Bilim
adamları uygarlığın ateşin kullanılmasıyla başladığını söylüyor. Ateşi kullanma
becerisi pişmiş yiyecekleri ve yeni teknolojileri de beraberinde getirdiği için
insanın gelişiminde önemli bir adım olarak kabul ediliyor.
Son bulgular
da, insanın atalarının 1 milyon yıl önce ateşi kullanmayı bildiklerine dair
yeni kanıtlar ortaya çıkarmış.
Bugün
erişilen uygarlık düzeyi 1 milyon yıllık insan macerasını özetliyor diyebilir
miyiz? Neden olmasın?…
Benim hep
şaşırtıcı bulduğum insanlığın, bu uygarlığı dünyada dolaşıma sokma yöntemi…
A noktasında
yaşayan insan topluluklarının her türlü kültürel değerlerinin, zenginliğinin B
noktasında yaşayan topluluklarca alınıp, özümsenip, zenginleştirilip,
geliştirildikten sonra A noktasına aktarılması… A noktasından da aynı yolla
geri gelmesi… Büyüleyici bir döngü… Bütün coğrafyalarda rüzgârla taşınan
polenler gibi yeşermesi, yetişmesi…
Savaşlar,
yenilgiler, zaferler, göçler, ticaret, istilalar (…) taşıyıcı…
Bir savaşta
tutsak alınıp köleleştirilen bir insanın dilini, inancını, geleneklerini, aidiyetlerini,
hayallerini, değerlerini geride bırakıp hemen asimile olması olanaksız.
Kültürünü gittiği yerlerdeki kültürlerle harmanlaması kaçınılmaz.
Tarih boyunca
göçler ve ticaret, çok etkili kültür taşıyıcısı olmadılar mı?
Dede Korkut
Öykülerindeki “Basat’ın Tepegöz’ü Öldürmesi” adlı fantastik öykünün, Homeros’un
(gezgin bir ozan-destancı) anlattığı Odysseia (Odesa) destanında Odisseus’un
maceralarından birinde, bir adada tek gözlü titanla mücadelesinin birebir aynı olması nasıl açıklanabilirdi ki?
Dede Korkut
Öyküleri İslamiyet’in kabulünden çok önce oluşmaya başlayan destansı
öykülerdir. Sözlü ürünler olarak gelişimini, dolaşımını ta 15. Yüzyılda
tamamlamış, yazıya geçirildikten sonra her hangi bir değişim geçirmemiştir.
Burada yer alan tek gözlü dev motifi, bu devle yürütülen mücadele hangi yolla
Homeros’tan alınmış olabilir. Homeros’tan alınmıştır deme nedenim ait oldukları
tarihle ilgili. (Homeros'un MÖ 7. ya da 8. Yüzyıl’da yaşadığı söylenir.)
Türkler Asya Kıtası'nda kuzey-güney, doğu-batı yönlerine taşınmaya başladıklarında, atlarının
terkisinde kendi kültürleri vardı. Ama bu kültür, tarih içinde Çin’den,
İran’dan Hint yarımadası kavimlerinden vb. alınanla çoktan karışmış, kendi
dilini, geleneğini oluşturmuş bir kültürdü.
Göktürk
Yazıtlarının her birinin dört cephesinden biri Çince’dir.
Saka
Türklerinin hükümdarı, destanlaşmış Alper Tunga, İran Destanı Şehname’de
Afrasiyab adıyla yer alır.
Türkler, yol boyunca
konup göçerken, savaşırken kondukları yerlerden aldıklarını atlarının terkisine attıkları heybeye eklemiş, konaklara da kendininkilerden bırakmışlardı.
Anadolu’ya
geldiğinde taşıdığı bu birikimi güzelce etrafa savurmuş, zaten on binlerce
yıllık bir uygarlık geleneğine sahip olan bereketli ana toprağı - Anadolu bu
tohumları bağrında beslemiş büyütmüş; Cevat Şakir, Azra Erhat, Sabahattin
Eyüboğlu gibi Anadolu uygarlığı çocuklarının dediği gibi, eşsiz güzellikte bir
“Anadolu Mozaiği” ortaya çıkmıştır.
Edebiyat bu
uygarlık gelişiminin sonsuz-sınırsız belleği olmuştur. Diğer sanat dalları da
elbette üzerlerine düşen koruyucu-yayıcı işlevleri yerine getirmişlerdir. İlkel
insanın mağara duvarlarına çizdiği resimleri düşünün. Ya da Orta Asya göçebe
kültürünün ürünü olan kubbe biçimli çadırların Anadolu’da Camii kubbelerinde
yaşam bulduğunu.
Ağacı kutsal
sayan eski şaman-Türk geleneği, Anadolu’da dilek dilemek için bezler bağlanan
ağaçlarda yaşar. Uğurlu sayılan 40 sayısı beylerin yanlarında bulundurdukları
40 yiğitten, ölünün arkasından tutulan 40 günlük yastan yola çıkar Anadolu’da
bebeğin kırkının dolması, ölünün arkasından okutulan mevlit ve dualara kadar
gelir.
Sayısız örnek
vermek olanaklı elbette.
Bütün bu
süreçte gelişe gelişe, büyüye büyüye, büyük incelikle damıtılarak, fırtınalarla, yabancı
etkilerle boğuşa boğuşa bugüne gelen Türkçe, zenginliğini buna borçludur.
Ancak
neredeyse Cumhuriyet dönemine kadar süren ikili dil ve edebiyat karakteri
Cumhuriyet Döneminde bir ve bütün olmuştur. Halk edebiyatı adını verdiğimiz
sözlü gelenek ve Divan edebiyatı adı verilen yazılı gelenek yerini bir ve bütün
bir edebiyat kültürüne bırakmıştır. Elbette az da olsa bu gelenekleri sürdüren
ozanlar var. Özellikle Halk Şiiri Geleneğinde…
Eski-yeni
şiir geleneğinde şairlerin ait oldukları dönemde, o dönemin koşullarınca
ürettikleri kavram ve sözcükler, benzetmeler, sanatlı sözler de taşınmıştır.
Bunlardan pek çoğu çok sevildiği için zaman içinde kullanıla kullanıla
kalıplaşmış ve “mazmun” dediğimiz kalıp sözler ortaya çıkmıştır. Hem Halk
edebiyatında hem Divan Edebiyatında çok sık kullanılan söz varlıklarıdır bunlar.
Turna kuşunun
ayrılığı, özlemi simgelediğini; bir haberci, özlemleri, acıları sevdiklerine
iletmek için bir aracı olduğunu biliriz. İlk kim kullanmıştır, bilinmez; ancak bütün halk şiiri geleneğinde gurbeti,
özlemi, ayrılık acısını simgelemiştir. Turnalar uçar yâre haber götürür.
Bülbül-gül,
bir türlü kavuşamayan sevgililerdir. İlkbahar bütün görkemine karşın ayrılığın
nedenidir. Bahar gelir, güller açılır, yüce dağlar yol olur.
Sevgililer
hep ala gözlüdür; Dede Korkut’ta Bamsı Beyrek’in sevgili karısından Karacaoğlan’a…
Ak meleğim
göç eylemiş yurdundan
Havalanmış
minnet etsem iner mi
Can çıkmazsa
o kurtulmaz bu demden
Alev almış
ateş dağı söner mi
Nesimi
*
Akça kızlar
göç eyledi yurdundan
Koç yiğitler
deli oldu derdinden
Gün öğle sonu
da belin ardından
Saydım altı
güzel indi pınara
Karac'oğlan
Bu iki
dörtlüğün ilk dizesinde yer alan mazmun - kalıp söz “akça kız - ak melek,
yurdundan göç eylemek” tir, görüldüğü gibi. Söylem-duygu tıpatıp aynı.
1339-1344
yılları arasında Bağdat'ın Nesim kasabasında doğduğu (14.YY.) sanılan Seyyid
Nesimi ile 17. YY. da yaşadığı sanılan, göçebe Türkmen obalarında yetişen
Karacaoğlan arasında gerek yaşam tarzları, gerek eğitimleri gerekse şiir
anlayışları açısından hiçbir bağ ve benzerlik yoktur.
Nesimi, Dini-
Tasavvufi Türk Halk Edebiyatı diye adlandıran edebiyatın temsilcisidir. Hurufiliği
benimsemiş, Farsça, Arapça şiirler yazacak kadar dil bilen eğitimli bir Türk
şairidir. Halep’te idam edilmiştir.
Karacaoğlan
ise Âşık Edebiyatı olarak adlandırılan gelenek içinde yer alır. Din konularına
hemen hiç değinmemiş, aşkın, sevdanın, ayrılığın ve Türkçe’nin şairi olarak
bilinir. Ümmidir, yani mektep medrese görmemiştir.
Ama her ikisi de, Türk
dilinin söz hazinesi içinde yer alan, bu hazineyi zengin kılan aynı kalıp
sözleri kullanıyorlar.
Sözlü edebiyatın en önemli özelliği geleneksel oluşudur,
geleneklere dayalı olması, birikimleri sözlü olarak aktarmasıdır. Dolayısıyla
bu geleneği teslim alan sanatçı, kendi imbiğinden geçirdiği geleneği kendinden
sonrakilere aktarır. Asla tekrara, yeknesaklığa düşmeden bu şiir geleneğinin
aktarılması büyüleyicidir.
Çağlar
öncesinden çağlar sonrasına yapılan bu dil yolcuğu şaşırtıcıdır.
Bakın,
sözcükler, (benzetme-metafor) neredeyse iki bin yıllık yolculuğuna nasıl
çıkmış:
“Salkım salkım
tan yelleri estiği zaman
Sakallı bozaç
turgay şakıdığı zaman
Sakalı uzun
Tat eri banladığı zaman
Bidev atlar
sahibini görüp ukrayınca
Aklı karalı
seçildiği çağda
Göğsü güzel
kaba dağlara gün değince
Bey
yiğitlerin, cılasınların birbirine koyulduğu çağda”
Dede Korkut
Dirse Han Oğlu
Boğaç Han Hikâyesi’nden
*
Salkım salkım
tan yelleri estiğinde
Mavi
patiskaları yırtan gemilerinle
Uzaktan seni
düşünürüm İstanbul
Binbir direkli
Halicinde akşam
Adalarında
bahar
Süleymaniyende
güneş
Hey sen
güzelsin kavgamızın şehri
Vedat Türkali –
İstanbul
*
Salkım
Salkım
Tan
Yelleri
Estiğinde
Ve
Sular
Suları
Dövende
Gümbür
Gümbür
Işık
Düşerdi
Enver Gökçe - Dönerdi Türbinler Döner adlı şiirin ilk dizeleri
Bu benzerliği yakalayanlar oldu
elbette. Ama bunu basit bir taklit, intihal gibi görme hatasına düştüler ne
yazık ki…
Bu tekrarın, Dede Korkut
Öyküleri'nin olağanüstü dil örgüsünün çağlar sonrasını etkilemesi gibi görmek,
bunu yeniden söyleyen şairin de olağanüstü bir dil - kültür birikimine sahip
olduğunu bilmek gerek.
Kaldı ki, Halk Şiirine ilgi
duyanlar bilir; “Salkım salkım tan yelleri esmesi” halk şiirinde çok yaygın bir
mazmundur. Bulutlar dağ başında salkım salkım toplanır, rüzgâr salkım salkım
eser.
“Gök kubbenin altında söylenmemiş
söz yoktur.” diye bir söz vardır. Bu sözü Sakrates’e, Çiçero’ya, İncil’e
bağlayanlar var.
Bu söz doğrudur elbette ama
yinelenen söz, bilgi, birikim asla birbirinin aynısı değildir, olması da
olanaksızdır. Sözü söyleyen her kişinin ağzında artık benzersiz olmuştur.
Çünkü insanın ortaya çıkışından,
uygarlığın ilk tohumlarının atılmasından bu yana milyarlarca, birbirine asla
benzemeyen insan geldi geçti. Milyarlarca farklı duygu, bakış açısı, yürek ve
akıl demektir bu. Milyarlarca farklı anlam… Demem o ki; söz aynı ama söyleyen
yürek farklı.
Karacaoğlan- Nesimi’deki söz
benzerliğini bir kez daha anımsamak gerek. Meraklısı şiirlerin aslını bulup ne
denli farklı duyguların işlendiğini görebilir; yazı zaten uzun oldu, kendimi
frenleyemedim, ben bu riske girmeyeceğim.
Sözü, sözün asıl sahiplerine
bırakıyorum.
Büyük şair Nazım Hikmet;
“Biliyorum benden önce söylenmiş
bütün bunlar
Benden sonra da söylenecek
Benden önce duyulmuş bu keder
Benden sonra da duyulacak…” diyor
ya, öyle işte.
***
“Bir gülün bağında bülbül figanım
Bülbül güle hasret, gül de
bülbüle
Ah u zar içinde geçen zamanı
Bülbül güle hasret, gül de
bülbüle” Âşık Şükrani (Günümüz)
---
Gül hâra düştü sîne-figâr oldu
andelîb
Bir hâra baktı bir güle zâr oldu
andelîb Nâili (17.YY.)
“Gül dikene düştü, bülbülün göğsü
yaralandı, Bir dikene, bir güle baktı ve ağladı”
---
“Hâr-ı gamda ‘andelîb eyler figân
u zârlar
Goncalarla salınur sahn-ı çemende
hârlar” Baki
(16. YY.)
---
“İçmek ister bülbülün kanın meger
bir reng ile
Gül budağının mizacına gire
kurtara su" Fuzuli (16. YY.)
---
“Bülbül ne yatarsın, bahar
erişti?
Ulu sular bulandığı zamandır.
Kat kat olup gül yaprağa karıştı,
Yine bülbül kul olduğu zamandır.
Yine bahar oldu, açıldı güller,
Figana başladı yine bülbüller.
Başka bir hâl olup açtı
sümbüller,
Âşıkların del'olduğu zamandır.” Karacaoğlan
(16. YY sonu- 17. YY. başı)
Feride Yaşar Özdemir
Emekli Türk Dili ve Edebiyatı
Öğretmeni
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder