kazanmış. Tahtını en çok verene, yani
babalarına duydukları sevgiyi maddi zenginliklerle ölçen iki kızına tahtını
bırakmakta sakınca görmemiş. En az veren yani sadece sevgisini sunan küçük kız kaybetmiş.
Cezası saraydan kovulmak olmuş ama tahtını bırakıp huzura ereceğini sanan kral
da kapı dışarı konmuş. Shakespeare’in tragedyası böyle sürüp gidiyor…
Tahtını kaybetmek, yoksulluk içinde ölüp gitmek… Ağır bir
ceza, zararı büyük bir alışveriş…
Kardeş sevgisi de bir alışveriştir. Kardeşlerle bu ilişki
insanlık tarihinin en acıklı trajedilerinin konusu olmuştur.
Aile, eş-dost, hısım akraba, konu komşu, dost arkadaş
ilişkileri farklı mıdır dersiniz?..
Sadece alışveriş. Alırsan verirsin.
Şu sosyal medya evrenine bir bakın: “Beğeneni beğenirim,
yorum yapana yorum yaparım, selam verene selam veririm…”
(Yaşar, Facebook’taki siyasi paylaşımları nedeniyle
yargılanıp ceza aldığında uzaklaşan “arkadaşlar”ına ne çok içerlemişti. Alışverişte
riskten kaçınmak budur işte.)
Hiçbir şey karşılıksız değil.
Var oluşunu alışverişe bağlamayan bir tek doğadır. Almadan
verir.
(Tanrı bile kullarıyla alışveriş yapar. Tanrı’nın
alışverişini onun adına Tanrı’yı meta olarak kullanan ve Tanrı üzerinden kendi
kirli çıkarlarını hayata geçirmeye çalışanlar yapar. Tanrı’nın sırf hacca
gitmedim ya da namaz kılmadım diye beni cehenneme göndereceği safsatasına
inanmıyorum. Tanrı sadece benim iyi ve adil bir insan olmamı bekler.)
Doğa karşılıksız verir. Hiçbir beklentisi yoktur. Kendi
dengesini, kendi içindeki uyumu korumaktır tek amacı.
Balkonumdaki çiçekler güzellikleriyle benim gözümü ve
gönlümü doyuruyorlar. Evet, su veriyorum, gübre veriyorum ama kendi doğal ortamlarında
bana zerre kadar gereksinimleri yok. Onları almak, bakmak benim seçimim.
Karşılıksız yapmıyorum bunu. O güzelliklerin hatırı için neler yapılır, değil
mi?
Bahçedeki elma ağacı iki yıl meyve vermesin, kesilir.
İnsanoğlu alışverişi bitirmiştir çünkü. Meyve yoksa yaşam da yok. Doğa
vericidir; insan, gözü bir türlü doymayan alıcı…
Aşk bir alışveriştir. En kârlı, en güzel alışveriş… İnsanı
güzelleştiren, arıtan, zenginleştiren bir alışveriş. En masum, en gerekli
alışveriş.
Çünkü insanın karanlık yanını aydınlatır, içinin kirini
temizler.
Bütün o karşılıklı çıkar ilişkilerinden uzak, insanlığımızı
koruyan, yüreğimizdeki iyiliği ortaya çıkaran, içimizin karanlığını ışığa boğan
o yüce duyguya selam olsun. “Aşk imiş her ne vâr âlemde” diyenlere de…
(Yazının bu bölümünü canım eşime, uzaklardaki sevgiliye,
bencilce ilişkiler yüzünden acı çekmiş o güzel insana ithaf ediyorum.)