27 Ağustos 2024 Salı

Ağustos Sıcağında Niğde’de Çarşı Pazar

 Genç adam bir bebek arabasıyla yaya geçidinin başında bekliyor. Elindeki telefona gömülmüş. Yeşil ışık yandı görmedi. Telefona öyle dalmış. Bebeğe baktım. Minicik bir yavru. İki aylık var yok. Çok küçük. Arabanın üstü açık. Güneş tam tepede, bütün sıcaklığını o minicik bebeğin üstüne boca ediyor. Ortalık kavruluyor.

Geçip gidecekken dayanamadım döndüm ve seslendim.

-Evlat, o telefonu bırak da bebekle ilgilen. Çocuk güneşin altında yanıyor, haberin yok.

Beni duymuyor. İyice yaklaşıyorum ve kulaklıklarını fark ediyorum.

Gençlerin acımasızca eleştirdiği, “her şeye maydanoz” yaşlı teyzeler gibi görünmek de istemiyorum ama bebek neredeyse buharlaşacak.

Bastonumla genç adamın omuzuna dokunuyorum, irkiliyor. Yineliyorum:

-Evlat, o telefonu bırak da bebekle ilgilen. Çocuk güneşin altında yanıyor, haberin yok.

Şaşkın, utanmış, yanıtlıyor:
- Yeşil ışığı bekliyorum teyze!..

-Yeşil ışık yandı, geçti, görmedin. Telefonda ne var, çocuktan önemli olan ne oğlum?

Yola indi ama çok şaşkın. Arabalar vızır vızır, adım atacak gibi oluyor, duruyor… Seslendim arkasından:

-Durma yürü, nasılsa duracak araçlar. Genç adam yürüdü, araçlar durdu. Karşıya ulaştığında geri döndü, bana baktı. İzlediğimi görünce yoluna devam etti.

Farklı duygular içindeyim. Bu adam o çocuğa nasıl babalık yapacak? O minicik bebekle neden gün ortasında ve yalnız dışarıdaydı? Gerçekten utandı, mahcup oldu, yüzü kıpkırmızıydı. Bir daha böyle bir sorumsuzluk yapmaz mı?

Dilerim o küçücük insan yavrusu sağlıkla, sevgiyle, ilgiyle büyür.

***

15 Ağustos, Perşembe pazarı…

Çiğdem benimle pazara çıkmak istedi. Pazar yerli ürünlerle dolu… Bol bol, iştah kabartan cinsten. Çiğdem pazarımızı unutmuş. Çocuk gibi her gördüğü sebzeye, meyveye atlıyor hevesle…

Bir gün sonra, pazarda yaşadıklarımı anlatmak için yazıya döndüm. Ama hiç isteğim yok. İçim çekilmiş gibi. Kocaman bir boşluğun içindeyim. Tek satır yazacak halim yok.

Çiğdem “Abla dün yaşadıklarımızı mı yazacaksın?” dedi.

“Evet ama vazgeçtim. Bugün yazamıyorum.” dedim.

Olanlar bizi etkiledi, sarstı, kızdırdı ama aslında çok olağan, çok sıradandı. Kendime de bunların beni etkilemesine izin verdiğim için kızgındım.

Yanımda hasta kardeşim var. Olay büyük olasılıkla büyüyecek, çirkinleşecek. Polis, ifadeler derken hiçbir şeyin üzmesini istemediğim kardeşim çok etkilenecek.

Sürüsüne bereket kışkırtıcı ajanlardan, ağzının içi cüruf dolu biri… Bir pazarcı… Benim alışveriş yaptığım pazarcıyla sohbetin ortasına dalan hadsiz biri…

Domates almak için bir tezgâha yanaştık. Domatesler güzel görünüyor. Fiyatı 10 liraymış. İyi, bayağı ucuzlamış. Pazarcı seçtiriyor da… Biz domateslerimizi seçerken bir kadın yanaştı tezgâha, eline bir domates aldı, fiyatını sordu. Pazarcının yanıtını beğenmemiş gibi dönüp gitti. Pazarcı anlaşılan domatesin bir haftada 25 liradan 10 liraya düşmesinden hoşnut değil, söylendi kadına.

Kötü huyumdur, bu durumlarda susmayı beceremem…

“Alacak durumu yoktur kadının. Geçen gün fırında askıda ekmek uygulaması için kapıda bekleyen kadınlar gördüm. İnsanlar çok zor durumda. Alım güçleri çok düştü.” dememle yanda kavun karpuz satan biri atladı lafımın önüne.

“Sen solcusun, bak ben sağcıyım. Gariban yok memlekette. Benim bir evim var, yandaki komşum……”diye uzun bir söyleve girişti. Ama her cümlenin arasında “Sen solcusun.” diyor. Söylediklerinin konuyla ilişkisini anlamaya çalışıyorum, yok, anlamsız… Daldan dala atlayıp “Sen solcusun.”diyor.

Lafını bitirmesini beklemedim, kestim. Bana “Dinle. ”diye emrediyor.

“Ne oldu, solcu olduğum alnımda mı yazıyor? Yoksulluk deyince savunmaya geçtin. Evet, solcuyum ve bununla gurur duyuyorum. Kes sesini de sen beni dinle. Ben yoksuldan yanayım, ezilenden yanayım, ben emeği, hakkı, adaleti savunuyorum. Solcuyum, namuslu bir insanım. Vicdan sahibi bir insanım. Rahatsız mı oldun? Yoksulluk her yerde. Pazar sonu tezgâhınızı toplayıp gidiyorsunuz, attığınız çöplerin başına en az elli kişi birikiyor, haberiniz var mı?”

Artık aklıma ne geldiyse, açtım ağzımı yumdum gözümü…

Pazar dönüşü elim ayağım titriyordu ve sinirlerim yay gibi gerilmişti.

Anlaşılan adam beni kışkırtarak İzmir’de Dilruba kızıma yapılana benzer bir durum yaratmaya kalktı. “Sen solcusun, gariban yok memlekette.” lafından başka laf bilmediği için de başaramadı. Hem cahil, hem korkak.

*

Yaşam bir alışveriştir.

Sevgi bile alışveriştir. Sevgi almayan sevgi vermiyor ne yazık ki...

Ana-baba ve evlat ilişkisi bir alışveriştir örneğin.

Kızlarının ihanetiyle korkunç acılar içinde kahrolan Kral Lear, yaptığı alışverişte ve seçimlerinde zarara uğramıştır. Evlatlarının sevgisini satışa çıkarmış en çok veren kazanmış. Tahtını en çok verene, yani babalarına duydukları sevgiyi maddi zenginliklerle ölçen iki kızına tahtını bırakmakta sakınca görmemiş. En az veren yani sadece sevgisini sunan küçük kız kaybetmiş. Cezası saraydan kovulmak olmuş ama tahtını bırakıp huzura ereceğini sanan kral da kapı dışarı konmuş. Shakespeare’in tragedyası böyle sürüp gidiyor…

Tahtını kaybetmek, yoksulluk içinde ölüp gitmek… Ağır bir ceza, zararı büyük bir alışveriş…

Kardeş sevgisi de bir alışveriştir. Kardeşlerle bu ilişki insanlık tarihinin en acıklı trajedilerinin konusu olmuştur.

Aile, eş-dost, hısım akraba, konu komşu, dost arkadaş ilişkileri farklı mıdır dersiniz?..

Sadece alışveriş. Alırsan verirsin.

Şu sosyal medya evrenine bir bakın: “Beğeneni beğenirim, yorum yapana yorum yaparım, selam verene selam veririm…”

(Yaşar, Facebook’taki siyasi paylaşımları nedeniyle yargılanıp ceza aldığında uzaklaşan “arkadaşlar”ına ne çok içerlemişti. Alışverişte riskten kaçınmak budur işte.)

Hiçbir şey karşılıksız değil.

Var oluşunu alışverişe bağlamayan bir tek doğadır. Almadan verir.

(Tanrı bile kullarıyla alışveriş yapar. Tanrı’nın alışverişini onun adına Tanrı’yı meta olarak kullanan ve Tanrı üzerinden kendi kirli çıkarlarını hayata geçirmeye çalışanlar yapar. Tanrı’nın sırf hacca gitmedim ya da namaz kılmadım diye beni cehenneme göndereceği safsatasına inanmıyorum. Tanrı sadece benim iyi ve adil bir insan olmamı bekler.)

Doğa karşılıksız verir. Hiçbir beklentisi yoktur. Kendi dengesini, kendi içindeki uyumu korumaktır tek amacı.

Balkonumdaki çiçekler güzellikleriyle benim gözümü ve gönlümü doyuruyorlar. Evet, su veriyorum, gübre veriyorum ama kendi doğal ortamlarında bana zerre kadar gereksinimleri yok. Onları almak, bakmak benim seçimim. Karşılıksız yapmıyorum bunu. O güzelliklerin hatırı için neler yapılır, değil mi?

Bahçedeki elma ağacı iki yıl meyve vermesin, kesilir. İnsanoğlu alışverişi bitirmiştir çünkü. Meyve yoksa yaşam da yok. Doğa vericidir; insan, gözü bir türlü doymayan alıcı…

Aşk bir alışveriştir. En kârlı, en güzel alışveriş… İnsanı güzelleştiren, arıtan, zenginleştiren bir alışveriş. En masum, en gerekli alışveriş.

Çünkü insanın karanlık yanını aydınlatır, içinin kirini temizler.

Bütün o karşılıklı çıkar ilişkilerinden uzak, insanlığımızı koruyan, yüreğimizdeki iyiliği ortaya çıkaran, içimizin karanlığını ışığa boğan o yüce duyguya selam olsun. “Aşk imiş her ne vâr âlemde” diyenlere de…

(Yazının bu bölümünü canım eşime, uzaklardaki sevgiliye, bencilce ilişkiler yüzünden acı çekmiş o güzel insana ithaf ediyorum.)

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...