21 Şubat 2019 Perşembe

DİL – KÜLTÜR MOZAİĞİ

Bilim adamları uygarlığın ateşin kullanılmasıyla başladığını söylüyor. Ateşi kullanma becerisi pişmiş yiyecekleri ve yeni teknolojileri de beraberinde getirdiği için insanın gelişiminde önemli bir adım olarak kabul ediliyor.
Son bulgular da, insanın atalarının 1 milyon yıl önce ateşi kullanmayı bildiklerine dair yeni kanıtlar ortaya çıkarmış.

Bugün erişilen uygarlık düzeyi 1 milyon yıllık insan macerasını özetliyor diyebilir miyiz? Neden olmasın?…
Benim hep şaşırtıcı bulduğum insanlığın, bu uygarlığı dünyada dolaşıma sokma yöntemi…
A noktasında yaşayan insan topluluklarının her türlü kültürel değerlerinin, zenginliğinin B noktasında yaşayan topluluklarca alınıp, özümsenip, zenginleştirilip, geliştirildikten sonra A noktasına aktarılması… A noktasından da aynı yolla geri gelmesi… Büyüleyici bir döngü… Bütün coğrafyalarda rüzgârla taşınan polenler gibi yeşermesi, yetişmesi…
Savaşlar, yenilgiler, zaferler, göçler, ticaret, istilalar (…) taşıyıcı…

Bir savaşta tutsak alınıp köleleştirilen bir insanın dilini, inancını, geleneklerini, aidiyetlerini, hayallerini, değerlerini geride bırakıp hemen asimile olması olanaksız. Kültürünü gittiği yerlerdeki kültürlerle harmanlaması kaçınılmaz.

Tarih boyunca göçler ve ticaret, çok etkili kültür taşıyıcısı olmadılar mı?

Dede Korkut Öykülerindeki “Basat’ın Tepegöz’ü Öldürmesi” adlı fantastik öykünün, Homeros’un (gezgin bir ozan-destancı) anlattığı Odysseia (Odesa) destanında Odisseus’un maceralarından birinde, bir adada tek gözlü titanla mücadelesinin birebir aynı olması nasıl açıklanabilirdi ki?
Dede Korkut Öyküleri İslamiyet’in kabulünden çok önce oluşmaya başlayan destansı öykülerdir. Sözlü ürünler olarak gelişimini, dolaşımını ta 15. Yüzyılda tamamlamış, yazıya geçirildikten sonra her hangi bir değişim geçirmemiştir. Burada yer alan tek gözlü dev motifi, bu devle yürütülen mücadele hangi yolla Homeros’tan alınmış olabilir. Homeros’tan alınmıştır deme nedenim ait oldukları tarihle ilgili. (Homeros'un MÖ 7. ya da 8. Yüzyıl’da yaşadığı söylenir.)

Türkler Asya Kıtası'nda kuzey-güney, doğu-batı yönlerine taşınmaya başladıklarında, atlarının terkisinde kendi kültürleri vardı. Ama bu kültür, tarih içinde Çin’den, İran’dan Hint yarımadası kavimlerinden vb. alınanla çoktan karışmış, kendi dilini, geleneğini oluşturmuş bir kültürdü.
Göktürk Yazıtlarının her birinin dört cephesinden biri Çince’dir.
Saka Türklerinin hükümdarı, destanlaşmış Alper Tunga, İran Destanı Şehname’de Afrasiyab adıyla yer alır.
Türkler, yol boyunca konup göçerken, savaşırken kondukları yerlerden aldıklarını atlarının terkisine attıkları heybeye eklemiş, konaklara da kendininkilerden bırakmışlardı.

Anadolu’ya geldiğinde taşıdığı bu birikimi güzelce etrafa savurmuş, zaten on binlerce yıllık bir uygarlık geleneğine sahip olan bereketli ana toprağı - Anadolu bu tohumları bağrında beslemiş büyütmüş; Cevat Şakir, Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu gibi Anadolu uygarlığı çocuklarının dediği gibi, eşsiz güzellikte bir “Anadolu Mozaiği” ortaya çıkmıştır.

Edebiyat bu uygarlık gelişiminin sonsuz-sınırsız belleği olmuştur. Diğer sanat dalları da elbette üzerlerine düşen koruyucu-yayıcı işlevleri yerine getirmişlerdir. İlkel insanın mağara duvarlarına çizdiği resimleri düşünün. Ya da Orta Asya göçebe kültürünün ürünü olan kubbe biçimli çadırların Anadolu’da Camii kubbelerinde yaşam bulduğunu.
Ağacı kutsal sayan eski şaman-Türk geleneği, Anadolu’da dilek dilemek için bezler bağlanan ağaçlarda yaşar. Uğurlu sayılan 40 sayısı beylerin yanlarında bulundurdukları 40 yiğitten, ölünün arkasından tutulan 40 günlük yastan yola çıkar Anadolu’da bebeğin kırkının dolması, ölünün arkasından okutulan mevlit ve dualara kadar gelir.
Sayısız örnek vermek olanaklı elbette.

Bütün bu süreçte gelişe gelişe, büyüye büyüye, büyük incelikle damıtılarak, fırtınalarla, yabancı etkilerle boğuşa boğuşa bugüne gelen Türkçe, zenginliğini buna borçludur.
Ancak neredeyse Cumhuriyet dönemine kadar süren ikili dil ve edebiyat karakteri Cumhuriyet Döneminde bir ve bütün olmuştur. Halk edebiyatı adını verdiğimiz sözlü gelenek ve Divan edebiyatı adı verilen yazılı gelenek yerini bir ve bütün bir edebiyat kültürüne bırakmıştır. Elbette az da olsa bu gelenekleri sürdüren ozanlar var. Özellikle Halk Şiiri Geleneğinde…

Eski-yeni şiir geleneğinde şairlerin ait oldukları dönemde, o dönemin koşullarınca ürettikleri kavram ve sözcükler, benzetmeler, sanatlı sözler de taşınmıştır. Bunlardan pek çoğu çok sevildiği için zaman içinde kullanıla kullanıla kalıplaşmış ve “mazmun” dediğimiz kalıp sözler ortaya çıkmıştır. Hem Halk edebiyatında hem Divan Edebiyatında çok sık kullanılan söz varlıklarıdır bunlar.
Turna kuşunun ayrılığı, özlemi simgelediğini; bir haberci, özlemleri, acıları sevdiklerine iletmek için bir aracı olduğunu biliriz. İlk kim kullanmıştır, bilinmez;  ancak bütün halk şiiri geleneğinde gurbeti, özlemi, ayrılık acısını simgelemiştir. Turnalar uçar yâre haber götürür.
Bülbül-gül, bir türlü kavuşamayan sevgililerdir. İlkbahar bütün görkemine karşın ayrılığın nedenidir. Bahar gelir, güller açılır, yüce dağlar yol olur.
Sevgililer hep ala gözlüdür; Dede Korkut’ta Bamsı Beyrek’in sevgili karısından Karacaoğlan’a…

Ak meleğim göç eylemiş yurdundan
Havalanmış minnet etsem iner mi
Can çıkmazsa o kurtulmaz bu demden
Alev almış ateş dağı söner mi
        Nesimi
*
Akça kızlar göç eyledi yurdundan
Koç yiğitler deli oldu derdinden
Gün öğle sonu da belin ardından
Saydım altı güzel indi pınara
      Karac'oğlan

Bu iki dörtlüğün ilk dizesinde yer alan mazmun - kalıp söz “akça kız - ak melek, yurdundan göç eylemek” tir, görüldüğü gibi. Söylem-duygu tıpatıp aynı.
1339-1344 yılları arasında Bağdat'ın Nesim kasabasında doğduğu (14.YY.) sanılan Seyyid Nesimi ile 17. YY. da yaşadığı sanılan, göçebe Türkmen obalarında yetişen Karacaoğlan arasında gerek yaşam tarzları, gerek eğitimleri gerekse şiir anlayışları açısından hiçbir bağ ve benzerlik yoktur.
Nesimi, Dini- Tasavvufi Türk Halk Edebiyatı diye adlandıran edebiyatın temsilcisidir. Hurufiliği benimsemiş, Farsça, Arapça şiirler yazacak kadar dil bilen eğitimli bir Türk şairidir. Halep’te idam edilmiştir.
Karacaoğlan ise Âşık Edebiyatı olarak adlandırılan gelenek içinde yer alır. Din konularına hemen hiç değinmemiş, aşkın, sevdanın, ayrılığın ve Türkçe’nin şairi olarak bilinir. Ümmidir, yani mektep medrese görmemiştir.
Ama her ikisi de, Türk dilinin söz hazinesi içinde yer alan, bu hazineyi zengin kılan aynı kalıp sözleri kullanıyorlar. 
Sözlü edebiyatın en önemli özelliği geleneksel oluşudur, geleneklere dayalı olması, birikimleri sözlü olarak aktarmasıdır. Dolayısıyla bu geleneği teslim alan sanatçı, kendi imbiğinden geçirdiği geleneği kendinden sonrakilere aktarır. Asla tekrara, yeknesaklığa düşmeden bu şiir geleneğinin aktarılması büyüleyicidir.
Çağlar öncesinden çağlar sonrasına yapılan bu dil yolcuğu şaşırtıcıdır.

Bakın, sözcükler, (benzetme-metafor) neredeyse iki bin yıllık yolculuğuna nasıl çıkmış:
“Salkım salkım tan yelleri estiği zaman
Sakallı bozaç turgay şakıdığı zaman
Sakalı uzun Tat eri banladığı zaman
Bidev atlar sahibini görüp ukrayınca
Aklı karalı seçildiği çağda
Göğsü güzel kaba dağlara gün değince
Bey yiğitlerin, cılasınların birbirine koyulduğu çağda”

Dede Korkut
Dirse Han Oğlu Boğaç Han Hikâyesi’nden

*
Salkım salkım tan yelleri estiğinde
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle
Uzaktan seni düşünürüm İstanbul
Binbir direkli Halicinde akşam
Adalarında bahar
Süleymaniyende güneş
Hey sen güzelsin kavgamızın şehri

Vedat Türkali – İstanbul
*
Salkım
Salkım
Tan
Yelleri
Estiğinde
Ve
Sular
Suları
Dövende
Gümbür
Gümbür
Işık
Düşerdi
Enver Gökçe - Dönerdi Türbinler Döner adlı şiirin ilk dizeleri

Bu benzerliği yakalayanlar oldu elbette. Ama bunu basit bir taklit, intihal gibi görme hatasına düştüler ne yazık ki…
Bu tekrarın, Dede Korkut Öyküleri'nin olağanüstü dil örgüsünün çağlar sonrasını etkilemesi gibi görmek, bunu yeniden söyleyen şairin de olağanüstü bir dil - kültür birikimine sahip olduğunu bilmek gerek.
Kaldı ki, Halk Şiirine ilgi duyanlar bilir; “Salkım salkım tan yelleri esmesi” halk şiirinde çok yaygın bir mazmundur. Bulutlar dağ başında salkım salkım toplanır, rüzgâr salkım salkım eser.

“Gök kubbenin altında söylenmemiş söz yoktur.” diye bir söz vardır. Bu sözü Sakrates’e, Çiçero’ya, İncil’e bağlayanlar var.
Bu söz doğrudur elbette ama yinelenen söz, bilgi, birikim asla birbirinin aynısı değildir, olması da olanaksızdır. Sözü söyleyen her kişinin ağzında artık benzersiz olmuştur.
Çünkü insanın ortaya çıkışından, uygarlığın ilk tohumlarının atılmasından bu yana milyarlarca, birbirine asla benzemeyen insan geldi geçti. Milyarlarca farklı duygu, bakış açısı, yürek ve akıl demektir bu. Milyarlarca farklı anlam… Demem o ki; söz aynı ama söyleyen yürek farklı.
Karacaoğlan- Nesimi’deki söz benzerliğini bir kez daha anımsamak gerek. Meraklısı şiirlerin aslını bulup ne denli farklı duyguların işlendiğini görebilir; yazı zaten uzun oldu, kendimi frenleyemedim, ben bu riske girmeyeceğim.
Sözü, sözün asıl sahiplerine bırakıyorum.

Büyük şair Nazım Hikmet;
“Biliyorum benden önce söylenmiş bütün bunlar
Benden sonra da söylenecek
Benden önce duyulmuş bu keder
Benden sonra da duyulacak…” diyor ya, öyle işte.

***
“Bir gülün bağında bülbül figanım
Bülbül güle hasret, gül de bülbüle
Ah u zar içinde geçen zamanı
Bülbül güle hasret, gül de bülbüle”         Âşık Şükrani (Günümüz)

---
Gül hâra düştü sîne-figâr oldu andelîb
Bir hâra baktı bir güle zâr oldu andelîb       Nâili    (17.YY.)

“Gül dikene düştü, bülbülün göğsü yaralandı, Bir dikene, bir güle baktı ve ağladı”
--- 
“Hâr-ı gamda ‘andelîb eyler figân u zârlar
Goncalarla salınur sahn-ı çemende hârlar”          Baki     (16. YY.)
 ---
“İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile
Gül budağının mizacına gire kurtara su"             Fuzuli    (16. YY.)
---
“Bülbül ne yatarsın, bahar erişti?
Ulu sular bulandığı zamandır.
Kat kat olup gül yaprağa karıştı,
Yine bülbül kul olduğu zamandır.

Yine bahar oldu, açıldı güller,
Figana başladı yine bülbüller.
Başka bir hâl olup açtı sümbüller,
Âşıkların del'olduğu zamandır.”  Karacaoğlan    (16. YY sonu- 17. YY. başı)

Feride Yaşar Özdemir
Emekli Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni


20 Şubat 2019 Çarşamba

DİLİMİZ: ANA SÜTÜ GİBİ TERTEMİZ


                             DİLİMİZ: ANA SÜTÜ GİBİ TERTEMİZ
“Dil, düşüncenin aynasıdır. Dilimiz ne ise düşüncemiz de odur…”

Bir türlü anlam veremediğim, duyduğumda tüylerimi ürperten şu cümleler son günlerde iyice yaygınlaştı:
“Sözlerim maksadını aştı. Ben aslında demek istemiştim ki…”
“Beni yanlış anladın, ben öyle demek istemedim, aslında…” 
Televizyon haberlerinde, gazetelerde, eş dost toplantılarında, sınıflarda, sokaklarda, her yerde…
İyi de kardeşim, sen, bu şekilde kafanın içinin bomboş olduğunu da itiraf etmiş olmuyor musun? Ne demek istediysen onu söylesene! Ağzından çıkanlar beynine hiç mi uğramadı?
Düşünmeden, ölçüp biçmeden, sözlerini tartmadan konuşursan işte böyle olur.
Sözlerimiz bizim düşüncelerimizi yansıtır. Birikimlerimiz, deneyimlerimiz, kişiliğimiz, kimliğimiz açıkça sözlerimize yansır.
Küfürbaz iseniz ruhunuz budur.
Gülen bir yüzle sevgi, saygı dolu sözler söylüyorsanız birilerine, ruhunuz budur.
Birilerini rencide ediyorsanız sözlerinizle, ruhunuz budur.
Boş sözlerle birilerinin kafasını karıştırıyorsanız eğer ve birilerini bıktırıyorsanız kafanız da boştur, gönlünüz de…
Söz maksadı aşmaz gerçekte. Sözü aşan maksattır. Sürç-i lisan ettiyse sorun yok. Dili sürçenlere diyeceğimiz olmaz.
Laf dönüyor dolaşıyor, ruhu da kafayı da besleyemediğimiz gerçeğine geliyor.
Toplum olarak, yeterli beslenmekten yalnızca karın doyurmayı anladığımız için ruhun beslenmesi gibi bir derdimiz de yok.
Kitap okumamak en büyük eksikliğimiz. Eğitimcilerimizden eğitimlilerimize -herkes üstüne alınsın- kim okuyor, kim okumayı iş edinmiş, kim kitaplarla dost olabilmiş, gerçekten dost ama.
Sözcükler gereksinimden doğar. Yaşamımıza kattığımız ya da yaşantılarımıza kendisini dayatan kavramları karşılamak için yeni sözcüklere sarılırız. Eğer bu sözleri üretecek birikiminiz yoksa kavramları aldığınız kaynaktaki karşılıkları kullanmayı sürdürürsünüz. Diliniz ilk kurşunu almıştır bile, farkına varmazsınız.
Alışveriş yaparken beden numarasını bile İngilizceden alınan sözcüklerin ilk harfleriyle arayan bir nesil oluştu. Etiketlerde de aynı harfler var. S, L, XL, XXL gibi…
Satıcı soruyor:
-          Bedeniniz kaç?
-          Dört ya da beş…
-          Dört yok, teyze, sana iksikslarç da uyar, vereyim mi?

Şimdi bu konuşmanın neresi düzeltilmeli? “Bedeniniz kaç” ile mi başlasak “iksikslarç ” ile mi? Yoksa hiç tanımadığı birine “Teyze” diyen, “sen”diyen satıcıya mı kızsak önce?

Verdiğim örnek, “Bu da nereden çıktı?” mı dedirtti size, nereden çıkacak; buradaki teyze bendim.
Otobüste sürücü bağırıyor: “Bakkallar var mı?”
Gençler “randevulaşıyor”, saat “üç gibi” buluşacaklar. Demek istedikleri, tam olarak üçtür ama ille de İngilizce cümle yapısından olduğu gibi aktarılan  “gibi” sözcüğünü kullanmaları gerekiyor. Moda ya, kullanılmazsa olmaz. Uysa da olur uymasa da, düşünmeye ne gerek var! Oysa biz tam ve kesin saatler için o sayıyı söyleriz, yaklaşık bir süre kullanacaksak, kesin saat veremiyorsak “sularında” gibi güzeller güzeli bir sözcüğümüz vardır, onu kullanırız: “Saat üç sularında gelirim.”
Öğrencilerime “Arkadaşlarınız nerede?”diye soruyorum, “Faaliyetteler.”yanıtını alıyorum. Yer adı ya da bir işin adını söyler gibi…
Bir bürokrat emrinde çalışanlarla tanışmaya çalışıyor: “Sen kimsin?”
“Dil düşüncenin aynasıdır. Dilimiz ne ise düşüncemiz de odur.”
Dil bir iletişim aracıdır. İletişim araçlarının en gelişmişidir üstelik. Toplu yaşamın, birlikte, barış içinde, huzurla yaşamanın yolu sağlıklı iletişimden geçer. Sağlıklı iletişimin tek koşulu da dil dediğimiz aracı doğru, güzel ve etkili kullanmaktır.
“200 sözcükle düşünen birisi, 2000 sözcükle düşünen birisini anlayamaz.” Anooshirvan Miandji
Son söz Yunus Emre’nin. Üstüne laf söylemek ne haddimize...

SÖZ OLA

Sözü bilen kişinin,
Yüzünü ağ ede bir söz
Sözü pişirip diyenin,
İşini sağ ede bir söz

Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı,
Yağ ile bal ede bir söz

Kişi bile söz demini,
Demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini,
Sekiz uçmağ ede bir söz

Yunus şimdi söz yatından,
Söyle sözü gayetinden
Pek sakın o şah katından,
Seni ırak ede bir söz


************
Yazı 2011 yılında yazılmıştı. Anımsatmak gerekti.

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...