Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye çökmüş beş taş oynuyorum. Aradan bunca zaman geçti, görüntü belleğimde pırıl pırıl. Anneannemlerdeyiz. Olsa olsa altı yedi yaşlarındayım.
Canım sıkılıyor. Arkadaş yok.
Dışarı çıkıp sokakta kimseyi göremeyince üzüldüm, kendi başıma oyun oynuyorum.
Bilyelerimi teyzem verdi. Onda çok bilye var. Benim oynamama izin vermez. Ben
mızırdanmaya başlayınca elime beş bilye verdi. Kitap okuyor, beni başından
savmanın kısa yolu bilyeler.
Kendi kendine beş taş oynamanın
eğlence neresinde? Bir süre sonra sıkılıyorum. Bilyeleri cebime koyup arka
tarafa geçiyorum.
Evin arkasında “örtme” dedikleri
kapısı olmayan büyükçe bir oda var. Bir tandır, yan tarafta bir ocak, ocağın
üstünde “baca” denilen kapaksız bir dolap. Çam çıralar, kibrit, bir şişe gaz
yağı orada durur. İkinci kattaki odanın bir penceresi de buraya açılır.
Tandırın diğer yanında tavana dek
yığılmış yavşanlar. Dedem yazıdan yabandan topladığı bu dikenli, kuru, çalımsı
bitkileri at arabasıyla getirir, anneannem özenle istif eder tandırın yanındaki
boşluğa. Tandırda yakacak olarak kullanılır yavşan. Çok çabuk tutuşur, tandırda
çıtır çıtır yanması çok hoşuma gider. Mırıl mırıl bir türkü gibi dinlerim o
sesi. Ekmek örtmede yapılır, salça, tarhana, pekmez orada kaynatılır, yemekler
çoğu zaman orada, ocakta pişirilir.
Anneannemin tandırın ateşine
gömdüğü çömlekte pişirdiği kelle paçanın, kuru fasulyenin tadı hala
damağımdadır. O kelle paçanın suyuna tirit… Ne denli şanslı çocuklar olduğumuzu
bugün anlıyorum.
Avlunun üstünde kocaman bir teras
bahçemiz var. Bahçede doğal bir kaynaktan gelen suyla dolan doğal,
kendiliğinden kayalardan oluşmuş bir havuz olarak anımsadığım bir havuz var.
Suyu buz gibidir. Dedem karpuzları o havuzda soğuturdu. Bir saatte çatır çatır
çatlayan bal gibi karpuzlar… İri çekirdekli… Şimdi o karpuzlar yetişmiyor.
Teras bahçeye çıkan merdivenlerin
başında koca bir ceviz ağacının altına bir halı serilmiş. Anneannem gaz
ocağında tel şehriye çorbası yapıyor. Şehriyeler şimdiki gibi paketlenmiş
değil. Spiral şeklinde sarılmış kocaman halkalar halinde açık satılır.
Avuçlarınızda sıkarak kırarsınız. Bol domatesli, mis gibi tereyağıyla yapılmış,
en organiğinden bu çorbayı nasıl keyifle içerdik cevizin altında. Şehriye
çorbasının kokusunu da hiç unutmadım.
Belleğim nerelere savurdu beni.
Beş taştan sıkılınca örtmeye girdim. Aklıma yavşanların nasıl yandığı geldi.
Bacadan kibriti aldım ve yanan kibriti yavşan yığınına tuttum. Nasıl bir anda
ateş aldı, koca yığın ejderhanın ağzından çıkan ateş gibi nasıl yanmaya başladı
anlamadım.
Korktum, ne halt ettiğim kafama
dank etti. Ama durdurulamaz bir alev topu yukarı odanın penceresini sardı. Bir
yandan çığlıklar atıyorum, ev halkını uyarmaya çabalıyorum, öte yandan
ağlıyorum.
Komşular, ev halkı havuzun suyuyla
yangını söndürdüler.
Annem suçlu arıyor, benim bu işi
yapmış olabileceğim akıllarına gelmiyor. Ben uslu bir çocuğum, benimle hiç
sıkıntı yaşamadılar.
Ben can havliyle “Ferda çıkardı
yangını.” diyorum. Annem “Eşek sıpası, Ferda bizim yanımızdaydı. Sen çıkardın
bu yangını.” dedi. Gözlerinden öfke fışkırıyor. Üstüme yürüdü, okkalı bir dayak
yiyeceğim, belli. Ama bana çok düşkün olan, beni gözünden bile sakınan
anneannem annemin önüne geçti, beni arkasına sakladı. O, örtmenin harap
olmasını, neredeyse evi tümüyle yakacak yangını unutmuş beni koruyor.
Duyduğum utanç, pişmanlık bu olayı
beynime, belleğime bütün ayrıntılarıyla kaydetmiş olmalı ki hâlâ capcanlı
anımsıyorum.
***
28.12.2024
Sözüm ona yazının ikinci bölümüne
başlayacaktım. Ama tutuldum kaldım. Günlerdir bekletiyorum.
Bugün evde boğucu bir yalnızlık
var. Yalnızlık duygusu hep var ama bugün yalnızlık göz pınarlarımda… Ne
kalabalık ailem ne de bir telefon kadar yakın dostlarım bu duygunun yüreğime
çökmesine çare değil.
Yaşar’ın yokluğu canımı yakıyor.
Yalnızca babanız, anneniz ölünce
öksüz ya da yetim kalmıyorsunuz. Sevdiğinizi, yaşam arkadaşınızı yitirince hem
öksüz hem yetim kalıyorsunuz.
Tutunduğunuz dal gidiyor.
Akıl defteriniz gidiyor.
Yaşamı anlamlı ve değerli kılan
yanınız; aklınız, yüreğiniz eksiliyor. Amacınız tükeniyor.
Fark ediyorsunuz ki sadece onun
için yemek yapmışsınız örneğin. Haşlama etin büyüğünü ve kemiksizini tabağına
koyuvereceğiniz kimseniz yok artık.
***
31 Aralık 2024
Bir yıl daha bitti.
Geceyi uykusuz geçirince geç
kalktım. Kahvaltıyı hazırlarken birden durakladım. Bir şeyler tuhaftı,
bilemedim. Çevreye göz gezdirdim, her şey her zamanki gibi… Derken anladım.
Sesler yok olmuştu. Bütün sesler… Artık borulardaki bıkkınlık vermeye başlayan sesler,
çay makinesinin sesi, üst kattaki komşunun hesapsız, çılgınca bağıra çağıra
konuşmaları, televizyon sesleri, yan taraftaki kargo elemanlarının gürültüleri…
Sesler gitmişti. Yalnızca
sessizlik, tuhaf olan buydu. Sessizlik kulaklarımda çığlık çığlığa yankılanıyordu.
Çok hoşuma gitti. Kahvaltımı o
duyguyla yaptım.
Keyif çayımı alıp salona
geçiyordum ki her şey normale döndü. Önce üst kattaki komşum, karşısında kim
vardı bilmem, avaz avaz bağırmaya başladı. Sonra kargocu gençler normal
ayarlarına geri döndüler. Birileri çeşme açtı.
Bu yılbaşını yalnız geçireceğim.
Annemle olmayı planlamıştım ama o istemedi. Sadece takvimdeki sayı
değişecekmiş. Diğer günlerden farkı yokmuş ki… Oysa ne çok severdi yılbaşı
kutlamalarını… Yorgun anam, bedeni yorgun, ruhu yorgun…
Kararıp kaldığımda, bocaladığımda
içimi ışığıyla aydınlatıveren insanlar var. Bu bakımdan şanslıyım.
Bir süre önce eczacım reçetemi
hazırladığını, akşama eve bırakacaklarını söylemek için aradı. Hep öyle
yaparlar zaten. Ardından bir ihtiyacım olup olmadığını sordu, ‘Hayır’ dedim.
Market veya başka herhangi bir yerden alınacak ne varsa almak istediğini söyledi.
Büyük bir minnet duydum ama kabul etmedim. Ama artık biliyorum, oralarda benim
için kaygılanan bir “evlat” daha var.
***
Bu yazıya başladığımda Çiğdem
buradaydı. “Çabuk bitir abla, okumak için sabırsızlanıyorum.” dedi.
Durum ortada. Ocak ayının ilk
haftasını da devirdik. Neden bu denli ağırlaştı bu yazı? Çiğdem’in hatırına
bitmesi gerek.
Kardeşim akciğer kanseriyle
boğuşuyor. Yaşar’ın gidişi ve bu durum ruhumu, aklımı çok yordu.
Ben bu mel’un hastalığa yakalanıp
da böyle direnen başka birini daha görmedim. İlk şoku atlattıktan sonra nasıl bir
savaş açtı hastalığına, şaşırırsınız. Ameliyat, tedavi süreci çok çok ağırdı
ama yaşama sevinci arttı eksilmedi.
Sanırım bu durum bizde irsi. Büyük
sıkıntılarla karşılaştığımızda umudumuz canlanıyor, direncimiz artıyor.
Aklımız, yüreğimiz seferberlik ilan ediyor. Yaşam ağır basıyor. Her koşulda, ne
zaman olursa olsun savaşa hazırız.
Yenilgiyi kabul etmeyen bir
ruhumuz var. Biliyorum, Çiğdem kazanacak.
Her gün en az dört beş gazete
okurum. Şöyle Allah için bir tane güzel, iç açıcı haber olmaz mı canım. Yok,
ilaç için desen bir tane bile insanı sevindiren bir haber yok. Okudukça beynim
karıncalanıyor, kulaklarım uğulduyor. Ama kısa sürede o savaşmak duygusu beni
kendime getiriyor. Ülkemin geleceği için umudumun tükendiğini sandığım anda
yenileniyorum.
72 yaşındayım, sağlığım netameli.
Meydanlara çıkamam ama konuşup yazabilirim. Umudumu yayabilirim.
Biliyorum, seksen milyon kişinin
içinde benim gibi milyonlar var. Bir gün, ama kesinlikle bir gün o milyonlar
bir olacak ve hep bir ağızdan haykıracak.
Bir gün, kesinlikle bir gün, hep
birlikte özgürlük şarkıları söylenecek.
Hep beraber denir de Nazım’a bir
selam verilmez mi?
“Hep bir
ağızdan türkü söyleyip
hep beraber
sulardan çekmek ağı,
demiri oya gibi
işleyip hep beraber,
hep beraber
sürebilmek toprağı,
ballı incirleri
hep beraber yiyebilmek,
yarin
yanağından gayrı her şeyde
her yerde
hep beraber!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder