31 Ekim 2013 Perşembe

KÜP İÇİN KAVURMA

Bir akrabam yıllarca önce anlatmıştı. Bahçeli'de kurban keserler. Kendisinin tüm itirazlarına karşın bir dirhem bile dağıtılmayan et eşi tarafından bir güzel sucuk yapılır. Akrabam kırgınlığından yemez, eşi de kolestrol yüzünden yiyemez sucukları. Sucuklar bayatlar, kurtlanır. Akrabamın eşi, bu sucukları yaşadıkları şehre götürüp komşularına satar. Kendisi beş vakit namazını kılan, Allah adını ağzından düşürmeyen, şu zikir toplantılarına falan katılan bir hanımdır. Bir ziyaretim sırasında akrabam bunu anlatırken yengemiz de gülüyordu kendi yaptıklarına. Bu şarkıyı duyunca aklıma geldi ve bu videoyu yaptım. Bütün "küp için kavurma" yapanlara armağan olsun.

27 Ekim 2013 Pazar

ARTIK AĞAÇ YOK HAYATIMIZDA

AĞAÇ DÜŞMANLIĞI
Biz ne ara ağaçları sevmez olduk yahu? Ne zamandan beri nerede ağaç görsek kafa göz dalıyoruz biz? Okulun önündeki gencecik fidanları iki eliyle sallayıp ağaçla birlikte sallanan gençleri gördüğümde de bu soru aklıma gelmişti.
Niğde Kent Ormanda (Orman dediğime bakmayın, henüz gencecik fidanlar) piknik alanında kalınlığı bileğim kadar iki zavallı çam fidanına hamak kurup, 100 kiloluk hantal gövdesini sallayan o insansı ve kadınsı yaratığı gördüğümde de…
Şimdi de türlü nedenlerle ormanlar yok ediliyor, ağaçlar kesiliyor.
Bu coğrafyada ağaç kutsal değil miydi?
Yaş kesen baş kesmiş olmaz mıydı?
Dağda bayırda yabani alıç ağaçlarına bile dileğimizle birlikte çaput bağlamaz mıydık?
Üstelik besmeleler eşliğinde ağaçları okşayarak, öperek yüz sürerek dilekler dilemez miydik?
Bize bunun şirk olduğu söylendiğinde bile öyle olduğunu kabul eder ama gene de bildiğimizden şaşmazdık. İslamiyet öncesi kültü İslamiyet sonrasına karışmıştı sadece. Değişmeyen ağacın kutsallığı olmuştu.
En eski destanlarımızda yaşam ağaçla başlamamış mıydı?
Efsanelerimiz, menkıbelerimiz, masallarımız ağaçları kutsamaz mıydı?
Şimdi en ağaçseverimiz bile neden sırf gölgesi için bir ağaç dikmiyor?
Türk kültüründe ağaç tek başına bile kutsallık ve kişilik sahibidir. Ağaç insan gibidir. Kesilirken ağlar, canı yanar, iç çeker, feryat eder, ah eder,  dua eder, beddua eder.
Oğuz Kağan’ın ilk eşi ve Gün, Ay, Yıldız adlı oğullarının anası bir ağacın gövdesinden çıkmamış mıydı? Buradaki kutsal doğurganlığı, bereketi hemen görürüz. Ağaç ve kadın birlikte doğanın, hayatın, başlangıcın, doğurganlığın, bereketin simgesi. Ağaç yersel, çocukların adları da göksel simgelerdir. Yani yer ve gök hayatın kaynağıdır.
İnsanlığın yaratılışı hakkındaki Türk düşüncesine göre Tanrı, yeryüzündeki dokuz insan cinsini, bu insanlardan önce yarattığı dokuz dallı ağacın gölgesinde barındırmıştır.
Göç destanında da gökten inen bir kutlu ışık, iki ırmak arasındaki kutsal ağacı gebe bırakır.
Ergenekon destanında, ürün veren ağaçlardan büyük bir sevgiyle bahsedilir. Böylelikle destanlarda ağaç, üretkenliğin ve hayatta sürekliliğin simgesi olarak değerlendirilir.
Oğuz destanında, ordular ağaç köprüler yaparlar, yine ağaçtan yapılmış kağnıların da bu destanda kullanıldığını görmekteyiz. Nihat Sami Banarlı, ağaçtan doğan çocuğa “oyuk ağaç” anlamında, Kıpçak adının verildiğini belirtir.
Ergenekon destanında da, kapalı yurt özelliklerine sahip yörenin ağaç varlığı bakımından zenginliğinden söz edilir. Destanlardan kaynaklanan bu ağaç sevgisi, daha sonraki halk edebiyatı ürünlerinde de kendini gösterir.
Hoca Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş-ı Veli’yi Anadolu’ya gönderirken, önce bir dal parçasının gökyüzüne fırlatıp da “Bu dalı izle, konduğu yere kon” demiş de Hacı Bektaş bu dalın konduğu ve bir dut ağacının fışkırdığı yeri yurt tutmamış mıydı?
“Öt benim sarı tanburam,
Senin aslın ağaçtandır.
Ağaç dersem gönüllenme,
Kırmızı gül ağaçtandır.”
Pir Sultan Abdal bu sözleriyle ağacı, kendi yaşamıyla sarmalamış.

Halk hikâyelerinde çocuksuzluğun tedavisinde en çok başvurulan tedavi şekli, bir su başında padişah ve yanındaki sadık dostuna verilen elmanın eşler arasında eşit şekilde paylaşıldıktan sonra yenilmesidir. Manas Destanı’ndan, Kerem ile Aslı’ya kadar pek çok hikâyede elma ağacı, elma ağacının dibinde yuvarlanma, elma ağacının meyvesinin karı koca tarafından yenilmesi motifleri hemen hemen her çalışmada ele alınmıştır. Bu husus sadece halk hikâyesi ve destanda karşımıza çıkmamakta, masallarda da çeşitli örnekleriyle görülmektedir. Hemen hemen bütün metinlerde elma; murat, erkek çocuk ve güzellik sembolü olarak görülmektedir (Şimşek 2006: 237-246).
“Selvi ağacının yanında kızın döşeğini ve yorganını ağacın dibinde gördügi saat ol ağacın dibine oturup bîçare Âşık Kerem ateşle türki söyledi. Aldı KeremDede:
Selvi ağacı sen Mevla’yı sever isen
Selvi ağacı senin maralın hanı
Dinle gel dinle vir sen cevabı
Selvi ağacı senin maralın hanı” Bu da Kerem ile Aslı Hikâyesinden.
Dünya kültürleriyle birlikte Türk kültüründe de yaşam ağaçla başlar.
Yaşam ağacı…
“Yaşam ağacı kavramın kökeni tarih-öncesi denilen devirlere kadar uzanan, başta Asya şamanist gelenekleri olmak üzere, pek çok gelenekte rastlanan bir semboldür.”
“Yakut ve Altay Türkleri’nde yaşam ağacına Dünya Ağacı da denir. Eski Türk geleneğine göre, bu, Dünya’yı ortasından (göbeğinden) öte-âleme ve Demir-Kazık Yıldızı’na bağlayan, dalları vasıtasıyla şamanlara yeryüzünden yüksek âlemlere yolculuk yapma olanağı sağlayan bir ağaçtır. Buna Demir Ağaç da denir.”
“Ural-Altay kültürlerinde gök katları, yaşam ağacı, kayın ağacından yapılma bir direk üzerine ya da bir kayın ağacının üzerine kertikler açılarak temsil edilir.
Kayın ağacına verilen önem dilimizde kayın sözcüğünün yeni oluşan akrabalıklar için kullanılmasında görülür. Kayın – baba, kayın – ana, kayın – birader gibi…”
Renklendirdiğim alıntılar çok çok kısaltılmış alıntılardır. Tümünü merak eden araştırsın.

                                                           

                                          Çuvaşya Cumhuriyeti sancağında stilize yaşam ağacı


                                               Mezopotamya silindir mühründe kuş ve geyiklerle birlikte stilize yaşam ağacı


  Asur silindir mühründe tepesinde bir yıldızın ya da kanatlı güneş sembolünün yer aldığı yaşam ağacı. Bir başka Asur yaşam ağacı birlikte.

                                                                                      Chavin yaşam ağacı (Peru)

  • Hint geleneğinde yaşam ağacı; Ruhların yaşam ağacı dallarına konmuş kuşlarla simgelenişi Hint metinlerinde de mevcuttur.
  • Çin geleneklerindeki yaşam ağacı (Kiyen Mu) dokuz dallı, dokuz köklü, dokuz göğe ve dokuz kaynağa dokunan bir ağaç olup, ölülerin bulunduğu öte-âlemi de içerir. Çin geleneğinde ayrıca, meyvesi ölümsüzlük sağlayıcı şeftali olan si-wangu-mu ağacı bulunur.
  • Kafkas geleneklerinde, tepesi göğe değen bu ağacın kökünden bir pınar fışkırır.
  • İsmailî gelenekte yedinci göğü aşan bir ağaçtır.
  • Yaşam ağacı sembolü Urartu, Hurri ve Frig eserlerinde de görülür. Frigya eserlerinde yaşam ağacı sekiz dallıdır.
  • Eski Mısır geleneğinde de yaşam ağacı Şamanizm ve Hint tradisyonlarındaki gibi ruhların kuş biçiminde tünedikleri bir ağaçtır. Gök ilaheleri Hathor ve Nut bu kuşları su ve meyve ile besler.
  • Tevrat’ta, Aden’le ilgili sembolizme konu olan iki tür ağaç vardır; biri dört kollu ırmağın aktığı Aden cennetinin ortasındaki yaşam ağacı, diğeri ise hakikat ağacıdır. (Hakikat ağacı kişinin meyvesini yediği gün öleceği “iyi ile kötüyü bilme ağacı” olarak belirtilir.)
  • İbrani geleneğine göre yaşam ağacı, meyvesi ölümsüzlük sağlayan öyle bir ağaçtır ki, kendisinden semavi tesirin tüm alemlerle temasını sağlayıcı bir çiy çıkar.
  • Hıristiyan gelenekte yaşam ağacı sembolizmi İncil’in vahiy denilen, Yuhanna’nın Vahyi kısmında görülür. Yuhanna’nın bu vizyonunda yaşam ağacı,12 defa meyve veren, yaprakları ulusların şifa bulmasını sağlayıcı bir ağaç olarak belirtilir ( Vahiy, 22/2). Ayrıca İsa Mesih'in çarmıhı alegorik olarak yaşam ağacını simgeler.
  • İslamî gelenekte, kökleri Göğün yedinci ve son katındaki Sidre’den çıkan Tuba (huzur, mutluluk) ağacı simgesine rastlanır.
  • Zerdüştçülük’te bir denizin derin sularından çıkan, ölümsüzlük sağlayıcı gaokerena ağacı.
  • Eski İran geleneğinde Haoma olarak bilinen ölümsüzlük besininin edinildiği yaşam ağacı.
  • Yaşam ağacı simgesine rastlanan diğer geleneklerden bazıları olarak, Lapon, İzlanda, İskandinavya, Finlandiya, Avustralya gelenekleri sayılabilir.
  • Germen mitolojisi'nde evren ve dokuz dünya,dünya ağacı Yggdrasil'in dalları ve köklerinde yer alır.
  • Yeni oluşan bir kültür olan Çipilistan inançlarına göre yaşam ağacı yüce çipilin kalbinde bulunmaktadır ve oradaki sıvıları muçlara dönüştürmektedir.
Bu yazıyı gezi Parkı’nda sökülen, kesilen ağaçlardan sonra şimdi de ODTÜ Ormanına yönelik katliamlar üzerine  yazma gereği duydum. Bir tür yakınma, içini dökme gibi… Oysa bu ülkede uzun çok uzun bir zamandan beri ormanlar ranta kurban ediliyor… Her yıl binlerce hektar orman yakılıyor.
Demek ki yüzbinlerce ağaç için yanmayan gönül ve göz bir tek ağaç için yanabiliyormuş.
Demek ki her durum ve olayın bir doyma noktası varmış.
Demek ki ...................................
(Not: Alıntılar renklendirilmiştir.)
FERİDE



13 Ekim 2013 Pazar

İKİ KİTAP

İki kitabı aynı anda okudum. Biri oldukça hacimli, biri küçük bir kitap. Hacimli olan önce bitti.
Tasarlamadığım bir biçimde, tümüyle rastlantısal olarak birbiriyle örtüşen iki kitabı bir arada okudum. Bunu, kitapları okurken değil de bitirdikten sonra fark etmem doğrusu tuhaf oldu.

Ahmet Ümit’i hiç okumadım. Polisiye tarzın ülkemizde başarılı örnekleri olmadığını, Ahmet Ümit’i beğenerek okuyanların da edebiyattan anlamadıklarını düşünüyordum. Önyargı işte… Hem de bana yakışmayacak bir önyargı…

Tuba’nın ısrarları olmasa okuyacağım yoktu daha. İlk olarak İstanbul Hatırası’nı aldım elime. Daha başlarda iyi bir edebiyatçıyla karşı karşıya olduğumu fark ettim.
Sağlam, hiç aksamayan bir kurgu. Akıcı, canlı ve hareketli bir anlatım. Ayrıntılar heyecanı yer yer bastırsa da sürükleyici.
Dan Brown’u ilk okuduğumda kapıldığım duyguya kapıldım. Karşımda bir tarihçi, bir bilim adamı vardı sanki. Bütün kitap boyunca katilin kim olduğundan daha çok, İstanbul’un tarihiyle ilgili anlatılanları merak ettim, öğrendiklerim heyecanlandırdı beni.

Bu kitap bir polisiye değil, “bir İstanbul güzellemesi” idi.

İkinci kitap “Gezi olayları” sırasında çıktı karşıma. Hemen sipariş verdim ama hemen okumadım doğrusu. Hastanede sıra beklerken okumak için, İstanbul Hatırası’nı kalınlığı yüzünden çantama sığdıramayınca “Bağzı Şeylere Öyküler”i aldım yanıma.

Küçük öyküler… Hepsi farklı yazarlar tarafından yazılmış. 28 yazardan Gezi Parkı Öyküleri. İnsanı hüzünlendiren, insanı keyiflendiren öyküler. Bir yandan çaresizliğimizi yüzümüze vururken, bir yandan çareyi gösteren öyküler. Topu İstanbul’a adanmış. İstanbul’a, İstanbul’un simgelediği ne varsa ona, doğaya, özgürlüğe, birey olabilmeye, direnebilmeye, Gezi Parkı direnişçilerine adanmış öyküler.

Gezi Parkını yok etmeye çalışanlarla İstanbul Hatırası’ndaki İstanbul talancılarının birebir örtüşmesi ilginç oldu. İstanbul Hatırası’nın hüzünlü sonu,  “Bağzı Şeylere Öyküler” ile yer değiştirdi kafamda.


Yok, bu işler böyle gitmeyecek. Başka bir dünya mümkün. Başka bir dünya… ellerimizde, yüreğimizde, aklımızda… Başka bir dünya…
FERİDE
-------------------------------------------------------------------------------------------------------

Her şeyden önce zengin kadrosu ile İstanbul Hatırası, çeşitli kesimlerden İstanbulluyu bir araya getirerek içinde barındırdığı alt öykülerle zengin bir yapı sunuyor. Birbirine bağlanan bu alt öyküler bir yandan gerilimin etkisini artırırken bir yandan da romanı şenlikli ve çok yönlü bir yapıya ulaştırıyor.
Kitabın bir başka önemli özelliği de İstanbul hakkında son derece detaylı bilgi içermesi. Kurgunun içine yerleştirilen bu bilgiler hem okumayı daha meraklı hale getiriyor hem de tarih aracılığıyla çok günümüzün dışındaki öykülerin de kurguya yerleşmesine imkân tanıyor. Böylece Ahmet Ümit'in İstanbul Hatırası adlı romanı, başka başka dönemlerin öykülerinin eşliğinde, günümüz İstanbul'unun geniş bir panoramasını oluşturuyor. Tutucusundan modernine, eski İstanbullusundan yeni göç etmişine, milliyetçisinden gayrı Müslim'ine varana dek İstanbullu diye adlandırılabilecek herkes bu kitabın içinde kendi öyküleriyle birlikte İstanbul'un devasa çarklarının dişlilerini dile getiriyor. Binlerce yıllık tarihiyle İstanbul başrolü oluştururken romana girip çıkan her karakter de İstanbul'un nasıl İstanbul olduğunu aktarıyor. ALINTI
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


Soluğunu, sivri dilini ve cesaretini sokaktan, kahramanlarını bazen edebiyat tarihinden, bazen de Gezi Parkı’ndan alan öyküler bunlar. Bağzı Şeylere Öyküler, yirmi sekiz yazarı bir araya getiriyor.

Sokrates çok ünlü savunmasında kendini bir atsineğine benzetir. “Yavaş olan ve dürtülmesi gereken bir atı andıran devleti yerinden oynatmak için tanrının tebelleş ettiği benim gibi bir atsineğini kolay kolay bulamazsınız. Ben, devletin başına tebelleş edilmiş bir atsineğiyim; her gün her yerde dürtüyor, uyarıyor, azarlıyorum, ardınızı bırakmıyorum.” ALINTI

31 Ağustos 2013 Cumartesi

EHLİYETTEKİ YENİ TUZAKLAR

EHLİYETTEKİ YENİ TUZAKLAR
Ehliyetler yenilenecekmiş. Yapılan açıklamaya göre 25 Milyon ehliyetin yenilenmesi düşünülüyormuş. Elbette, içine sıkıştırılan birkaç küçük haklı nedenin dışında kimlere yeni rantlar sağlanması planlandı, Allah bilir…
 25 yıllık bir ehliyetin yenilenmesinin gerekçesi nedir? Elbette akla uygun gerekçe…
Ben, bu noktada farklı bir yerde takıldım kaldım.
Televizyonlarda insanlara ehliyetlerin değiştirilmesi hakkında ne düşündükleri soruluyor. Verilen yanıtlar, üç aşağı beş yukarı aynı. “İyi olacak, yaş ilerledikçe refleksler zayıflıyor. Görme bozuluyor, işitme kaybı ortaya çıkıyor. Bu durumda araba kullanan insanlar kazaya sebebiyet veriyor. Ehliyetler yenilenirse bu durumda kazalar azalır.”
İyi de siz ölümle sonuçlanan kazaların kaç tanesini, bu tanıma uyabilecek, 60 yaş üstü sürücülerin yaptığını gördünüz? Bir günlük kaza bilançosunu gözden geçirin, kusur oranlarına, yaş durumlarına bakın, 60 yaş üstü sürücülerin neden olduğu kaza bulamazsınız. Bu 60 yaş üstü lafını ben kullanmadım, o vatandaşlardan biri söylemişti. Bu sınırı çok rahatça 40 yaşa çekecek kadar iddialıyım. Bu bilançoda yaş ortalaması 20-30 arasında seyrediyor. Yani kazaların çoğunu; direksiyonun başına geçtiğinde “erkek” olduğunu anımsayanlar, “deli”kanlılar, yeni yetmeler, deneyimsizler, henüz sorumluluk alacak kadar olgunlaşmamışlar, kurallara karşı çıkmayı erdem sanacak kadar genç ve acemiler yapmakta…
Halep oradaysa arşın emniyetin trafik istatistik raporlarında.
Aşağıdaki bilgiler TBMM Araştırma Merkezi tarafından yayınlandı:
“Dünyada meydana gelen ölümlerin yüzde 2.1 trafik kazalarından kaynaklanıyor. Her yıl 1 milyon 200 bin kişinin yaşamını yitirdiği trafik kazaları, ölüm nedenleri arasında 11. sırada yer alıyor.
TBMM Araştırma Merkezi, ABD, İngiltere ve Türkiye'de alkollü sürücülerin neden olduğu trafik kazaları ve alkollü genç sürücülerin bu kazalardaki payına ilişkin araştırma yaptı.
Araştırmada, dünyada her yıl ortalama 1 milyon 200 bin kişi trafik kazaları nedeniyle yaşamını yitirdiği, trafik kazaları risk faktörleri içinde en önemlilerinden birinin alkollü araç kullanımının oluşturduğu ifade edildi.
TBMM'nin araştırmasında, Dünya Sağlık Örgütü ve Dünya Bankasınca ortak hazırlanan ''Trafik Kazalarının Önlenmesine İlişkin Dünya Raporu''na da yer verildi. Buna göre, dünyada karayolu trafik kazaları, her yıl ortalama 1 milyon 200 bin kişinin, her gün ise 3 bin 242 kişinin ölümüne, 20–50 milyon kişinin yaralanmasına ya da sakat kalmasına yol açıyor. Karayolu trafik kazaları, tüm dünyada meydana gelen ölümlerin tek başına yüzde 2.1'ine yol açıyor ve ölüm nedenleri arasında 11. sırada geliyor.
Türkiye'de ölümlü ve yaralanmalı trafik kazası 2000 yılında 75 bin 991'ken, 2008 yılında 104 bin 212'ye çıktı.
Araştırmaya göre, Türkiye'de trafik kazalarında, her yıl ortalama 4 bin kişi hayatını kaybediyor. Türkiye'de 2008 yılında gerçekleşen ölümlü-yaralanmalı kazada, sürücülerin 5 bin 544'ü alkollü olarak kaza yaptı, bu sayının toplam içindeki payı yüzde 4.
Türkiye'de meydana gelen trafik kazalarının başlıca nedenleri arasında, taşıt ve trafik koşulları, çevre koşulları ve sürücülerin davranışları etkili oluyor. Kaza nedenleri arasında alkollü araç kullanımı önemli bir yer tutuyor.
Kazaların nedenlerine bakıldığında, en büyük pay %88 ile SÜRÜCÜ hatası. %10 u yaya hatasından, kalanlarsa araç, yol ve yolcu hatalarından kaynaklanıyor. En sık karşılaşılan sürücü hatalarının başında hava ve trafik koşullarına uygun olmayan hız yer alıyor. Kavşak, geçit veya kaplamanın dar olduğu yerlerde geçiş önceliğine uymamak, doğrultu değiştirme kurallarına uymamak, takip mesafesini korumamak, yanlış manevra yapmak, şerit ihlali, taşıt giremez trafik işareti bulunan yerlere girmek, kırmızı ışık ve görevlinin dur işaretine uymamak, güvenlik kurallarına dikkat etmemek, aşırı hızla araç kullanmak ve alkollü araç kullanmak diğer sürücü hatalarından örnekler.”
2011 YILINDA EMNİYET GENEL MÜDÜRLÜĞÜNCE TÜİK’E YAPTIRILAN TRAFİK KAZA İSTATİSTİKLERİ
Sürücü Özellikleri
Yaş grubu ve cinsiyete göre trafik kazasında ölen ve yaralanan sürücü, yolcu ve yayalar, 2011
[Ölümlü, yaralanmalı kaza]
Genel toplam 2 582
0-9      114
10-14  69
15-17  85
18-20  129
21-24  170
25-64  1 674
65+     274
Bilinmeyen 67

CİNSİYET DAĞILIMI

Erkek 1 965
0-9     57
10-14  42
15-17  63
18-20  106
21-24  140
25-64  1 324
65+     185
Bilinmeyen 48

Kadın 617
0-9      57
10-14  27
15-17  22
18-20  23
21-24  30
25-64  350
65+     89
Bilinmeyen 19
SONUÇ
Bu araştırmadan çıkan sonuç, kazaların yüzde 88’i sürücü hatalarından kaynaklandığı, sürücülerin yaş ortalamalarına göre ise büyük oranda genç insanların kazaya sebebiyet verdiğidir.

O halde “Adamın ehliyeti 50 senelik.” Diyenlerin ne büyük bir aymazlık içinde oldukları ortada değil mi? Ehliyetler yenileneceğine, insanlar “yeniden ve yine yeniden” böyle bunaltılacağına ehliyet almanın zorlaştırılması ve ehliyet yaşının yükseltilmesi daha akıllıca ve adil olmaz mı?

4 Nisan 2013 Perşembe

BİR "KESK" AFİŞİ VE ARABESK


“Zalimin zulmü varsa sevenin Allah’ı var.”

KESK bir afişinde bu şarkıyı çağrıştıran bir slogan kullanmış:

“Zalimin zulmü varsa emekçinin KESK’i var.”

Arabesk arabesk kokan, yıvışık, bulaşık bir edası var.

“Zalimin zulmü varsa sevenin Allah’ı var”

 Böyle şarkılar yıllarca kültürel ve duygusal, siyasal yozlaşmaya neden oldu. Zalim size zulmediyorsa Allah’a sığının diyor. Aslında bu bir aşk şarkısıdır.  Ama sevgilisinden ayrılmadan başka sevgili bulan bir kadına duyulan aşktır bu. Marazi, kaderci.

İlk bakışta doğru gibi görünse de altındaki tuzak hemen görülüyor. Zulme ve zalimlere karşı savaşmak, direnmek, insanlık onuruna sahip çıkmak yerine tevekkül edin, Allah’a sığının.

Sağlık sisteminin, eğitimin, adalet sisteminin bu hale nasıl ve neden getirildiğini sorgulamayın, Allah’a sığının.

Milletvekilleri, bakan danışmanları, bürokratlar vb. maaşlarının yanında size verilen üç parayı,

teşeron sisteminin nasıl bir kıyım makinesine dönüştüğünü,

işsizliği,

 atanamayan öğretmenleri........ zulüm gibi görüyorsanız Allah'a sığının.

Kesk üyesi kimi küçücük çocuk anası, kimi gebe 9 kadının aylarca içerde tutulması haksızlık ve zulüm gibi görünüyorsa gözünüze Allah’a sığının. Bu kadınlar KCK ile ilişkilendirilmişti.

Bu arada Orhan Gencebay’ın akil insanlar listesinde olması da acı bir ironi olsa gerek.

Çağrışım ilginç bir beyin ifrazatıdır. Bilinçaltına neleri yollar, bilinçaltından neleri çıkarır ve yeniden piyasaya sürer, şaşarsınız.

Şimdi!…

“Zalimin zulmü varsa emekçinin KESK’i var.” Sloganını duyan, okuyan kişi önce şarkıyı mı anımsar, emekçinin hak aramasını mı?

Bu slogan size, bir emek örgütü olan KESK’e güvenmeyi, bunun için büyük bir hak kavgasına girişmeyi mi telkin eder? “KESK’e güvenin, gerisine karışmayın, o sizin yerinize her mücadeleyi yürütür.” duygusunu mu?

KESK üyesi binlerce emekçinin beyinlerini bu şekilde yakalamaya kalkıyorsanız, sapıtmışsınız demektir. O insanların beyni de ruhu da o kadar küçük değil. Öyle yağma yok. Bu insanlar “biz” siz konuşmaz, bu insanlar “biz” olmadan mücadelenin eksik kalacağını, yürümeyeceğini bilir. Bu insanlar, bedel ödemeden kazanılamayacağını bilir. Yok öyle arabesk havalar.

Heyhat…..

Bunca yıllık emek örgütü KESK, başka slogan bulamamış. Bedel ödemeyenlerin bulacağı slogan budur işte.

 

5 Mart 2013 Salı

GENE ŞİİR ÜZERİNE

ŞİİR ÜZERİNE

Edebiyat yaşamdır, Türk Edebiyatı zengin bir yaşanmışlığı, acıları gecelerden gündüzlere damıtan ruhları taşır her sözcüğünde, her uyağında.

Karacaoğlan’ın dört şiirini okumuş olan birisi artık nerede görse tanır şairin dizelerini. Dizelere sinen ruh, şairin dili, anlatımı, ait olduğu gelenek kuşkuya yer bırakmaz.

Yaşar Kemal’den alıntıladığınız bir paragrafı, Peyami Safa’ya aittir diye yutturamazsınız bir okura.

Nazım Hikmet’i de bir başkasıyla karıştıramazsınız kesinlikle. Hayatında bir Nazım şiiri bile okumuş olan biri farkı derhal anlar.

Anonim eserlerde bile benzer bir durum vardır. Sahibi belli olmayabilir ama ait olduğu gelenekten, dilinden, temasından, ait olduğu dönemi bilirsiniz.

“Ben Cumhuriyet Kadınıyım

takamam yüzüme peçeyi

saramam bedenimi kara çarşafa

ve ihanet edemem yüce ataya

ben cumhuriyet kadınıyım

laik yaşamak varken

şeriat diye bağıramam

ekmek özgürlük eşitlik savaşında

erkeğimle omuz omuza vuruşmak varken

boynuma zincir ayağıma pranga vurdurup

sinemem bir köşeye

ben cumhuriyet kadınıyım

inkar edemem nene hatunu kara fatmayı

bebeği yerine mermiyi saran o yüce anayı

unutamam çanakkaleyi dumlupınarı kurtuluşu

her karışı şehit kanlarıyla sulanan vatanı

satamam ne pahasına olursa olsun

ben cumhuriyet kadınıyım

değer görürken öpülürken elim

satılamam pazarlarda köle misali

dünya kadınlarıyla aynı safta olmak varken

ikinci sınıf sıfatını yakıştırmam kendime

kadın erkek eşitliğini vermişken elime atam

yine on adım geriden yürüyemem

ben cumhuriyet kadınıyım

yürümek varken ilkeler elimde

uğraşamam sultanla sarayla

………………………………………….”

 

Böyle bir metin dolanıyor internette şiir diye. Sahibi belli değil, anonim yani. Bir kere bu bir şiir değil, olamaz. Bu denli yaratıcılıktan, çağrışımlardan, duygudan uzak; lise tarih kitaplarından ezberlenmiş bilgilerin art arda sıralandığı satırlar, sırf alt alta dizilmiş diye şiir olamaz. Ben metni internetten aldım ve üzerinde oynamadım. Aslı buysa, yazım kuralları, noktalama bakımından da berbat bir kompozisyon.
(Bu metni şiir diye okumak da çağdaş Cumhuriyet kadınına hakarettir, onun aklını küçümsemektir.)

“Ayın altında kağnılar gidiyordu.

Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.

Toprak öyle bitip tükenmez,

dağlar öyle uzakta,

sanki gidenler hiçbir zaman

                 hiçbir menzile erişmiyecekti.

Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.

Ve onlar

             ayın altında dönen ilk tekerlekti.

Ayın altında öküzler

başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi

                                          ufacık, kısacıktılar,

ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında

ve ayakları altından akan

                       toprak,

                             toprak

                                   ve topraktı.

Gece aydınlık ve sıcak

ve kağnılarda tahta yataklarında

koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı.

Ve kadınlar

birbirlerinden gizliyerek

bakıyorlardı ayın altında

geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.

Ve kadınlar,

bizim kadınlarımız :

korkunç ve mübarek elleri,

              ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle

                                        anamız, avradımız, yârimiz

ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen

ve soframızdaki yeri

                 öküzümüzden sonra gelen

ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız

ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki

ve karasabana koşulan

ve ağıllarda

ışıltısında yere saplı bıçakların

oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan

                                           kadınlar,

                                                 bizim kadınlarımız

şimdi ayın altında

kağnıların ve hartuçların peşinde

harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi

aynı yürek ferahlığı,

aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.

Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde

                             ince boyunlu çocuklar uyuyordu.

Ve ayın altında kağnılar

               yürüyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.”

 

Şiir budur.

İşte bizim kadınlarımız böyle attılar Cumhuriyet temellerine ilk harcı.

Teması yakın bu iki metnin birbiriyle ilgisi olmadığı çok açık değil mi? İkinci metin bir şiirdir, eşsiz güzellikte bir şiir. Üstelik hemen anlaşılacağı gibi Nazım Hikmet’in bir şiiridir. Arada dağlar var demeyeceğim; çünkü bu da bir mesafedir ve bu iki metin kıyaslanamaz bile.

Bizde ne yazık ki şiir okuma alışkanlığı yoktur. Kitap okumaktan anladığımız sadece roman okumaktır. Geçmişinde koca uygarlıkları şiirle inşa etmiş bir toplum için ne acı, değil mi?

Nazım Hikmet’i, Ahmet Arif’i …. herkes duymuştur ama birkaç şiirini kulaktan dolma bilenlerin sayısı bile azdır.

Şiir okumadığımız için de hayatımız böyle iyice kurudu, yavanlaştı, çölleşti.

Şiirli günler…

 

 

 


 

 

 

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...