1 Eylül 2017 Cuma

ŞAİR ÇALMAK

Şair Çalmak

İçime kurt düştü;
İnternette bulduğumuz şiirlerin, sahibi sandığımız şairlere ait olmayabileceğini öğrendiğimden beri sanal ortamda okuduğum bazı şiirlere ihtiyatla yaklaşıyorum.
Çoğunu biliyorum, sevdiğim ozanlara ait olduklarına kuşkum yok.
Bazılarına, daha önceden okumadığım şiirlere rastladığımda, içimdeki kurt rahat durmuyor. Bu nedenle çok güvenli bulduğum bir iki şiir sitesinin dışında başka şiir sitelerine rağbet etmiyorum.
Hem internette yayınlanmayan şiirler çok çok fazla…
Karar verdim, kitaplardan beğendiğim şiirleri yazıp paylaşacağım. (Kütüphanemde epey şiir kitabı var övünmek gibi olmasın. J)
Yorucu olacak ama ne gam…
***
21. Yüzyılda, kitapların dışında, bilgi biriktirmenin bin yolunun kullanıldığı şu devirde, “isim çalmaya” neden gerek duyar insanlar?
Söyleyecek sözün varsa göğsünü gere gere kendi adınla yayınlasana…
Bu bana üç kağıtçılıktan farklı görünmüyor.
Hak ettiği değeri bulabilmek için bir ömür verilmiş sanatlara ihanet sanki. Şiire hakaret, şaire hakaret…
Buna sanal ortamın çanak tuttuğunu bilmez değilim. Çağımızın; hırsızlığı, üç kağıdı, gözü açıklığı, ahlaksızlığı kutsadığı düşünülürse gerekli ortam zaten hazır.
Can Yücel’in kızı Su, bu duruma çok üzülüyormuş, babasına saygısızlık yapıldığını düşünüyormuş.
Haklı. Çünkü bu hırsızlık en fazla Can Yücel’e çarpmış.
Nazım Hikmet, Neyzen Tevfik, Tebrizli Şems, Mevlana, Ömer Hayyam, Necip Fazıl ve dahi niceleri…
***
Eskiden de sevilen ozanlar taklit edilirmiş.
Çok ünlü, sevilen şiirlere nazireler yazılırmış, ama nazire şairleri adlarını gizlemezmiş. Bunlar okuma yazma bilen, öğrenim görmüş, saraya yakın, şanslı divan şairleriymiş.
Halk şiirinde durum azıcık farklı imiş. Halk şiirinde bir “gelenek, şair geleneği” söz konusuymuş. Çoğu mektep medrese görmemiş, okuma yazma bile bilmeyen halk şairleri sözlü edebiyat geleneğinin dikenli yollarında yürür, yazıya bile geçmeyecek olan o eşsiz, içten, biraz buruk
şiirlerini saz eşliğinde çalar söylerlermiş. Hem de anasının ak sütü kadar helal, temiz, saf dilleriyle…
Bana kalırsa sazla, müzikle şiirlerin okunması; müziğin kulakta kalıcı olmasından, bu şekilde şiirin de unutulmaktan kurtulması isteğinden kaynaklanıyor.
Zaman içinde bu ürünlerin sahipleri unutulabiliyor, şiirler pek çok değişikliğe uğrayabiliyordu.
Halkın belleğinde unutulmaz izler bırakan büyük halk ozanları, arkalarında, izlerinden giden, kendilerini gizleyip yazdıkları şiirleri ustaya mal eden alçak gönüllü insanlar bıraktılar. Bu bir gereksinimdi. Böylece ustalarının adlarını sürdürüyor, unutulmalarının önüne geçiyorlardı.
Ustaların adlarıyla çok sonradan yazılmış şiirler ustalıkta ve güzellikte asıl ustanın şiirleriyle yarışacak nitelikte olabiliyordu.
Aradan geçen yüzlerce yıldan sonra bu şiirlerin ustaya mı çırağa mı ait olduğunu ayırt etmek çok güç oluyordu.
Sabahattin Eyüboğlu bu duruma “şair geleneği” adını veriyor.
Pir Sultan Abdal ile ilgili incelemesinde “Pir Sultan Abdal Geleneği”nden söz ediyor. Pir Sultan tarafından söylenmemiş pek çok şiir var. Pir’in öğrencileri, takipçileri, hayranları aradan yüzyıllar geçse bile, Pir Sultan mahlasını kullanıp kendi eserlerini Pir’e, onun düşüncelerine adayabiliyor.

Yüre bire Hızır Paşa
Senin de çarkın kırılır
Güvendiğin padişahın
O da bir gün devrilir

Nemrud gibi Anka noldu
Bir sinek havale oldu
Davamız mahşere kaldı
Yarın bu senden sorulur

Şahı sevmek suç mu bana
Kem bildirdin beni Hana
Can için yalvarmam sana
Sehinşah bana darılır

Hafid-i Peygamberim has
Gel Yezid Hüseynimi kes
Mansurum beni dara as
Ben ölünce il durulur

Ben Musayım sen Firavun
İkrarsız Şeytan-ı lain
Üçüncü ölmem bu hain
Pir Sultan ölür dirilir

Şiirin son dörtlüğüne ilgi çekmek isterim. Pir Sultan’ın ölüp dirilmesi mümkün olmadığına göre, ölümünden sonra onun yaşamasını arzu edenler, düşüncelerini, ideolojisini, mücadelesini yaşatmaya çalışmış, Pir Sultan adı etrafında bir efsane oluşturmuşlardır. Yaşayan ya da dirilen, fani Pir Sultan değil, onun düşünceleridir, mücadelesidir, dilidir, şiirleridir...
Bugün Pir Sultan’ın öldüğü söylenebilir mi?

Yunus Emre’ye ait olduğu sanılan pek çok şiirin Yunus Emre geleneğine ait olduğu anlaşılmıştır.

“Derviş Yunus bu sözü
Eğri büğrü söyleme
Seni sıygaya çeker
Bir Molla Kasım gelir”

Yukarıda son dörtlüğünü alıntıladığım şiiri Yunus Emre ile ilgili bir menkıbeye dayandırırlar.
Yunus gibi bir gönül erini anlamaktan aciz bir mollanın, ölümünden yüzlerce yıl sonra, şeriata aykırı bulduğu için, Yunus’un şiirlerini yırtıp bir ırmağa atması, önüne yukarıdaki şiir çıkınca da korkunç bir pişmanlığa kapılması anlatılır bu öyküde.
Oysa ölümünden sonra gerçekleşen bir olayı anlatan Yunus Emre yoktur ortada. Yunus’un yolundan giden, ona büyük bağlılık ve hayranlık duyan bir başka tasavvuf ehlinin Molla Kasım’a verdiği ders vardır.
Yazımızın sınırları içinde birer örneği yeterli buluyoruz.
***
Bu durumun ne günümüzün ahlaksızca isim hırsızlığı ile ne de divan şiirinin nazire geleneği ile ilgisi var.
Nazire yazarı, seçtiği şiire nazire yazarken gizli bir kibirle hareket eder. Konusu, ölçüsü, nazım şekli, uyak ve redifleri aynı olan şiiri yazarken, asıl şiirin şairinden daha usta olduğunu kanıtlama gayreti ve arzusu taşır.
Oysa halk şiirinde bu durum büyük bir alçakgönüllülük, ustaya saygı, hayranlık, bağlılık biçiminde kendini gösterir.

“Yunus’u Yunus, Pir Sultan’ı Pir Sultan yapan; kendi sanatları, şiirleri, düşünceleri olduğu kadar, biraz da bu sadık, değerbilir, alçakgönüllü takipçileri olmuştur.” desek yanlış mı olur?
Kısaca, Nazım Hikmet’in, Can Yücel’in onca eseri elimizdeyken küstah şair hırsızlarına ihtiyacımız yok.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...