9 Haziran 2024 Pazar

DOSTLUK DEDİĞİN

 






DOSTLUK DEDİĞİN
Sevgili eşim gittiğinden beri bir başka boyutta yaşıyor gibiyim. Nefes alıyorum, yiyor, içiyorum, konuşuyor, gülüp ağlıyorum. Ama bunları ben yapmıyor gibiyim. Kendimi bir başkasını izler gibi izliyorum. Gerçeklik duygumu yitirdim sanırım. Kocaman bir boşluğun içindeyim.
Hep böyle sürecek sandığım anda, o boşluğa bir görüntü geldi, yerleşti.
Emine (can arkadaşım, şifacım) geriden, elinde yukarı kaldırarak taşıdığı bir taşla görünüyor. Bize sesleniyor; “Taş taşırım, laf taşımam.” Elindeki taş kilitli parke taşı. Ağırca ama o umursamadan sallıyor taşı. Ne yapmaya çalıştığını anlıyorum ve az önce ağlamak üzereyken kahkahayı basıyorum. Gerçekten şifacı o. (Okulda, bronşitimi nasıl sağalttığını anımsıyorum. Diğer odalardan çift yastığı olanlardan topladığı yastıklarla sırtıma destek yaptığını, göğsüme, sırtıma havlular koyduğunu…)
Minibüse binerken ayırdında olmamışım, fazla zorlanmadan binmiştim. İnerken biraz zorlandım ama umursamadım da… Ancak kahveleri içip sohbetin de dibine vurduğumuz o güzel sahil kahvesinden çıkıp minibüse binmek istediğimde gerçek bir trajedi patladı. Basamak çok yüksek, protezli bacakları kaldırmak ne mümkün. Meğer binerken araba kaldırıma yanaştığı için kolay binmişim.
İçimde bir çığlık koptu, çığlık gözyaşı oldu, gözlerime aktı. Sürücü bir elimden, kızlar diğer elimden çekiştiriyor. Ülker arkamdan kaldırmaya çalışıyor ama nafile. Ben bir ayağımı kaldırabilsem olacak…
Minibüsün kapısı önünde hepimiz çaresiziz; ne yapacağımı bilemiyorum, utançla karışık bir minnet duygusuyla arkadaşlarımdan özür diliyorum.
Ve bir ses…
“Taş taşırım, laf taşımam.”
Güzel kardeşim benim, çareyi bulmuş. Taşı koydu yere, kendisi önce bindi (Taşa basarak üstelik. Halden anlıyor. Kendisi de benden birkaç yıl önce yaşadı aynı şeyleri.) Sonra iki kişi elimden tutup çektiler beni. Artık gözyaşlarımı gizlemiyorum.
Sonraki duraklarda o taş önce indirildi. Biz 13 yetmişlik kız taşa basarak indik çıktık. Meğer herkesin gereksinimi buymuş.
Takılıyorum; taş benim ama ben adak, siz yudak oldunuz, diyorum.
Güzinciğim ev sahibimiz, organizatörümüz, onun tuttuğu aracın sürücüsü de bir can ki sormayın. Delikanlı bizi, biz onu çok sevdik. Nazımıza oynuyor. Dur diyoruz, duruyor, kalk diyoruz kalkıyor.
İçimdeki dev boşluğun duvarına yerleşen resim buydu.
Yıllardır sınıf arkadaşlarımızla yılda bir kez buluşuruz. Ben her buluşmaya katılamadım. Önceleri ben giderken Yaşar’ın hüzünlenmesi ve çocuk gibi boynunu bükmesi yüzünden bazı buluşmalara gitmedim. Çünkü anlaşmıştık, okulumuz kız okuluydu ve biz bu buluşmalarda kız kıza olalım istedik. Yaşar’ı götüremezdim. Ben emekli olduktan sonra Yaşar, sanırım bana kıyamıyordu ki beni heveslendiren bu kez o oldu. Ama pandemi yasakları, ardından kendisinin hastalığı engelledi. Uzunca bir aradan sonra ailemin ve arkadaşlarımın ısrarıyla ilk katılımım bu oldu.
İzmir’de buluştuk. Organizatör Güzin, yardımcısı Ülker… Geleneğimizdir; hangi kentte buluşacaksak oralı biri her şeyi ayarlar. O kentten biri yoksa aramızda, eşten dosttan yardım istenir.
24 kişiyiz sınıfta. Yatılıyız, üç yıl ekmeğimizi bölüştük, giysilerimiz bile komün malı gibiydi. Kimin gereksinimi varsa o istediğini alabilirdi.
Babacığımın gönderdiği elmalar ben daha tadına bile bakmadan yarım saatte biterdi. Evden gelen turşularımın sonu da aynı… Sanki ben onlara acır mıydım? Dolapta kimin neyi varsa arar bulurum. Nişanlı arkadaşlarımız vardı, nişanlıların getirdiği çikolatalara ne oldu dersiniz?
Geç saatlere dek çalışıyor ve acıkıyoruz. Dolaplarda salçadan başka yiyecek kalmamış. (Öyle ya, bir zamanlar evlerde en organiğinden domateslerle salçalar yapılır; en yemeksiz zamanlarda haşlanmış patates, soğan ve ekmeğe sürülmüş salça iştahla yenirdi. Bizimkiler de dahil evlere salça sipariş edilirdi.)
Birkaç kişi mutfağa yollanır. Ancak gece yarısı mutfak kapalı. Okulun bodrumunda sığınaklar var. O sığınaklarda ışık olmaz. Zifiri karanlık… Sığınaklardan mutfağa geçmek olanaklı. Çakmak ışığında ürkekçe, sessizce sığınaklara inilir, mutfaktan soğanlar alınır, yemekhaneye çıkılır, kilitli ekmek dolaplarının altından dolabın kapağı kanırtılarak aralanır, alınabildiği kadar ekmek alınır… Haydi ziyafete…
Diğer bölümlerdeki arkadaşlarımız da aynı şeyi yaparlar mıydı, bilmem ancak biz Türkçe bölümündekiler biraz fazla haşarıydık.
Öğretmen kürsüsünü davul niyetine kullanırken kürsüyü patlatmışlığımız vardır.
Postacının gelme saatinde, tuvalete gitme bahanesiyle dışarı çıkıp, sınıfın mektuplarını danışmadan almak, gömleğimizin içine saklayıp sınıfa dönmek, sıraların altından sahiplerine dağıtmak…
Anlaşıldığı üzere, okulumuz yüksek okul, bizler 18 üstü genç kızlarız; bize uygulanan katı disiplin artık tedavülden kalktı. Derslere katılmak zorunlu, her ders yoklama alınır, okuldan çıkış ve giriş saatleri katı kurallara bağlı. Akşamları ilk etüt zorunlu ama ikincisi serbest.
Doğrusu pek de umurumuzda olmazdı, delikanlılık var serde. Birlikten güç doğar. Dayanışma var, saygı ve sevgi var. Üç yıl boyunca kimse kimseyi kırmadı, kötü söz söylemedi, kimseye sesini bile yükseltmedi.
Bu yıllık buluşmalarda aynı ruh haline bürünüyoruz. Yaşlar 70 ve üstü… Ancak bize sorsanız daha 20’li yaşlardayız. Minibüse çıkmakta zorlanıyoruz ama her birimizden onlarca 20’lik genç çıkar. Aklımızla ruhumuzla çok güzeliz yani.
Otelden çıkıp minibüse biner binmez Emine ayağa fırladı, Edirne ağzıyla bir anons geçti ki Cem Yılmaz eline su dökemez. O ciddi, ağırbaşlı yüz ifadesini silmeden öyle laflar ediyor ki… Bizler kahkahadan çatlayacak haldeyiz. Cahide, Emine, Necmiye en matraklarımız.
Bu yıl Cahide de yaslı. Eşini yıldızlara uğurlayalı çok olmadı. Ben Cahide’nin yüzüne bakamıyorum, ağlamak geliyor içimden.
Bir arkadaşımız, Fatmacığımız çok çok erken yaşama veda etmiş. Hiç bizimle olamadı. Birkaç kişi de türlü nedenlerle katılamıyorlar. Her yıl sınıfın yarısı toplanabiliyor. Bu yıl mezuniyetimizin ellinci yılıydı, özeldi. Çok da hüzünlendik.
Buluşma gününden bir gün önce İzmir’deyim. Ülker konuk etti beni. Değerli eşiyle tanışma fırsatı buldum.
Ali Bey 68 kuşağından. Devrimci mücadelenin içinden kopup gelmiş. Kimlerle kimlerle sınıf ya da okul arkadaşı…
Anlattıkları çok ufuk açıcı… Hani varlıklarıyla bile kendinizi zengin hissettiğiniz insanlar vardır ya, Ali Bey onlardan. Ankara Dil Tarih’te felsefe okumuş, dergiler çıkarmış, tam bir savaşçı…
Ülker ve Ali Bey içimdeki boşluğa şifa veren bir tablo olarak yerlerini aldılar.

Emine ve Nafize gecikti. Emine eşiyle erken yola çıktıklarını söylemişti. Biz ikisini de beklemedik, İzmir’i dolaşıyoruz. Yemek için bir yerde durakladık. İkisi de orada yetişti bize. Nafize’nin otobüs saati öyle denk gelmiş ama Emine, gecikme nedenini O Cem Yılmaz üstü edasıyla anlatmaya başlayınca yerlere yattık.

Efendiiim, İzmir’e yazlıktan gelecekleri için eşiyle birlikte yola çıkmışlar. (Enver’le taa okuldayken nişanlanmışlardı.)
Enver ailesinde prostat illetinin irsi olduğunu düşünüyor. Bu yüzden diken üstünde. Sık sık doktora gidiyor hem de alanında uzman, tanınmış doktorlar, prof.lar falan. Sonuçlar hep çok iyi… Ancak prostat korkusu sürüyor… Bir komşuları Bursa'nın Mustafakemalpaşa ilçesinin Kestelek köyünde bulunan şifalı suyun prostat hastalarına iyi geldiğini anlatmış. İzmir’e doğru yola çıkmışlar ama kardeşimizin aklında o köye uğramak var. Arabaya boş su bidonlarını doldurmuşlar. Köyü araya sora bulmuşlar ama kaç yanlış yola girmişler, kaç zaman harcamışlar… Emine bilime, bilimin dediğine inanmıyor da suyun şifasından yardım umuyor diye homurdanmış, söylenmiş, buluşmaya geç kalmakmış asıl korkusu. Sonunda bidonları doldurup yola koyulmuşlar. Kardeşimiz eşini yatıştırmak için “Sen de içersin bu sudan.” diyecek olmuş. Emine gürlemiş; “Bende prostat mı var?” Asıl komik olan neymiş, biliyor musunuz? Can kardeşim suyun etkisini hemen gösterdiğini düşünüyormuş.

Vardığımız sonuç erkeklerin yaşlanınca çocuklaştığı hükmü oldu, iyi mi?
Bunları anlatırken kahkahalarla gülüyor ve bizi de kırıp geçiriyordu. Ben kısa kestim. Çok yaşayın siz, emi…
Ne çok ihtiyacım varmış insana, insanlarla gülüşmeye, ağlaşmaya, insanlarla kahkaha atmaya…
Bu arada; araştırdım, Google emmiye sordum. Ülkenin her yerinden o şifalı suya koşanlar varmış.
Ha, Enver kardeşim de 68’lidir. Hepimiz aynı dünya görüşüne sahibiz. Yıllar yıllar sonra aynı düşünceleri paylaşmak güzeldi. Eleştirel bakışımızı hiç bırakmamışız.

Ülker ve Güzin içimi hala sıcacık tutan “an”lar bıraktılar…
Ülker, beni evinde ağırladı demiştim ya, bununla kalsa iyi; kendisini beni koruyup kollamakla da görevlendirdi.

Durum şöyleydi:
Ülker önde, Güzin arkada… Bizler arada güle oynaya geziyoruz. Ülker ev sahibi, yol gösteriyor. Güzin arkamızı topluyor. Geçitlerde ya da karşıya geçilmesi gereken yerlerde Ülker, yolu kontrol ediyor, yolun ortasına kadar ilerliyor ama kollar iki yana doğru açık, kartal kanatları gibi. Avuç içi dışarıya dönük, trafiğe “Dur!” diyor. Bir ara arkasına doğru başını çevirip talimat veriyor kızlara. “Hülya’ya sahip çıkın.” Cahide’nin kardeşi, Sevgili Emine hemen yanımda, kolumda… (Bilmeyenlere; göbek adım Hülya’dır benim.)
Keyifle kikirdiyorum. Hoşuma gidiyor beni kollaması. Sakatlanmış ruhuma ilaç gibi geliyor. Çok da iyi oluyor, elimdeki bastonla bile zorlanıyorum… Kaldırımlar, bozuk parkeler tuzak gibi.
Kartal kanatlı arkadaşım…

Yolda yanımda, arkamda, önümde sürekli beni kollayan Güzin… Canım kardeşim, tuvalette kapıda bekleyen o, unuttuğum ceketimi alıp elime veren o, valizlerimi taşıyan o… Haa, Niğde’nin, Bor’un gelinidir Güzin, Güzin Bor. Bir de hemşerilik durumları var…
Ruhumun boşluğuna astığım iki portre daha…

Ve Nihal… Çiğdem’im, yavrum gibi bir illetle savaşıyor ama yakınmıyor, dertlenmiyor… Gözleri hep gülüyor ama bana öyle geliyor ki o güzel renkli gözlerin ardında bir hüzün gizli… Nihal’e bakarken, onunla konuşurken yüreğim titriyor. İyi olduğunu yazmış birkaç gün önce. Çok sevindim.
Necmiye yeni ameliyat oldu. Dikişlerini aldırıp gelmiş aramıza. Her zamanki gibi şen şakrak, sıcacık, sevgi dolu.

Herkesin bir derdi var… Dedim ya hüzün de boldu kahkaha da…
Bana öyle geldi ki bu kez o kahkahalar içimizdeki hüzünleri gizlemek için atıldı…
Bu yılki buluşma, burada eksik ve kısa anlatıldı. Daha çok kendimle ilgili bir yazı oldu. Oysa balık lokantasında yediğimiz kazığı, sakızlı kurabiye için dört dolanışımızı, bir top dondurmaya 70 lira vermemek için yarım top dondurma yiyişimizi ve herkesi ayrı ayrı anlatacaktım, olmadı işte.
Hepsini, herkesi yazmakta zorlandım.
Aramıza olmayanlar hastalık vb. sıkıntılar nedeniyle bizimle olamadılar. Hepsine sevgiler gönül dolusu.

Safiye Çelik, Necmiye Kırmızı Özbinici, Hicran Serçin, Süheyla Meker, Cahide Püskülcü ve Emine Yoğurtçu kardeşler, Emine Çevik, Nafize Doğrucu, Nihal Soykurum, Şükran Cibiroğlu, Ülker Yücealp, Güzin Bor, yaşadığımız güzellikler için tek tek teşekkürler hepinize. Sizleri çok seviyorum. Bana öyle iyi geldiniz ki…

Necmiye, okul yıllığı çıkarmakla görevlendirilenler arasındaydı. Benim için şunları yazmıştı yıllar önce: “Feride, bir gün sınıfımızın romanını yazacak. Bizler bekliyor olacağız.” Yazamadım canım kardeşim. Ama bu yazı borcumun bir bölümüne sayılsın isterim. Ömrüm olursa, bir gün, roman değil ama 24 kardeşliğin ayrı ayrı öyküsünü yazacağım. Bendeki anıları, aklımdaki ve yüreğimdeki izleri…

Dostluklar var olduğu kadar varız, anladım. Hayatımıza aldığımız insanlar kadar zenginiz, inandım.

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...