Uykuyu yele verdim. Koca evin içinde büyük bir sessizlik. Sabaha doğru hızla yol alan zaman uykunun umurunda mı?
Pencereyi açtım. İçeriye
birazcık ses ve serinlik girsin istedim. Sessizlik dışarıda daha fazla. İn cin
top oynuyor. Yoğun bir sis var. Havada çürümüş ot ve yaprak kokusu asılı
kalmış. O çürümüş ot kokulu havayla sessizlik de içeri süzülüverdi. Havayı
içime çekmeye korktum. Göğün altında çürümüş, kokuşmuş ne varsa bu çürük
ot-yaprak kokusuna sinmiş gibi geldi.
Kaç gündür kapalı
olan gökyüzü yağmura geceleri yol veriyordu. Bu gece yağış yok ama sis var. Ve
o koku…
Komplocular düş
kırıklığına uğramış olmalılar. Yağmur ve kar yağıyor. Karı ben görmedim henüz.
Ama dağ bayır gezgini Ümit Deveci kardeşimin fotoğraflarına bakılırsa iyi kar
var. Bulut hırsızları tatile mi çıkmışlar, nedir?
(İpe sapa gelmez,
bilimsel bir açıklaması bile olmayan komplo teorileriyle zaman geçirenleri
anlamıyorum. Asıl anlamadığım da inanmaktan çok iman etmeleri… Bir türlü
adanmışlık. Zihinsel melekeleri zincire vurulmuş gibi.)
Pencereden
bakarken dikkat etmemiştim. Şimdi ayırdına vardım. Köpekler toplanıp mahalleyi
terk etmiş gibiler. Bu saatlerde beş altısı birden havlayarak caddede volta
atardı. Yoklar, bir tane bile… Söylenenler doğru olmasın, ne olur…
Zavallıcıklar.
“Yerle gök
arasında ne varsa kirlenmiş, bozulmuş, çürümüş.” diye içimden geçirirken
yüreğimin bir köşesinde kıvrılıp kalmış, bir insanın son nefesini andıran bir
ses belli belirsiz fısıldadı:
“Dönüşüm.”
Anlamadım önce.
Gözlerimi kapatıp o sese kulak verdim. Yineledi: “Dönüşüm.”
Ruhumdaki uyuşukluk
bir anda yok oldu.
Evet, ağaçların
yaprakları, kuru otlar, ölü bedenler çürüyecek, toprağa karışacak ki yeni
yaşamlar başlayabilsin. Yeni bir fasulye fidesi baş versin topraktan, bir
domates kızarsın, kırmızı bir gül açsın.
Mevsimler bir
mucize değil midir? Ölürken doğmak…
Yüreğimdeki o ses,
bu kez canlı ve gür, “ölürken doğmak” dedi.
Her şey değişim ve
dönüşüm üzerine kurulmuş. Diyalektiğin ilkelerinden biri.
***
Geçmişten bir
fotoğrafa bakıyorum. Bir arkadaşımla birlikteyiz. Sevdiğim ve güvendiğim bir
arkadaşımdı. İnsan böyle birinin adını anımsayıp soy adını unutur mu?
İnsan belleği çok
tuhaf… Galiba bütün ömrümüzce belleğimiz tarafından kandırıldık.
Uzun, çok uzun
yıllar görüşmediğiniz arkadaşlarınızla buluşuyorsunuz. İlk karşılaşmalarda
belleğiniz size, 40-50 yıl öncesini capcanlı gösterdiği için aldanıyor, o
yıllardaki yaşanmışlıkları, heyecanları yeniden yaşayacağınızı düşünüyorsunuz.
Gençliğinizi ucundan kıyısından yakalayacağınızı belki de…
Oysa kazın ayağı
öyle değil. Her şey değişim dönüşüm üzerine kurulu. Doğanın yasası bu.
Yirmili yaşlarınızın
başındaki siz, bugünkü siz değilsiniz. Kimse değil. Her yıl, her mevsim, her
ay, hatta her salise herkesi farklı değiştirdi. Dünya herkes için farklı döndü.
Sürekli evini,
yazlığını gündeme getiren birinden artık hoşlanmadığınızı anladınız.
Her cümleye “ben”
diye başlayan birinden de…
Siz insanlığın
yaşadığı bütün kederleri yaşadığınızı, acı çektiğinizi düşünüyorsunuz;
arkadaşınız (!) size kıyı Ege dışında yaşayamayacağını söylüyor örneğin.
Denizden ve yeşilden uzakta nasıl yaşandığını anlayamıyormuş.
Artık o ilişkide
kalamayacağınızı büyük bir düş kırıklığı ve büyük bir öfkeyle anlıyorsunuz.
Kendisine saygısı olan birinin bu arkadaşlığı sürdürmemesi gerektiğini
düşünüyorsunuz.
Öfkeniz geçmişe
mi, içinde yaşadığınız “an”a mı? Yoksa sizin de çok değişmiş olduğunuzu fark
etmenizdeki ironiye mi?
O fotoğraftaki
Sevgili Samiye arkadaşımı bulmanın yollarını araştırırken kendimi bu karanlığın
içinde buldum.
Bu yazıda pek iyimserlik
ve umut yok, farkındayım. Kaç zamandır bende de yok zaten.
Televizyon
açmıyorum. Yalnızca film-dizi izliyor ve kurgu kitaplar okuyorum. İnternetten
bir iki gazete haberi okuyorum, o kadar.
Bu ülkenin
acılarını taşıyamaz oldum.
Gene de siz
aydınlık günlerden umudunuzu kesmeyin.