6 Ocak 2025 Pazartesi

DÜNDEN BUGÜNDEN

 Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye çökmüş beş taş oynuyorum. Aradan bunca zaman geçti, görüntü belleğimde pırıl pırıl. Anneannemlerdeyiz. Olsa olsa altı yedi yaşlarındayım.

Canım sıkılıyor. Arkadaş yok. Dışarı çıkıp sokakta kimseyi göremeyince üzüldüm, kendi başıma oyun oynuyorum. Bilyelerimi teyzem verdi. Onda çok bilye var. Benim oynamama izin vermez. Ben mızırdanmaya başlayınca elime beş bilye verdi. Kitap okuyor, beni başından savmanın kısa yolu bilyeler.

Kendi kendine beş taş oynamanın eğlence neresinde? Bir süre sonra sıkılıyorum. Bilyeleri cebime koyup arka tarafa geçiyorum.

Evin arkasında “örtme” dedikleri kapısı olmayan büyükçe bir oda var. Bir tandır, yan tarafta bir ocak, ocağın üstünde “baca” denilen kapaksız bir dolap. Çam çıralar, kibrit, bir şişe gaz yağı orada durur. İkinci kattaki odanın bir penceresi de buraya açılır.

Tandırın diğer yanında tavana dek yığılmış yavşanlar. Dedem yazıdan yabandan topladığı bu dikenli, kuru, çalımsı bitkileri at arabasıyla getirir, anneannem özenle istif eder tandırın yanındaki boşluğa. Tandırda yakacak olarak kullanılır yavşan. Çok çabuk tutuşur, tandırda çıtır çıtır yanması çok hoşuma gider. Mırıl mırıl bir türkü gibi dinlerim o sesi. Ekmek örtmede yapılır, salça, tarhana, pekmez orada kaynatılır, yemekler çoğu zaman orada, ocakta pişirilir.

Anneannemin tandırın ateşine gömdüğü çömlekte pişirdiği kelle paçanın, kuru fasulyenin tadı hala damağımdadır. O kelle paçanın suyuna tirit… Ne denli şanslı çocuklar olduğumuzu bugün anlıyorum.

Avlunun üstünde kocaman bir teras bahçemiz var. Bahçede doğal bir kaynaktan gelen suyla dolan doğal, kendiliğinden kayalardan oluşmuş bir havuz olarak anımsadığım bir havuz var. Suyu buz gibidir. Dedem karpuzları o havuzda soğuturdu. Bir saatte çatır çatır çatlayan bal gibi karpuzlar… İri çekirdekli… Şimdi o karpuzlar yetişmiyor.

Teras bahçeye çıkan merdivenlerin başında koca bir ceviz ağacının altına bir halı serilmiş. Anneannem gaz ocağında tel şehriye çorbası yapıyor. Şehriyeler şimdiki gibi paketlenmiş değil. Spiral şeklinde sarılmış kocaman halkalar halinde açık satılır. Avuçlarınızda sıkarak kırarsınız. Bol domatesli, mis gibi tereyağıyla yapılmış, en organiğinden bu çorbayı nasıl keyifle içerdik cevizin altında. Şehriye çorbasının kokusunu da hiç unutmadım.

Belleğim nerelere savurdu beni. Beş taştan sıkılınca örtmeye girdim. Aklıma yavşanların nasıl yandığı geldi. Bacadan kibriti aldım ve yanan kibriti yavşan yığınına tuttum. Nasıl bir anda ateş aldı, koca yığın ejderhanın ağzından çıkan ateş gibi nasıl yanmaya başladı anlamadım.

Korktum, ne halt ettiğim kafama dank etti. Ama durdurulamaz bir alev topu yukarı odanın penceresini sardı. Bir yandan çığlıklar atıyorum, ev halkını uyarmaya çabalıyorum, öte yandan ağlıyorum.

Komşular, ev halkı havuzun suyuyla yangını söndürdüler.

Annem suçlu arıyor, benim bu işi yapmış olabileceğim akıllarına gelmiyor. Ben uslu bir çocuğum, benimle hiç sıkıntı yaşamadılar.

Ben can havliyle “Ferda çıkardı yangını.” diyorum. Annem “Eşek sıpası, Ferda bizim yanımızdaydı. Sen çıkardın bu yangını.” dedi. Gözlerinden öfke fışkırıyor. Üstüme yürüdü, okkalı bir dayak yiyeceğim, belli. Ama bana çok düşkün olan, beni gözünden bile sakınan anneannem annemin önüne geçti, beni arkasına sakladı. O, örtmenin harap olmasını, neredeyse evi tümüyle yakacak yangını unutmuş beni koruyor.

Duyduğum utanç, pişmanlık bu olayı beynime, belleğime bütün ayrıntılarıyla kaydetmiş olmalı ki hâlâ capcanlı anımsıyorum.

***

28.12.2024

Sözüm ona yazının ikinci bölümüne başlayacaktım. Ama tutuldum kaldım. Günlerdir bekletiyorum.

Bugün evde boğucu bir yalnızlık var. Yalnızlık duygusu hep var ama bugün yalnızlık göz pınarlarımda… Ne kalabalık ailem ne de bir telefon kadar yakın dostlarım bu duygunun yüreğime çökmesine çare değil.

Yaşar’ın yokluğu canımı yakıyor.

Yalnızca babanız, anneniz ölünce öksüz ya da yetim kalmıyorsunuz. Sevdiğinizi, yaşam arkadaşınızı yitirince hem öksüz hem yetim kalıyorsunuz.

Tutunduğunuz dal gidiyor.

Akıl defteriniz gidiyor.

Yaşamı anlamlı ve değerli kılan yanınız; aklınız, yüreğiniz eksiliyor. Amacınız tükeniyor.

Fark ediyorsunuz ki sadece onun için yemek yapmışsınız örneğin. Haşlama etin büyüğünü ve kemiksizini tabağına koyuvereceğiniz kimseniz yok artık.

***

31 Aralık 2024

Bir yıl daha bitti.

Geceyi uykusuz geçirince geç kalktım. Kahvaltıyı hazırlarken birden durakladım. Bir şeyler tuhaftı, bilemedim. Çevreye göz gezdirdim, her şey her zamanki gibi… Derken anladım. Sesler yok olmuştu. Bütün sesler… Artık borulardaki bıkkınlık vermeye başlayan sesler, çay makinesinin sesi, üst kattaki komşunun hesapsız, çılgınca bağıra çağıra konuşmaları, televizyon sesleri, yan taraftaki kargo elemanlarının gürültüleri…

Sesler gitmişti. Yalnızca sessizlik, tuhaf olan buydu. Sessizlik kulaklarımda çığlık çığlığa yankılanıyordu.

Çok hoşuma gitti. Kahvaltımı o duyguyla yaptım.

Keyif çayımı alıp salona geçiyordum ki her şey normale döndü. Önce üst kattaki komşum, karşısında kim vardı bilmem, avaz avaz bağırmaya başladı. Sonra kargocu gençler normal ayarlarına geri döndüler. Birileri çeşme açtı.

Bu yılbaşını yalnız geçireceğim. Annemle olmayı planlamıştım ama o istemedi. Sadece takvimdeki sayı değişecekmiş. Diğer günlerden farkı yokmuş ki… Oysa ne çok severdi yılbaşı kutlamalarını… Yorgun anam, bedeni yorgun, ruhu yorgun…

Kararıp kaldığımda, bocaladığımda içimi ışığıyla aydınlatıveren insanlar var. Bu bakımdan şanslıyım.

Bir süre önce eczacım reçetemi hazırladığını, akşama eve bırakacaklarını söylemek için aradı. Hep öyle yaparlar zaten. Ardından bir ihtiyacım olup olmadığını sordu, ‘Hayır’ dedim. Market veya başka herhangi bir yerden alınacak ne varsa almak istediğini söyledi. Büyük bir minnet duydum ama kabul etmedim. Ama artık biliyorum, oralarda benim için kaygılanan bir “evlat” daha var.

***

Bu yazıya başladığımda Çiğdem buradaydı. “Çabuk bitir abla, okumak için sabırsızlanıyorum.” dedi.

Durum ortada. Ocak ayının ilk haftasını da devirdik. Neden bu denli ağırlaştı bu yazı? Çiğdem’in hatırına bitmesi gerek.

Kardeşim akciğer kanseriyle boğuşuyor. Yaşar’ın gidişi ve bu durum ruhumu, aklımı çok yordu.

Ben bu mel’un hastalığa yakalanıp da böyle direnen başka birini daha görmedim. İlk şoku atlattıktan sonra nasıl bir savaş açtı hastalığına, şaşırırsınız. Ameliyat, tedavi süreci çok çok ağırdı ama yaşama sevinci arttı eksilmedi.

Sanırım bu durum bizde irsi. Büyük sıkıntılarla karşılaştığımızda umudumuz canlanıyor, direncimiz artıyor. Aklımız, yüreğimiz seferberlik ilan ediyor. Yaşam ağır basıyor. Her koşulda, ne zaman olursa olsun savaşa hazırız.

Yenilgiyi kabul etmeyen bir ruhumuz var. Biliyorum, Çiğdem kazanacak.

Her gün en az dört beş gazete okurum. Şöyle Allah için bir tane güzel, iç açıcı haber olmaz mı canım. Yok, ilaç için desen bir tane bile insanı sevindiren bir haber yok. Okudukça beynim karıncalanıyor, kulaklarım uğulduyor. Ama kısa sürede o savaşmak duygusu beni kendime getiriyor. Ülkemin geleceği için umudumun tükendiğini sandığım anda yenileniyorum.

72 yaşındayım, sağlığım netameli. Meydanlara çıkamam ama konuşup yazabilirim. Umudumu yayabilirim.

Biliyorum, seksen milyon kişinin içinde benim gibi milyonlar var. Bir gün, ama kesinlikle bir gün o milyonlar bir olacak ve hep bir ağızdan haykıracak.

Bir gün, kesinlikle bir gün, hep birlikte özgürlük şarkıları söylenecek.

Hep beraber denir de Nazım’a bir selam verilmez mi?

 

“Hep bir ağızdan türkü söyleyip

hep beraber sulardan çekmek ağı,

demiri oya gibi işleyip hep beraber,

hep beraber sürebilmek toprağı,

ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,

yarin yanağından gayrı her şeyde

her yerde

hep beraber!”

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...