Eylül başı…
Hava eylül kokuyor.
Sonbaharın böyle kokması beni hep şaşırtır. İlkbahar,
yaz kokmaz, toprak kokusu yoktur. Sonbaharda toprak kendi egemenliğini
anımsatırcasına kokar.
Bereket mevsimidir ya, doğa ana insanoğluna sadece
doğanın bir yan ürünü olduğunu mu anımsatıyor ne?
Gece yarısını çoktan geçtik. Bir film izledim; tadı
yok. Paylaşmayınca hiçbir şeyin tadı yok. Biraz kitap okudum. Pencereyi
kapatırken yağmuru fark ettim. Hiç haberim olmamış. Biraz soluklanayım derken o
koku geldi, burnuma yerleşti. Eylül kokusu, toprak kokusu, güz kokusu…
Hafif serinlikle gelen koku yüzümü yaladı geçti gitti.
Pencereyi kapattım ama o sıkıntı gene geldi, sol yanıma yerleşti.
İçimdeki bitip tükenmek bilmeyen hüznü yalnızca bu
anlar aralıyor.
Eskiden duraklamadan bir çırpıda yazardım. Şimdi aklım
ve yüreğim senkronize olamıyor bir türlü.
Eylülün ilk haftasında
başladığım yazıyı sürdüremiyorum.
22.10.2024
Güz ortası… Doğanın renk cümbüşü, toprağın doğumu,
bereketi çok görkemli… Ancak, hep söylerim, bana ayrılıklardan haber verir güz
mevsimi. Bu yüzden pek sevmem.
Taşınmalar da var. Evsiz göçebeler gibiydik. Bizdeki
nasıl bir şans ise, hep aç gözlü, sonradan görme ev sahipleri çıktı bahtımıza.
Ve yine nasıl bir şans ise bu; hep güze denk geldi.
Taşınırken en son paketlenen çaydanlık, çay ve
bardaklardır. Yeni evde ilk açılan bu pakettir. Yemek dışarıda yenebilir ama
çay aralıksız demlenmeli. O yorgunluğun tek ilacı.
Bizde (Yaşar’ın yazılı olmayan yasası) yeni evde
ikinci olarak kitap kolileri açılır. Kütüphane, elde şerit metre, yerleri
dikkatlice ölçülerek yerine yerleştirilir. Sonra Yaşar’ın, yardım istemeden,
sıkılmadan zevkle yaptığı kitapları yerleştirme işi başlar. Bana düşen
aksatmadan, durmaksızın çay servisi yapmaktır, o kadar.
Kitaplar yerleşti mi, gerisi kolay. Birer battaniye ve
koltuklar emrimize amade. Sonra yavaş yavaş yerleşilir nasılsa.
Ancak benim bir türlü anlam veremediğim bir düzen
anlayışı vardı Yaşar’ın. Romanlar yerli-yabancı yazar adlarına göre
düzenlenirken Yaşar Kemal’e baş köşede, özel bir yer ayrılır.
Şiir kitapları bir dolabın yarısı kadarını kaplar ama
Nazım Hikmet ve Hasan Hüseyin Korkmazgil için başka bir yer ayrılmıştır.
Alev Alatlı’yı ben önceleri beğenirdim. Bütün
yapıtlarını satın almıştım. Yaşar hiç sevmedi ve okumadı. Onun kitaplarını,
kendi kafasına göre kütüphanenin ayrı bir bölmesine sürgüne yollardı. Sonra
Alev Alatlı’nın omurgasında kayma olup da ekseni yamulunca benim de nefretimi
kazandı. Kızı ve damadının devletten alacağı işlerin hatırına Recep Tayyip
Erdoğan’ı nasıl övdüğünü anımsar mısınız, bilmem.
Alatlı "Sayın Cumhurbaşkanım bugün 1.5 milyon
Suriyeli'ye kapılarını açtığınız için tarih sizi ayrı bir yere yazacak. Dünya
5'ten büyüktür dediniz ve tüm oligarkları boşa çıkardınız. Bugün George Orwell
olsa sizi ayakta alkışlardı. O yetmez Daniel Defoe de kalkar o da alkışlardı.
Sizin sahici dostlarınız sanatçılar ve edebiyatçılar arasındandır." dedi.
Bu sözlerin ardından Emine Erdoğan gözyaşlarını tutamadı.” şeklinde basında yer
alan sözler ibretlikti ve bir insanın ne kadar dibe batacağına dair küçük bir
örnekti.
Niyetim, yıllar sonra Norveçlilerin Knut Hamsun’a
yaptıklarını yapmaktı. Bunu ciddi olarak düşünüyordum. Apar topar içeri nasıl
atılacağıma dair Yaşar’dan uzunca bir uyarı da almıştım. Ben hayali eylemimi
gerçekleştiremeden tası tarağı toplayıp cehenneme taşındı yağcı müptezel.
Her neyse, kitaplar hala duruyor ve ben yarısını
okumadım, okumam da…
Şu anda bütün kitaplar, Yaşar’ın yerleştirdiği
gibiler. Taşınmak zorunda kalırsam bütün kütüphanenin fotoğraflarını çekeceğim,
Yaşar’ın düzeni korunacak.
***
26.10.2024
Günlerdir, akşamdan planladığım, sabah kalkınca
kendime bin türlü bahaneler üretip vazgeçtiğim bir iş vardı.
Çok severek aldığım kışlık bir mantom var. Zevkle de
giyiyorum ama bir dikim hatası kafama takılıp duruyor. O mantoyu terziye
götürüp bir çaresi var mıdır, öğreneceğim. Plan bu…
Ancak içimde dışarı çıkmakla ilgili tuhaf bir
isteksizlik var. Başka işler, acil gereksinimler, doktora gitmek için bile
dışarı çıkmak zulüm gibi geliyor. Kapıdan çıkmak zorunda kaldığımda adımlarım
geri geri gidiyor.
Depresyondayım; belli… Bir doktora gitmek gerek.
Komşularım ve dostlarım var bereket. Bunaldığımda,
gereksinim duyduğumda yardımlarını esirgemeyen canlar…
“Feride teyzem, bugün sesin çıkmıyor, iyi misin?”,
“Feridoş, emrin olur, hemen geliyorum.”, diyen seslerim var.
Bugün kendime epey söylenip fırça çektikten sonra
mantoyu alıp terziye gittim. Dönüşte biraz meyve falan alırım düşüncesiyle
alışveriş arabamı da aldım. Terzi şıpın işi anladı sorunu. Sevindim.
Markete uğradım. Sebze ve meyveler yeni gelmiş. Eh,
arabayla da geldim. Şöyle bir rahatça alışveriş yapayım derken abartmışım.
Kendimi yorgun hissettim. Ayaklarım falakaya
yatırılmış gibi sızlıyor. Dönüş neredeyse olanaksız. Ercan’ı aradım; il
dışındaymış. Bu kez Güldenciğimi çağırdım. Öyle çabuk geldi ki…
Dostları olmalı insanın, sevdiği, güvendiği sağlam
dostları… Uğruna her şeyi yapabileceğin, senin uğruna her şeyi yapabilecek
dostlar… Yanlarında kendini güvende hissettiğin, hiçbir zırha gerek duymadan
ruhunu açabileceğin, varlıkları huzur veren insanlar…
Ne güzel…
(Uzunca bir zamandır etrafımızdaki yüzlerce arkadaş
hazan yaprakları gibi savrulup kayboldular. Artık yoklar. Yaşar gittiğinde bile
arayıp sormayan eski arkadaşlar, yoldaşlar, tanıdıklar var. Ama içimde hiç
üzüntü yok onlar için. Yalnızca birazcık öfke, o kadar.)
Anneannem derdi ki; “Sarımsağın seyreği sıkından
iyidir kızım. Çevrendeki kalabalıkla övünme, o kalabalığa güvenme. Senin için
gözyaşı dökecek üç kişi yeter de artar bile.”
Benim okuma yazma bilmeyen bilge anneannem, canım,
haklıydı elbette.
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun dediğince:
“Dostluk dediğin güzel bir kitap
Hava gibi
Su gibi
Ekmek gibi
Vazgeçilmez bir tad
Sonuna kadar dayanmak şart”
Yazımın bu bölümü dostlarıma teşekkürüm olsun.
***
27.10.2024
Ben normal zamanlarda, ürkek, kalp kırmaktan ölesiye
korkan biriyim. Oldum bittim üstüme gelinmedikçe, damarıma basılmadıkça sakin
biri oldum. Bütün evrenle barışık olduğumu düşünmeyi seviyorum.
Ama kendimi, sevdiklerimi, dostlarımı, ailemi saldırı
tehdidi altında görürsem, bir haksızlık-bir adaletsizlik sezersem bir anda
canavara dönüşüyorum. (Yaşar böyle diyor; canavar. Bu yanımı seviyormuş.)
Bir süredir, özellikle son 20-25 yıldır, ortaçağ
zırhlarına benzeyen o kalın çelik zırhı hiç çıkaramadım üstümden. İçten içe hep
savunma halindeyim.
Gerçi eskiden beri ciddi ve sert bir görünümüm
olduğunu söylerlerdi. Zoruma giderdi bu.
AKP iktidarı bütün toplumu böyle bir hastalıklı ruh
haline soktu. Sürekli tedirgin, sürekli savunmada, sürekli saldırı pozisyonunda,
mutsuz insanlar olduk.
Her yerde tehlike, her yerde tehdit görüyoruz. Gönül
rahatlığıyla alışveriş yapamıyoruz örneğin. Ya kazıklanırsak, ya
dolandırılırsak…
Hayal kurarken bile kızdığım ya da sevmediğim
insanlara karşı nasıl bir tavır geliştireceğimi hayal ediyorum.
Umarım bütün insanlığın ruhunun ve aklının apaydınlık
olduğunu görmeden ölmem.
Saat tam 24.00. Gecenin içine bir Özdemir Asaf
bırakarak güzel ve mutlu yarınlara diyorum; her birinize ve ayrı ayrı.
Umut Yaprakları
“Öyle bir ilkyaz ol ki korkut yaprakları,
Öyle bir son yaz ol ki tut yaprakları,
Sararıp dökülürken güz rüzgârlarında
Ardında savrulsunlar, umut yaprakları.
Sevinçlerinde onlar vardı, hüzünlerinde onlar
Seninle yeşerdiler, seninle soldular..
Olsunlar senden sonra da umut yaprakları.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder