25 Kasım 2018 Pazar

Silah Şehri - Gun City


GECENİZ HAYR’OLA

Silah Şehri - Gun City

Gecenin filmi buydu.  İspanya - Fransa yapımı olan film 2018 yılında gösterime girmiş. Konu 1923 yılında geçiyor. Macera-aksiyon-gerilim türünde bir eser.

Eser sözcüğünü bilerek kullandım. Çünkü bence sinema sanatının başyapıtlarından biri bu. Hakkında araştırma yapmadım. İzledikten sonra bana kendi izlenimim kalsın istedim.

Senaryo olağanüstü. Soluk kesen bir kurgusu var. Oyunculuklar, yönetim de öyle.

Mekânların kullanılması, ayrıntı sandığımız şeyin, bir anda, konunun yönünü değiştirmesi yönetmenin dehasını ortaya koyuyor. Zaten çatışmalar da (öykü ve romanda düğüm)  böyle sağlanıyor.

Eğer tarih okumadıysanız, özellikle I. ve II. Paylaşım Savaşlarıyla, İspanya İç Savaşı ve Franco Diktatörlüğü ile ilgilenmediyseniz mutlu son (!); kötülerin, kirli polislerin, mafyanın, patronların sonu sizi sevindirecek. Ama azıcık tarih mürekkebi yaladıysanız içiniz kararacak.

Birinci savaş henüz sona ermiş ama ikinci savaş ilmek ilmek dokunuyor.

Savaşı kimlerin çıkardığı gerçeği, silah tüccarları, savaş baronları, ajan provokatörler, vatanseverlik maskesi takanların çirkin yüzleri sözcüğün tam anlamıyla midenizi bulandıracak.

Eğer tarihsel arka planı bilmeseydim hoş bir sinema şöleni izlediğim için mutlu olabilirdim.

Bir filmi bu denli uzun uzadıya anlatarak önermem, bilirsiniz. Ama bu film farklıydı. Ders olarak okutulması gerekli bir filmdi, dayanamadım.

Dilerim, izleme arzunuzu köreltmemişimdir.

Filmden bir cümle: “Savaş, çok para kazandırır.”

24 Kasım 2018 Cumartesi

24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜNE DAİR




Uzun yıllar önceydi. Doğudaki sürgün yıllarım bitmiş ama Niğde’ye giriş yasağı cezam bitmediği için Kayseri’ye atanmıştım. Kayseri’de de bir ilçeden diğerine savrulduktan sonra, açtığım davaları kazanınca merkezde bir okulda çalışmaya başladım.

24 Kasım’ın öğretmenler günü olarak kutlanmaya başlamasından bir kaç yıl sonraydı. Okulda bir süre birlikte çalıştıktan sonra emekli olan bir ablamız vardı.

Bir gün, sohbet sırasında, 12 Eylül faşizminin dayatması olan bu günün kutlanmasının eğitim emekçilerine büyük hakaret olacağı, faşizmi olumlamak anlamına geleceği, öğretmenleri zapt u rap altına almanın bir yolu, öğretmenleri etkisizleştirme-değersizleştirme yöntemi olduğu vb. konusunda keskince bir nutka giriştim.

O faşizmi iliklerine kadar yaşamış birinin dilinin ölçüsü olmuyor. Söylediklerime gönülden inanıyor, yılların biriktirdiği öfkeyle konuşuyordum.

Beni, uzunca bir süre, sessizce dinleyen ablamız, sözümü kibarca kesti ve aşağı yukarı şunları söyledi:

“Tam 36 yıllık öğretmenim. Kocamı 12 Eylül öncesi faşistler katlettiler. Sonrasında da en büyük acıyı gene bizler çektik. Öğretmenliğimin büyük bir bölümünü küçücük kasabalarda, ilçelerde geçirdim. Mesleğimi çok severek yaptım. Şimdi emekli olduktan sonra, tek avuntum, öğrencilerimin arayıp sorması. Her fırsatta ya telefon ediyor ya da bizzat ziyaret ediyorlar. Acıları unutmanın bir yolu haline geldi bu ziyaretler. Avunuyorum. Son birkaç yıldır öğretmenler gününde de arar oldular.

Beni aradıkları, sordukları, sevgimi onlara aktarmaya devam edebildiğim sürece ne gün aradıklarının bir önemi yok. Ha 24 Kasım ha 5 Ekim… Dini bayramlar ya da yılbaşı… Öğrencilerim bana değer verdiği sürece sorun yok. Hediye almam, asla…

Senin neler yaşadığını ve haklı olduğunu da biliyorum ama inan ki bunun önemi yok. Hep birlikte eğitim sistemi üzerinde kafa yorup bir proje geliştirebildik mi? Öğretmenlik mesleğinin nasıl itibar kaybettiğini farkında değil misin? Bu itibarsızlaştırmaya bizim katkımız olmadı mı? Çözüm bu günü protesto etmek mi?

Benim görev yaptığım okullardaki o yoksul öğrenciler ne bilsin 5 Ekim’i ne bilsin 24 Kasım’ı… Beni kutlamak için arayan o güzel yüreklere ben 24 Kasımda aramamalarını mı söyleyeceğim. 24 Kasımda kutlamaları kabul eden arkadaşlarımla tartışmaya mı gireceğim. Faşizmle mücadelenin yolu bu değil ki.”

Üç aşağı beş yukarı söyledikleri buydu ve haklıydı.

Ama metalaştırılan, kapitalist sistemin bir soygun aracı haline gelen bu kutlamalara karşı tavrımızı da koyduk. Eşim anlattı; 12 Eylül sonrası sendikanın fiili olarak kurulmasından sonra zorla yaptırılan etkinliklere katılmadıkları için nasıl takibata uğradıklarını, mahkemelerde uğraşmak zorunda kaldıklarını.

Öğretmenlerin sürü sepet, tek tek imza yoklaması alınarak kapalı spor salonlarında askeri(!) törenlere katılmak zorunda oldukları yıllardı.

Elbette buna karşı çok etkili mücadele verdik. Hatta toplu eylemler yapıldı, törene katılıp imza vermeden, toplu halde çıktığımızı anımsıyorum. Uyarı cezalarını onur belgesi gibi kabul etmiştik.

Ama öğrencilerinden kutlama kabul eden bir eğitim emekçisine, neler hissettiğini, düşündüğünü anlamadan, dangalakça, tam da bir faşistin yapabileceği bir dayatmayla nutuk atmak hala içimi acıtır.

Bir insanın bir diğerine “Günün kutlu olsun.” demesinin neresi kötü?

Öğretmenlik mesleğinin birike birike içinden çıkılması imkânsız hale gelmiş sorunlarını çözmek, bununla mücadele etmek yerine;

Bir meslek örgütünde, bir siyasi partinin çatısı altında, hayatın her hangi bir başka alanında; çağdaş eğitim konusunda, eğitimde sorunlar konusunda, bugün içinde bulunduğumuz yoz ve yobaz sistemin nasıl alt edilebileceği konusunda  düşünsel üretim yapma, eyleme geçme yerine hala lafı güzaf…

En iyi yaptığımız şey.

KUŞ SAVUNMASI


Geçenlerde mutfak balkonunda duvara bir tabak su bir tabak da bulgur koyduk. Kış geldi, küçük dostlar oradan oraya pırpır yiyecek arıyorlardı, izlerken içimiz acıdı.

İkindiye kalmadan yem bitti. Tekrar doldurdum tabağı, suyu değiştirdim. Yaşar ekmekleri ufalayıp hazırladı. Misafir diyor serçelere.

Önce biri geliyor, etrafı kolaçan ediyor, sonra ikincisi. O ikinciden sonra beş-on toplanıyorlar. Mutfakta bir hareket sezdiler mi anın da pır…yok oluyorlar. Hiç kıpırdamadan izlemek gerek. Bu yüzden fotoğraf da çekemedim.

Öyle ürkek öyle savunmasızlar ki…

Belki de ürkeklikleri silahtır, üstlerindeki zırhtır, kim bilir.

Bugün, yemeği çıt çıkarmamaya dikkat ederek ocağa koydum, kitabımı aldım, oturdum. Arada yavaşça kafamı kaldırıp göz ucuyla izliyorum.

Biraz yedikten sonra havalanıp tele konuyorlar, teldekiler iniyor tabağa. Sırayla; itişmek kakışmak, acele etmek yok, sırayla doyuruyorlar karınlarını. Az yedim çok yedin kavgası yok. Su tabağına tek tek geliyorlar.

Onları izlerken Hrant Dink düştü aklıma. Son yazısında söyledikleri… Hani o yazıda  "Ruh halimin güvercin tedirginliği" diyordu ya…


Yazının son satırları;    “Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.

Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.” diye bitiyordu hani.


İnsanoğlunun bu ürkeklikle yaşaması korkunç olmalı.

Kuşları ürkek olmak yaşatabilir ama insanı o ürkeklik öldürür.

Düşünsenize bir ömür, Hrant’ın şu duygularıyla yaşadığınızı:

Ne acı…


“ ‘Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?’  sorusu asıl beynimi kemiren.

Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.

Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.

Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.

Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.

Tıpkı bir güvercin gibiyim...

Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.

Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.”


Farklılıklarımızın her birimizde böyle güvercin tedirginliği yarattığı da bir gerçek;

Farklı düşünenler, farklı din ve mezheptekiler, farklı inançları, tercihleri olanlar, farklı etnik gruptakiler; rengi, dili, cinsiyeti, farklı olanlar yani…

Şu dünyada yaşamı paylaşırken serçeler kadar adil olamadık.

Bu tedirginlikle görev yapan öğretmen arkadaşlarım, gününüz kutlu olsun.

Güvercin ürkekliğinde yaşayıp başını eğmeyenlere ise helal olsun, aşk olsun…


DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...