11 Aralık 2025 Perşembe

ÇÜRÜME

 

Uykuyu yele verdim. Koca evin içinde büyük bir sessizlik. Sabaha doğru hızla yol alan zaman uykunun umurunda mı?

Pencereyi açtım. İçeriye birazcık ses ve serinlik girsin istedim. Sessizlik dışarıda daha fazla. İn cin top oynuyor. Yoğun bir sis var. Havada çürümüş ot ve yaprak kokusu asılı kalmış. O çürümüş ot kokulu havayla sessizlik de içeri süzülüverdi. Havayı içime çekmeye korktum. Göğün altında çürümüş, kokuşmuş ne varsa bu çürük ot-yaprak kokusuna sinmiş gibi geldi.

Kaç gündür kapalı olan gökyüzü yağmura geceleri yol veriyordu. Bu gece yağış yok ama sis var. Ve o koku…

Komplocular düş kırıklığına uğramış olmalılar. Yağmur ve kar yağıyor. Karı ben görmedim henüz. Ama dağ bayır gezgini Ümit Deveci kardeşimin fotoğraflarına bakılırsa iyi kar var. Bulut hırsızları tatile mi çıkmışlar, nedir?

(İpe sapa gelmez, bilimsel bir açıklaması bile olmayan komplo teorileriyle zaman geçirenleri anlamıyorum. Asıl anlamadığım da inanmaktan çok iman etmeleri… Bir türlü adanmışlık. Zihinsel melekeleri zincire vurulmuş gibi.)

Pencereden bakarken dikkat etmemiştim. Şimdi ayırdına vardım. Köpekler toplanıp mahalleyi terk etmiş gibiler. Bu saatlerde beş altısı birden havlayarak caddede volta atardı. Yoklar, bir tane bile… Söylenenler doğru olmasın, ne olur… Zavallıcıklar.

“Yerle gök arasında ne varsa kirlenmiş, bozulmuş, çürümüş.” diye içimden geçirirken yüreğimin bir köşesinde kıvrılıp kalmış, bir insanın son nefesini andıran bir ses belli belirsiz fısıldadı:

“Dönüşüm.”

Anlamadım önce. Gözlerimi kapatıp o sese kulak verdim. Yineledi: “Dönüşüm.”

Ruhumdaki uyuşukluk bir anda yok oldu.

Evet, ağaçların yaprakları, kuru otlar, ölü bedenler çürüyecek, toprağa karışacak ki yeni yaşamlar başlayabilsin. Yeni bir fasulye fidesi baş versin topraktan, bir domates kızarsın, kırmızı bir gül açsın.

Mevsimler bir mucize değil midir? Ölürken doğmak…

Yüreğimdeki o ses, bu kez canlı ve gür, “ölürken doğmak” dedi.

Her şey değişim ve dönüşüm üzerine kurulmuş. Diyalektiğin ilkelerinden biri.

***

Geçmişten bir fotoğrafa bakıyorum. Bir arkadaşımla birlikteyiz. Sevdiğim ve güvendiğim bir arkadaşımdı. İnsan böyle birinin adını anımsayıp soy adını unutur mu?

İnsan belleği çok tuhaf… Galiba bütün ömrümüzce belleğimiz tarafından kandırıldık.

Uzun, çok uzun yıllar görüşmediğiniz arkadaşlarınızla buluşuyorsunuz. İlk karşılaşmalarda belleğiniz size, 40-50 yıl öncesini capcanlı gösterdiği için aldanıyor, o yıllardaki yaşanmışlıkları, heyecanları yeniden yaşayacağınızı düşünüyorsunuz. Gençliğinizi ucundan kıyısından yakalayacağınızı belki de…

Oysa kazın ayağı öyle değil. Her şey değişim dönüşüm üzerine kurulu. Doğanın yasası bu.

Yirmili yaşlarınızın başındaki siz, bugünkü siz değilsiniz. Kimse değil. Her yıl, her mevsim, her ay, hatta her salise herkesi farklı değiştirdi. Dünya herkes için farklı döndü.

Sürekli evini, yazlığını gündeme getiren birinden artık hoşlanmadığınızı anladınız.

Her cümleye “ben” diye başlayan birinden de…

Siz insanlığın yaşadığı bütün kederleri yaşadığınızı, acı çektiğinizi düşünüyorsunuz; arkadaşınız (!) size kıyı Ege dışında yaşayamayacağını söylüyor örneğin. Denizden ve yeşilden uzakta nasıl yaşandığını anlayamıyormuş.

Artık o ilişkide kalamayacağınızı büyük bir düş kırıklığı ve büyük bir öfkeyle anlıyorsunuz. Kendisine saygısı olan birinin bu arkadaşlığı sürdürmemesi gerektiğini düşünüyorsunuz.

Öfkeniz geçmişe mi, içinde yaşadığınız “an”a mı? Yoksa sizin de çok değişmiş olduğunuzu fark etmenizdeki ironiye mi?

O fotoğraftaki Sevgili Samiye arkadaşımı bulmanın yollarını araştırırken kendimi bu karanlığın içinde buldum.

Bu yazıda pek iyimserlik ve umut yok, farkındayım. Kaç zamandır bende de yok zaten.

Televizyon açmıyorum. Yalnızca film-dizi izliyor ve kurgu kitaplar okuyorum. İnternetten bir iki gazete haberi okuyorum, o kadar. 

Bu ülkenin acılarını taşıyamaz oldum.

Gene de siz aydınlık günlerden umudunuzu kesmeyin.

ÇÜRÜME

  Uykuyu yele verdim. Koca evin içinde büyük bir sessizlik. Sabaha doğru hızla yol alan zaman uykunun umurunda mı? Pencereyi açtım. İçeriy...