14 Nisan 2025 Pazartesi

14 Nisan 2025 Günce

 

14 Nisan 2025

Dışarı çıkmam gerek. Sağ ayağım dışarı çıkarken sol yağım içeri kaçıyor. Canım evden dışarı çıkmak istemiyor.

Zorunluyum. Fizik tedavi için o kadar para verdim, gitmem gerek. Para yakacak gün değil.

Dışarı çıkar çıkmaz soğuk, yüzüme buz gibi bir şamar indirdi. Nefesim kesilir gibi oldu. Durdum, gözlerimi kapadım, derin derin nefes aldım. Bir anda kendime geldiğimi duyumsadım. Soğuk muhteşem, uyuşukluk falan kalmadı.

Bulutların arasından güneş firar etmeye çalışıyor ama etkisiz. Gökyüzüne, bulutlara, güneşe bir selam gönderiyorum.

Fizik tedavi aldığım kuruma, özellikle tedavi odasına en cömertinden sıfır veriyorum. Hijyen berbat.

Hastaların başlarını koydukları, ayaklarının altına aldıkları, kucaklarına aldıkları yastıklar aynı. Birinin ayağından aldıkları yastığı bir diğeri başının altına koyuyor. Ben ellerime destek olsun diye kucağıma…

Yerdeki halı bin yıldır yıkanmamış gibi ve biz ayakkabısız üstüne basıyoruz.

İçim almıyor ama çaresini buldum, evden terlik ve yastık götürüyorum. Burasının özel bir sağlık kurumu olduğunun altını bir kez daha çizeyim.

İşim bitsin, bir daha mı? Tövbe… (Sağlıkta çağ atlamıştık, öyle değil mi?)

Tedavi bugünlük sona erdi. Aile hekimine de gitmeliyim. İlaçlarım bitti.

Dışarı çıkar çıkmaz havada rüzgarla savrulan minik kar taneciklerini görür görmez beni aldı mı bir sevinç. Hep derim ya, kar ve yağmur altında yürümeyi çok özledim. Nasılsa zorunlu da olsa dışarıdayım ve kar yağacak. Ne güzel…

Kendi doktorum yokmuş, bir başkasına yönlendirdiler. Sıramı aldım, bekliyorum. Çok kalabalık.

Bir ara gözüm dışarı kaydı; ne göreyim. Kar başlamış, lapa lapa, hızla iniyor. İçimden bir mutluluk dalgası kabardı. Kar altında yürüyeceğim. Kendime söz, acele etmeden ağır ağır gideceğim.

İnsanları izlemeyi severim. Çok çocuk var. Minik bir oğlan ve ablası koridoru oyun alanı sanmış olmalılar ki hoplayıp zıplıyorlar. Çok da neşeliler. Hasta gibi görünmüyorlar, sonradan anlıyorum ki hasta olan anneleri. Sonra kafamın içinde tilkiler bir mahkeme kuruyorlar ve başlıyorlar kadıncağızı yargılamaya. Bu soğukta ve bu kalabalıkta çocukları hastaneye getirmekle suçlanıyor. Hemen davaya müdahil oluyorum, annenin çocukları bırakacak kimsesi olmadığını anlatıyorum. Anneye beraat…

Benim mahkemem adil bir mahkemedir. Asla kimsenin hakkını yemez. Benim mahkemem defalarca beni de yargılamıştır. Çok sayıda suçlu bulunmuşluğum vardır. İktidarın mahkemesine benzemez. Çok şükür ki böyledir.

Sıram geldi. İçerde bütün içtenliğiyle gülerek “Hoş geldiniz.” diyen bir doktor. İçim ısındı. İlaçlarımı yazdı, ilaçlarımın etkilerini, yan etkilerini, kullanım şeklini tek tek sohbet ederken anlattı. Hiç acelesi yok, hastasını çok önemsiyor. Hastasının yaptığı espriye kahkahayla gülüyor. Espriye espriyle yanıt veriyor. Moral veriyor. Doktor Haydar Can, çok yaşa, çok umur gör, hiçbir keder, hiçbir acı yüreğine uğramasın.

Çıkıyorum, ne göreyim, kar dinmiş. Bulutlar aralanmış. Güneş gene bulutları yırtmaya çabalıyor. Tüh, dedim ama keyfim yerinde.

Eve yaklaştım, 10-15 adım kaldı kalmadı, kar gene başlamaz mı?..

Tüühhh…

 

7 Nisan 2025 Pazartesi

Ülke Halleri

Ülke Halleri
Yazmayı düşündüğüm hoş bir konu vardı; bugün yarın derken yazmak isteğim dışında bir şey kalmamış aklımda.
Neydi, neyi yazacaktım?
Herkes bu tarz unutkanlıkların normal olduğunu söylüyor bana; ben emin değilim, kaygılıyım doğrusu.
Neyse, yazarken aklıma gelir belki. 
***
Annem yalnız yaşamayı seviyor. “Evim evim güzel evim.” diyenlerden. Nereye giderse gitsin, üç gün sonra evine döner. Bereket ileri yaşına karşın yalnız yaşayabilecek denli güçlü biri.
(Şimdilik ve çok şükür.)
Gündüzleri pencereden geleni gideni izlemeyi sever. Dışarı çıkamadığı için dışarıdaki yaşama bu biçimde katılıyor.
Pencerenin tam altında beyaz bir araba park ediyormuş. Sürücüsü çok genç, yakışıklı bir polis memuru, evin karşı tarafındaki apartmanda oturuyormuş. 
Günün birinde pencerede yalnız başına sokağı izleyen annemi fark eder ve el sallar. Annem bu selama karşılık verir. Derken bu bir ritüele dönüşür. Sabah işe giderken, akşam işten dönünce selamlaşmayı hiç ihmal etmez bu güzel çocuk.
Bir gün anneme seslenir, annem pencereyi açar. “Teyzeciğim, bir şeye ihtiyacın var mı?” Annem minnetle teşekkür eder.
Bir başka gün, tam 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününde elinde bir armağan paketi, çıkagelir.
“Teyzeciğim, kadınlar gününüz kutlu olsun.” diyerek annemin elini öper, armağanını verir ve döner. 
Annem biraz şaşkın, çokça mutlu; paketi açar. İçinde güzel mi güzel iki kahve fincanı.
Sonra bayramın ikinci günü akşam saatlerinde annesi, babası, yeğeni falan ailecek anneme bayramlaşmaya gelirler. Annem bu gencecik anne babanın böyle evlat yetiştirmiş olmasından hoşnut, konuklarını ağırlar.
Bu güzel insanlar Adanalıymışlar.
Tası tarağı toplayıp bu güzel ülkeyi çoktan terk ettiğini sandığım “insanlık”, meğer etrafta gezinip yüreğini gönendireceği insanları arar dururmuş.
Annem çok mutlu. “Kızım bir oğul daha buldum.” derken ağzı kulaklarına varıyor.
Benim de içim şenlendi. Adını bile bilmediğim oğul, sen çok yaşa, emi?
***
Benim ev sahibim çok ilginç bir kadın. “İlginç” sözcüğünü beynimden fışkıra fışkıra dilime hücum eden sözcükleri kullanmamak için kullandım.
Çok konuşur, seçtiği sözcükler kulağa nezaket sözcükleri gibi gelse de bildiğiniz bastırma, bıktırma, yıldırma sözcükleri. Örneğin “Feride Hanımcım, siz çok hanımefendi birisiniz. Size çok saygı duyuyorum.” cümlesi “Sakın benimle tartışmaya girme, itiraz etmeden teklifimi kabul et.” anlamındadır.
Her sözleşme döneminde kira pazarlığı için arar, öyle uçuk zam ister ki şoka girersiniz. Yüzde üç yüz zam… Araya sıkıştırılmış iltifatlar ve nezaket sözcükleri eşliğinde “hal-i pür melalini” anlatır da anlatır. Kendisine öyle acındırır ki karı koca avukat olduklarını, babasının çok zengin oluşunu falan unutursunuz, maaşınızı hibe edesiniz gelir. Sırf sussun diye (Yaşar’ımın gün yüzü görmemiş küfürleri eşliğinde) yaptığı zammı kabul etmişliğimiz vardır… Valla…
Ocak ayı başında beni aradı. Ağlayarak salya sümük, babasının çok hasta olduğunu, çok üzgün olduğunu, babasının yanında olabilmek için Niğde’ye taşınacağını, bu nedenle eve ihtiyacı olduğunu, Ankara’daki işlerini tasfiye etmesinin iki yıl süreceğini, iki yıl sonra evi boşaltmam gerektiğini söyledi. Dediğim gibi o tuhaf iltifatlar eşliğinde ve aba altından sopalı bir üslup. İki yıl… Kim öle kim kala… Anlayışlı davrandım, olur dedim.
Ben oluru verir vermez ağıt bitti. 
Bu kez, Ankara’nın nasıl yaşanmaz bir şehir olduğundan, çocuklarını okuttuğu okulların pahalılığından girdi, işyeri ile Ankara’nın lüks semtlerinden birinde bulunan evine gidip gelmenin güçlüğünden çıktı. İstediğini elde etti, artık susar sanırsınız ama ne mümkün. “Ah, yemeğim yandı” diyerek yüzüne kabaca telefonu kapatmadan görüşme bitmedi.
Bir hafta kadar önce gene gözyaşlarına boğulmuş, arıyor. Babası vefat etmiş. Arkasındaki dağ, dayanağı gitmiş. Üzüldüm doğrusu. Baş sağlığı diledim. Nasıl öldüğünden falan derken birkaç dakika nezaket konuşması… Ardından birdenbire gözyaşlarının kesilmesi…
Kuzenleri bir ara gelip pencerelerin ölçüsünü alacaklarmış. Perdeyi şimdiden yaptırmak istiyormuş. Çıkmak için acele etmemeliymişim. Taşınana dek evin gereksinimlerini ucuzken almalıymış. Hepsi birden maddi olarak (bu fakir kadını!) yorarmış. Böyle azar azar giderecekmiş evinin ihtiyaçlarını. Bir ara da kendisi gelip odalara bakacakmış. Bunları itiraz kabul etmem ses tonuyla öyle bir buyurgan söylüyor ki birden gözlerim karardı, öfkeden boğulacak gibi oldum. 
“Hayırdır hanımefendi, hani iki yıl sonra çıkacaktım. Babanız hasta olduğu için gelecektiniz Niğde’ye, ne oldu, hemen mi geliyorsunuz?” dedim. (Beni yakından tanıyan dostlarım, öfkelendiğim zamanlarda nasıl bir insana dönüştüğümü bilirler.) 
“Babanız öleli üç gün bile olmamış. Ağlayarak telefon ettiniz. Sizi duyan kişi, hiç tanışmadığı birine böyle ağlayarak acısını döken birinin acıdan kahrolduğunu düşünür. Ne ara ağlamaktan vazgeçip evinizin perde derdine düştünüz siz? Bu nasıl bir yastır? Babanızın üçüncü gün duası bile okunmamış, siz ucuz alışveriş derdine düşmüşsünüz. Ben eşimi kaybedeli bir yıl oldu, hala, eşimin sevdiği yemekleri gözyaşı dökmeden yapamıyorum. Sizin “nazik, ailesine düşkün, saygılı” bir hanım olduğunuzu düşünmüştüm. Bu nasıl bir insanlıktır?.. Ben, sizi Babam babam diye ağlarken birden iki yıl sonra taşınacağınızı söylediğiniz evin perdelerinin derdine düşen biri gibi hayal etmemiştim. Hadi verdiği sözleri tutmamayı bir yana bırakıyorum da benim canımı bu tuhaf duyarsızlık yaktı. Sizin yerinize benim vicdanım sızladı. Sizin adınıza ben utanıyorum. Hayır, gelemezsiniz, evime girmenize izin vermem.”
Bunları söylerken o hiç ara vermeden konuşmaya devam ediyordu. Beni anlayıp anlamadığını bilmem. Ben sustum ve telefonu kapattım.
***
İşte dostlar, bir güzel genç adamın aydınlattığı yüreğime karabasan gibi çöken bir kadının öyküsü…
Evden çıkacak mıyım? Şimdilik hayır. Kimse beni insanlık dışı yollarla köşeye sıkıştıramaz. İzin vermem, vermeyeceğim. Ayrıca yalan söylendiği açık; herkesi aptal kendini akıllı sanan insanlara yanıldıklarını göstermek “çok sevaptır.” Hem bakalım, hukuk ne diyecek? 😊 
  
(Ha bu arada girişte anlattığım o hoş konuyu hala anımsayamadım. Borcum olsun.)
😎😜

6 Ocak 2025 Pazartesi

DÜNDEN BUGÜNDEN

 Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye çökmüş beş taş oynuyorum. Aradan bunca zaman geçti, görüntü belleğimde pırıl pırıl. Anneannemlerdeyiz. Olsa olsa altı yedi yaşlarındayım.

Canım sıkılıyor. Arkadaş yok. Dışarı çıkıp sokakta kimseyi göremeyince üzüldüm, kendi başıma oyun oynuyorum. Bilyelerimi teyzem verdi. Onda çok bilye var. Benim oynamama izin vermez. Ben mızırdanmaya başlayınca elime beş bilye verdi. Kitap okuyor, beni başından savmanın kısa yolu bilyeler.

Kendi kendine beş taş oynamanın eğlence neresinde? Bir süre sonra sıkılıyorum. Bilyeleri cebime koyup arka tarafa geçiyorum.

Evin arkasında “örtme” dedikleri kapısı olmayan büyükçe bir oda var. Bir tandır, yan tarafta bir ocak, ocağın üstünde “baca” denilen kapaksız bir dolap. Çam çıralar, kibrit, bir şişe gaz yağı orada durur. İkinci kattaki odanın bir penceresi de buraya açılır.

Tandırın diğer yanında tavana dek yığılmış yavşanlar. Dedem yazıdan yabandan topladığı bu dikenli, kuru, çalımsı bitkileri at arabasıyla getirir, anneannem özenle istif eder tandırın yanındaki boşluğa. Tandırda yakacak olarak kullanılır yavşan. Çok çabuk tutuşur, tandırda çıtır çıtır yanması çok hoşuma gider. Mırıl mırıl bir türkü gibi dinlerim o sesi. Ekmek örtmede yapılır, salça, tarhana, pekmez orada kaynatılır, yemekler çoğu zaman orada, ocakta pişirilir.

Anneannemin tandırın ateşine gömdüğü çömlekte pişirdiği kelle paçanın, kuru fasulyenin tadı hala damağımdadır. O kelle paçanın suyuna tirit… Ne denli şanslı çocuklar olduğumuzu bugün anlıyorum.

Avlunun üstünde kocaman bir teras bahçemiz var. Bahçede doğal bir kaynaktan gelen suyla dolan doğal, kendiliğinden kayalardan oluşmuş bir havuz olarak anımsadığım bir havuz var. Suyu buz gibidir. Dedem karpuzları o havuzda soğuturdu. Bir saatte çatır çatır çatlayan bal gibi karpuzlar… İri çekirdekli… Şimdi o karpuzlar yetişmiyor.

Teras bahçeye çıkan merdivenlerin başında koca bir ceviz ağacının altına bir halı serilmiş. Anneannem gaz ocağında tel şehriye çorbası yapıyor. Şehriyeler şimdiki gibi paketlenmiş değil. Spiral şeklinde sarılmış kocaman halkalar halinde açık satılır. Avuçlarınızda sıkarak kırarsınız. Bol domatesli, mis gibi tereyağıyla yapılmış, en organiğinden bu çorbayı nasıl keyifle içerdik cevizin altında. Şehriye çorbasının kokusunu da hiç unutmadım.

Belleğim nerelere savurdu beni. Beş taştan sıkılınca örtmeye girdim. Aklıma yavşanların nasıl yandığı geldi. Bacadan kibriti aldım ve yanan kibriti yavşan yığınına tuttum. Nasıl bir anda ateş aldı, koca yığın ejderhanın ağzından çıkan ateş gibi nasıl yanmaya başladı anlamadım.

Korktum, ne halt ettiğim kafama dank etti. Ama durdurulamaz bir alev topu yukarı odanın penceresini sardı. Bir yandan çığlıklar atıyorum, ev halkını uyarmaya çabalıyorum, öte yandan ağlıyorum.

Komşular, ev halkı havuzun suyuyla yangını söndürdüler.

Annem suçlu arıyor, benim bu işi yapmış olabileceğim akıllarına gelmiyor. Ben uslu bir çocuğum, benimle hiç sıkıntı yaşamadılar.

Ben can havliyle “Ferda çıkardı yangını.” diyorum. Annem “Eşek sıpası, Ferda bizim yanımızdaydı. Sen çıkardın bu yangını.” dedi. Gözlerinden öfke fışkırıyor. Üstüme yürüdü, okkalı bir dayak yiyeceğim, belli. Ama bana çok düşkün olan, beni gözünden bile sakınan anneannem annemin önüne geçti, beni arkasına sakladı. O, örtmenin harap olmasını, neredeyse evi tümüyle yakacak yangını unutmuş beni koruyor.

Duyduğum utanç, pişmanlık bu olayı beynime, belleğime bütün ayrıntılarıyla kaydetmiş olmalı ki hâlâ capcanlı anımsıyorum.

***

28.12.2024

Sözüm ona yazının ikinci bölümüne başlayacaktım. Ama tutuldum kaldım. Günlerdir bekletiyorum.

Bugün evde boğucu bir yalnızlık var. Yalnızlık duygusu hep var ama bugün yalnızlık göz pınarlarımda… Ne kalabalık ailem ne de bir telefon kadar yakın dostlarım bu duygunun yüreğime çökmesine çare değil.

Yaşar’ın yokluğu canımı yakıyor.

Yalnızca babanız, anneniz ölünce öksüz ya da yetim kalmıyorsunuz. Sevdiğinizi, yaşam arkadaşınızı yitirince hem öksüz hem yetim kalıyorsunuz.

Tutunduğunuz dal gidiyor.

Akıl defteriniz gidiyor.

Yaşamı anlamlı ve değerli kılan yanınız; aklınız, yüreğiniz eksiliyor. Amacınız tükeniyor.

Fark ediyorsunuz ki sadece onun için yemek yapmışsınız örneğin. Haşlama etin büyüğünü ve kemiksizini tabağına koyuvereceğiniz kimseniz yok artık.

***

31 Aralık 2024

Bir yıl daha bitti.

Geceyi uykusuz geçirince geç kalktım. Kahvaltıyı hazırlarken birden durakladım. Bir şeyler tuhaftı, bilemedim. Çevreye göz gezdirdim, her şey her zamanki gibi… Derken anladım. Sesler yok olmuştu. Bütün sesler… Artık borulardaki bıkkınlık vermeye başlayan sesler, çay makinesinin sesi, üst kattaki komşunun hesapsız, çılgınca bağıra çağıra konuşmaları, televizyon sesleri, yan taraftaki kargo elemanlarının gürültüleri…

Sesler gitmişti. Yalnızca sessizlik, tuhaf olan buydu. Sessizlik kulaklarımda çığlık çığlığa yankılanıyordu.

Çok hoşuma gitti. Kahvaltımı o duyguyla yaptım.

Keyif çayımı alıp salona geçiyordum ki her şey normale döndü. Önce üst kattaki komşum, karşısında kim vardı bilmem, avaz avaz bağırmaya başladı. Sonra kargocu gençler normal ayarlarına geri döndüler. Birileri çeşme açtı.

Bu yılbaşını yalnız geçireceğim. Annemle olmayı planlamıştım ama o istemedi. Sadece takvimdeki sayı değişecekmiş. Diğer günlerden farkı yokmuş ki… Oysa ne çok severdi yılbaşı kutlamalarını… Yorgun anam, bedeni yorgun, ruhu yorgun…

Kararıp kaldığımda, bocaladığımda içimi ışığıyla aydınlatıveren insanlar var. Bu bakımdan şanslıyım.

Bir süre önce eczacım reçetemi hazırladığını, akşama eve bırakacaklarını söylemek için aradı. Hep öyle yaparlar zaten. Ardından bir ihtiyacım olup olmadığını sordu, ‘Hayır’ dedim. Market veya başka herhangi bir yerden alınacak ne varsa almak istediğini söyledi. Büyük bir minnet duydum ama kabul etmedim. Ama artık biliyorum, oralarda benim için kaygılanan bir “evlat” daha var.

***

Bu yazıya başladığımda Çiğdem buradaydı. “Çabuk bitir abla, okumak için sabırsızlanıyorum.” dedi.

Durum ortada. Ocak ayının ilk haftasını da devirdik. Neden bu denli ağırlaştı bu yazı? Çiğdem’in hatırına bitmesi gerek.

Kardeşim akciğer kanseriyle boğuşuyor. Yaşar’ın gidişi ve bu durum ruhumu, aklımı çok yordu.

Ben bu mel’un hastalığa yakalanıp da böyle direnen başka birini daha görmedim. İlk şoku atlattıktan sonra nasıl bir savaş açtı hastalığına, şaşırırsınız. Ameliyat, tedavi süreci çok çok ağırdı ama yaşama sevinci arttı eksilmedi.

Sanırım bu durum bizde irsi. Büyük sıkıntılarla karşılaştığımızda umudumuz canlanıyor, direncimiz artıyor. Aklımız, yüreğimiz seferberlik ilan ediyor. Yaşam ağır basıyor. Her koşulda, ne zaman olursa olsun savaşa hazırız.

Yenilgiyi kabul etmeyen bir ruhumuz var. Biliyorum, Çiğdem kazanacak.

Her gün en az dört beş gazete okurum. Şöyle Allah için bir tane güzel, iç açıcı haber olmaz mı canım. Yok, ilaç için desen bir tane bile insanı sevindiren bir haber yok. Okudukça beynim karıncalanıyor, kulaklarım uğulduyor. Ama kısa sürede o savaşmak duygusu beni kendime getiriyor. Ülkemin geleceği için umudumun tükendiğini sandığım anda yenileniyorum.

72 yaşındayım, sağlığım netameli. Meydanlara çıkamam ama konuşup yazabilirim. Umudumu yayabilirim.

Biliyorum, seksen milyon kişinin içinde benim gibi milyonlar var. Bir gün, ama kesinlikle bir gün o milyonlar bir olacak ve hep bir ağızdan haykıracak.

Bir gün, kesinlikle bir gün, hep birlikte özgürlük şarkıları söylenecek.

Hep beraber denir de Nazım’a bir selam verilmez mi?

 

“Hep bir ağızdan türkü söyleyip

hep beraber sulardan çekmek ağı,

demiri oya gibi işleyip hep beraber,

hep beraber sürebilmek toprağı,

ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,

yarin yanağından gayrı her şeyde

her yerde

hep beraber!”

 

 

14 Nisan 2025 Günce

  14 Nisan 2025 Dışarı çıkmam gerek. Sağ ayağım dışarı çıkarken sol yağım içeri kaçıyor. Canım evden dışarı çıkmak istemiyor. Zorunluyum...