Şair
Çalmak
İçime
kurt düştü;
İnternette
bulduğumuz şiirlerin, sahibi sandığımız şairlere ait olmayabileceğini
öğrendiğimden beri sanal ortamda okuduğum bazı şiirlere ihtiyatla yaklaşıyorum.
Çoğunu
biliyorum, sevdiğim ozanlara ait olduklarına kuşkum yok.
Bazılarına,
daha önceden okumadığım şiirlere rastladığımda, içimdeki kurt rahat durmuyor.
Bu nedenle çok güvenli bulduğum bir iki şiir sitesinin dışında başka şiir
sitelerine rağbet etmiyorum.
Hem
internette yayınlanmayan şiirler çok çok fazla…
Karar
verdim, kitaplardan beğendiğim şiirleri yazıp paylaşacağım. (Kütüphanemde epey
şiir kitabı var övünmek gibi olmasın. J)
Yorucu
olacak ama ne gam…
***
21.
Yüzyılda, kitapların dışında, bilgi biriktirmenin bin yolunun kullanıldığı şu
devirde, “isim çalmaya” neden gerek duyar insanlar?
Söyleyecek
sözün varsa göğsünü gere gere kendi adınla yayınlasana…
Bu
bana üç kağıtçılıktan farklı görünmüyor.
Hak
ettiği değeri bulabilmek için bir ömür verilmiş sanatlara ihanet sanki. Şiire
hakaret, şaire hakaret…
Buna
sanal ortamın çanak tuttuğunu bilmez değilim. Çağımızın; hırsızlığı, üç kağıdı,
gözü açıklığı, ahlaksızlığı kutsadığı düşünülürse gerekli ortam zaten hazır.
Can
Yücel’in kızı Su, bu duruma çok üzülüyormuş, babasına saygısızlık yapıldığını
düşünüyormuş.
Haklı.
Çünkü bu hırsızlık en fazla Can Yücel’e çarpmış.
Nazım
Hikmet, Neyzen Tevfik, Tebrizli Şems, Mevlana, Ömer Hayyam, Necip Fazıl ve dahi
niceleri…
***
Eskiden
de sevilen ozanlar taklit edilirmiş.
Çok
ünlü, sevilen şiirlere nazireler yazılırmış, ama nazire şairleri adlarını
gizlemezmiş. Bunlar okuma yazma bilen, öğrenim görmüş, saraya yakın, şanslı
divan şairleriymiş.
Halk
şiirinde durum azıcık farklı imiş. Halk şiirinde bir “gelenek, şair geleneği”
söz konusuymuş. Çoğu mektep medrese görmemiş, okuma yazma bile bilmeyen halk
şairleri sözlü edebiyat geleneğinin dikenli yollarında yürür, yazıya bile
geçmeyecek olan o eşsiz, içten, biraz buruk
şiirlerini
saz eşliğinde çalar söylerlermiş. Hem de anasının ak sütü kadar helal, temiz,
saf dilleriyle…
Bana
kalırsa sazla, müzikle şiirlerin okunması; müziğin kulakta kalıcı olmasından,
bu şekilde şiirin de unutulmaktan kurtulması isteğinden kaynaklanıyor.
Zaman
içinde bu ürünlerin sahipleri unutulabiliyor, şiirler pek çok değişikliğe
uğrayabiliyordu.
Halkın
belleğinde unutulmaz izler bırakan büyük halk ozanları, arkalarında, izlerinden
giden, kendilerini gizleyip yazdıkları şiirleri ustaya mal eden alçak gönüllü
insanlar bıraktılar. Bu bir gereksinimdi. Böylece ustalarının adlarını
sürdürüyor, unutulmalarının önüne geçiyorlardı.
Ustaların
adlarıyla çok sonradan yazılmış şiirler ustalıkta ve güzellikte asıl ustanın
şiirleriyle yarışacak nitelikte olabiliyordu.
Aradan
geçen yüzlerce yıldan sonra bu şiirlerin ustaya mı çırağa mı ait olduğunu ayırt
etmek çok güç oluyordu.
Sabahattin
Eyüboğlu bu duruma “şair geleneği” adını veriyor.
Pir
Sultan Abdal ile ilgili incelemesinde “Pir Sultan Abdal Geleneği”nden söz
ediyor. Pir Sultan tarafından söylenmemiş pek çok şiir var. Pir’in öğrencileri,
takipçileri, hayranları aradan yüzyıllar geçse bile, Pir Sultan mahlasını
kullanıp kendi eserlerini Pir’e, onun düşüncelerine adayabiliyor.
Yüre
bire Hızır Paşa
Senin
de çarkın kırılır
Güvendiğin
padişahın
O
da bir gün devrilir
Nemrud
gibi Anka noldu
Bir
sinek havale oldu
Davamız
mahşere kaldı
Yarın
bu senden sorulur
Şahı
sevmek suç mu bana
Kem
bildirdin beni Hana
Can
için yalvarmam sana
Sehinşah
bana darılır
Hafid-i
Peygamberim has
Gel
Yezid Hüseynimi kes
Mansurum
beni dara as
Ben
ölünce il durulur
Ben
Musayım sen Firavun
İkrarsız
Şeytan-ı lain
Üçüncü
ölmem bu hain
Pir
Sultan ölür dirilir
Şiirin
son dörtlüğüne ilgi çekmek isterim. Pir Sultan’ın ölüp dirilmesi mümkün
olmadığına göre, ölümünden sonra onun yaşamasını arzu edenler, düşüncelerini,
ideolojisini, mücadelesini yaşatmaya çalışmış, Pir Sultan adı etrafında bir
efsane oluşturmuşlardır. Yaşayan ya da dirilen, fani Pir Sultan değil, onun düşünceleridir,
mücadelesidir, dilidir, şiirleridir...
Bugün
Pir Sultan’ın öldüğü söylenebilir mi?
Yunus
Emre’ye ait olduğu sanılan pek çok şiirin Yunus Emre geleneğine ait olduğu
anlaşılmıştır.
“Derviş
Yunus bu sözü
Eğri
büğrü söyleme
Seni
sıygaya çeker
Bir
Molla Kasım gelir”
Yukarıda
son dörtlüğünü alıntıladığım şiiri Yunus Emre ile ilgili bir menkıbeye
dayandırırlar.
Yunus
gibi bir gönül erini anlamaktan aciz bir mollanın, ölümünden yüzlerce yıl
sonra, şeriata aykırı bulduğu için, Yunus’un şiirlerini yırtıp bir ırmağa
atması, önüne yukarıdaki şiir çıkınca da korkunç bir pişmanlığa kapılması
anlatılır bu öyküde.
Oysa
ölümünden sonra gerçekleşen bir olayı anlatan Yunus Emre yoktur ortada.
Yunus’un yolundan giden, ona büyük bağlılık ve hayranlık duyan bir başka
tasavvuf ehlinin Molla Kasım’a verdiği ders vardır.
Yazımızın
sınırları içinde birer örneği yeterli buluyoruz.
***
Bu
durumun ne günümüzün ahlaksızca isim hırsızlığı ile ne de divan şiirinin nazire
geleneği ile ilgisi var.
Nazire
yazarı, seçtiği şiire nazire yazarken gizli bir kibirle hareket eder. Konusu,
ölçüsü, nazım şekli, uyak ve redifleri aynı olan şiiri yazarken, asıl şiirin
şairinden daha usta olduğunu kanıtlama gayreti ve arzusu taşır.
Oysa
halk şiirinde bu durum büyük bir alçakgönüllülük, ustaya saygı, hayranlık,
bağlılık biçiminde kendini gösterir.
“Yunus’u
Yunus, Pir Sultan’ı Pir Sultan yapan; kendi sanatları, şiirleri, düşünceleri
olduğu kadar, biraz da bu sadık, değerbilir, alçakgönüllü takipçileri
olmuştur.” desek yanlış mı olur?
Kısaca,
Nazım Hikmet’in, Can Yücel’in onca eseri elimizdeyken küstah şair hırsızlarına
ihtiyacımız yok.