26 Ağustos 2021 Perşembe

YAZMAK İLAÇ GİBİ

 Yazmak için duyguları soğumaya bırakmamak gerekiyor. Duygular da düşünceler de kendi zamanlarını biliyorlar; hazır olduklarında yazılmalı… Zaman yüreğinizdekini de aklınızdakini de çekip alıyor, bir köşeye tıkıştırıyor, tozlandırıyor, üstüne küller serpiyor.

Söylenmemişlik, yaşanmamışlık duygusunu tetikliyor ve bir yanınız hep eksik kalıyor.

O eski zaman öğretilerinin öğüdü doğru değil; unutmaya, zamanın ilacına sarılmaya çabalamak yüreği zorluyor, yoruyor.

“Zamana bırak” öğretisi insani değil bence. İnsanın aklını ve yüreğini unutmaya çabalamak için harcaması… Ne denli boş çaba…

Kafamızdakileri, göğüs kafesimizin içindekileri bir yolunu bulup nehirlere bağlamak gerek. Aksın, aksın, aksın… Yıkacaksa yıksın, yakacaksa yaksın, yaratacaksa da yaratsın. Aksın ki yerine yeni güzellikler, yeni yaşanmışlıklar, umutlar ve hatta kederler gelip yerleşebilsin.

On gün önce, Yaşar’la Yeni Çarşı’da gezerken yaşadığım o tuhaf, o korkunç tacizi, duyduğum nefreti, sonrasında o nefretin yol açtığı yaraya serin serin üfleyen hoş sevinçleri, heyecanları yazmadım. Yazarsam yazdıkça kanayacağımı düşündüm. Hepsi topu topu üç saat içinde olup bitmişti. Yazsam rahatlardım ama erteledim.

Şimdi, şu an yazmaya karar vermem de bir kaybımın acısı yüzündendir. Çok eski bir dostumu, kankamı, yoldaşımı, bir yiğit Yılmaz’ı anlatacaktım.

Nedense, önce bunları yazmalıyım, diye düşündüm.

Lafı uzatır mıyım, bilmem… Ama umurumda da değil.

Yaşar’la ben, bir türlü yan yana yürüyemiyoruz. Çarşı kalabalık. Çoğu genç. Üstümüze üstümüze geliyorlar; kaçan, yol veren biz oluyoruz. Bir ara dayanamadım ve beni yol kenarındaki tezgâhlara sıkıştıran bir grubu azarladım.

Bunaldım, arkama bakmadan kaçasım var.

Kulağımın dibinde bir ses patladı, ama ne ses…

“Maşallah, maşallah, nasıl da takmış takıştırmış bu yaşta, elde baston, yürüyemiyor bile.” O “maşallah”ı öyle bir vurguluyor, öyle bir şiddetle fırlatıyor ki ağzından.

İrkildim, kafamı çevirdim; ben yaşlarda hamam böceği kılıklı bir kadın, yüzüme pişkin pişkin sırıtıyor.

Daha ağzımı açamadan, saniyeler önce, çocuk arabasıyla beni sollayıp önüme geçen bir genç kadın (Çağdaş bir kılık, eli yüzü düzgün) “Anne bir şey mi oldu?” diye sordu. Bu kez o densiz, yobaz yaratığa söyleyeceklerimi yuttum ve kızına “Annenizin çenesi çok düşmüş, ayar gerekiyor.” dedim, yürüdüm.

Dönüp Yaşar’a baktım. Tepkisini merak ediyorum. Adamcağız kalabalıkta taa gerilere düşmüş. Hiçbir şey duymamış, görmemiş.

Attığım her adımda içim kabardı; öfkem katlanıyor, volkan gibiyim. Dönüp bastonumu kadının kafasında parçalayasım var. Hayatım boyunca böyle bir saldırıya, böyle bir tacize uğramadım. Hem de bir kadından.

Kadının tepkisi yaşıma… Genç olsam kılığımı hoş görecek. Kızını gördüm, askılı bir buluz, dar bir pantolon…

Bende gördüğü fazlalık bir kolye… Ömür boyunca içinde sakladığı ezikliği yaşayamadıklarına karşı nefrete dönüştürmüş bir kadın. Korkunç…

Çarşıda gezinmek değil amacımız; birkaç parça çamaşır alacağız. Vurduk sinemanın önüne çıkan yokuşa. Köşede yıllardır alışveriş yaptığımız çamaşırcı var, epeydir uğramadıydım.

Adam yok, karısı ve kızı işin başındalar. İkisinin de başı kapalı. Az önceki darbeden sonra onları görünce gerildim biraz. Ama nasıl güler yüzlüler… Bir anda içimin zehrini alıverdiler.

Çıktık, Yaşar Mahmut’la Hayri’yi görmek isteyip istemediğimi sordu. Beni sorarlarmış hep. Görmek isterlermiş. Hemen kabul ettim. Birkaç eski dost yüzü görmek, konuşmak iyi gelecekti.

Mahmut Özcan emekli öğretmen arkadaşımız. Hayri ve Ahmet benim eski öğrencilerimden. Üç kardeş omuz omuza verdiler, bir kahve işletiyorlar. Emeklerini birleştiren, ekmeği kutsallaştıran üç güzel insan.

Pazarı boydan boya gezerek gidiyoruz. Tek tük bastalar ( J) kurulmuş; çoğu yerli sebzeler, meyveler. Kara üzüm görünce sevindirik oldum. İçim tatlandı sanki. Hemen yanaştık, mis kokulu, baldan tatlı kapkara üzümler… Niğde dışında yaşayan hemşerilerimizin affına sığınırım.

Kahvehaneye vardık. Mahmut kapı önünde dinleniyor. Birkaç kişi daha. Bizi görünce fırladı, sarılamadık. Yumruklarımızla selamlaştık ama içeriden Hayri iki kanadını açarak kartal gibi uçtu geldi, sarıldı sımsıkı. Nicedir görüşmüyorduk. Corona korkmuştur bu muhabbetten. Sonra Ahmet geldi. Birkaç tanıdık daha. Kapının önüne masaya halkalandık. Sohbetin canına okuyoruz. Laf lafı açıyor, sevgi-dostluk som somut masanın üstünde. Gelen geçen biraz yadırgı bakıyor ama benim aklım, yüreğim çoktan yundu yıkandı, arındı. Umurumda değiller.

Uzunca oturduk, özlem giderdik. Kalktık. Nicedir kendimi böyle gönenmiş, zenginleşmiş hissetmiyordum.

Yolunuz düşerse Özcanlar’ın kahvesine uğrayın, bir selam verin, bir bardak çaylarını için. Bu corona belasından epey sıkılmışlar; dostluğunuzu, desteğinizi sunun.

 

                                                                                                                                            

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...