26 Mayıs 2015 Salı

TALAN

İÇİMİ DÖKÜYORUM.






Bu fotoğraflar Alanya Kalesindeki Süleyman Camiine ait. Aslında Alaaddin Keykubat zamanında yapılmış 1231 yılında. Yani Türklerin Anadolu'da yapmış oldukları ilk camilerden biri. 16. Yüzyılda Kanuni'nin emriyle restore edildiği için Süleyman Camii diye anılıyor.
"Eee, ne olmuş?" diyebilirsiniz. 1000 yıllık camiin minaresine, avlusunda bir köşeye yapılmış (altıncı resim) derme çatma İmam lojmanına baktığınızda anlarsınız ne olduğunu...
Bin yıllık bu eser hala... İbadete açık. Çok iyi dayanmış zamana.
Ancak günümüzdeki sorumsuzluğa dayanamayacağı kesin.
İlk gittiğimizde durum daha da berbattı.
Örneğin imam efendinin televizyon anteni minaredeydi.
Alanya'ya merkezi ezan yayını yapmak için gerekli verici minaredeydi.
Bir de baz istasyonu olduğunu sandığım bir nesne daha vardı. Oysa minarenin az ötesine bir direk dikilir, tepesine o vericiler konabilirdi.
Kale bir tepenin zirvesinde. Alanya tepenin eteklerinde. Anten yere konsa gene olur. Ama hayır, bin yıllık minareye çivilerle, matkaplarla, vidalarla girişeceksin ki tadı çıksın.
Avluda neredeyse 40 metrelik bir hortum yılan gibi salınmış, duruyor. Yerlisi yabancısı, turistler üstünden atlayarak geçmekte.
Avluda bir de sarnıç var. Sarnıç zemin altında... Üstünde İmamın sandığı sepeti vb.
Önce imama sorduk durumu. Minaredeki kıyımı kendince haklı çıkmaya çabalayarak anlattı. Sözüm ona tüm kalede sadece bu minarede verici çalışmış. Ama ben sordukça panikliyordu.
Her açıdan fotoğraf çektim.
Elim nereye ve kime ulaşıyorsa, kaymakam, vali, Turizm Bakanlığı, Anıtlar koruma kurulu, gazeteler, herkese yazdım.
Tam bir yıl kadar sonra bir akrabamdan gidip fotoğraf çekmesini istedim. Onlar da bu gördüğünüz fotoğrafları gönderdiler.
Tek fark baz istasyonu ve imamın anteni sökülmüş, o kadar.
Bizde tarih böyle talan edilir.
İslam öncesi eserlere yönelik bir ilgisizlik olduğunu düşünüyorsanız fena halde yanılıyorsunuz.
İşte en somut örnekler.
Topkapı sarayında, Sultan Selim'in üzerine uzanıp dinlendiği divanı görevlilerden biri evine götürmedi miydi. (Lojman) İlber Hoca'nın bile feleği şaşmadı mıydı?

23 Mayıs 2015 Cumartesi

GENE DİL ÜZERİNE


                  
Çağlar boyunca her ulusun kendi dili, o ulusun tarihi, coğrafyası, inanç sistemleri, kültürel birikimleri, sosyo-ekonomik gelişmesi, ekonomisi, ticareti, savaşlar, göçler vb. koşullara bağlı olarak gelişmiş, değişmiş, büyümüş, zenginleşmiş veya yoksullaşmıştır. Çünkü dil canlı bir varlıktır. Her canlı gibi içinde yaşadığı ortama göre biçimlenir.

“Dil” kavramını o dilde bulunan söz varlığı olarak algılamak gerek. Bir dilin zengin olduğunu söylerken o dilde bulunan söz varlığının zenginliğini, anlatım olanaklarının zenginliğini anlatmış olmaktayız.

Tarih içinde Türkçe en çok Farsça ve Arapça’dan etkilenmiştir.

Farsça, Ali Şir Nevai’nin de belirttiği gibi “Aydınlarımızın, şairlerimizin” Türkçe’yi hor görmeleri, düpedüz söylemek gerekirse, aşağılık duyguları yüzünden sanat dili olarak başat dil olmuştur.

Arapça ise bilim dili olarak kabul görmüştür. Nedeni ise Türklerin İslamiyet’i kabul etmeleridir. Kur’an’ı Türkçeleştirmek yerine Arapça öğrenilmesi zorunlu dil olarak yer bulmuştur kültür hayatımızda.

İşte bu koşullar altında, kimi zaman, tuhaf dil olayları da ortaya çıkmıştır.

İşte bir örnek:

Um- eylemi Türkçe bir eylemdir. (ummak)

Bu eylemden türetilmiş umut sözcüğü dilimizin en güzel sözcüklerinden biridir.

Bu sözcük, Türkçe’den Farsça’ya geçmiştir. Acem dilinin ses özelliklerine uyum sağlayan bu sözcük “ümmîd” biçimine dönüşmüştür.

Farsça’ya duyulan hayranlık yüzünden bu kez biz, “ümmîd” sözcüğünü kullanmaya başlamışız. Ancak aslının “umut”olduğunu aklımıza bile getirmediğimiz için “ümmîd” sözcüğünü Türkçe ses kurallarına uydurarak “ümit” biçimine sokmuşuz.

Bizim güzeller güzeli “umut” sözcüğü olmuş mu size “ümit”?

*******
“Aşçı” sözcüğü “aş pişirmeyi” iş edinen, yemek yapmayı meslek edinen kişilere verilen bir addır. Meslek adıdır.

Türkçe “aş” kökünden “-ci” ekiyle türetilmiştir. Bu ek, sıklıkla, meslek adı türeten bir ektir.

Aşçı yerine “ahçı” diyenlere duyurulur.

“Ah” sözcüğü bir ünlemdir. Bunun sonuna “-ci”  eki getirilip bir meslek adı türetildiğinde anlamı sadece şu olur:

Ah çekmeyi iş edinen, ah çekmeyi meslek edinen kişi…

Böyle saçmalık olmaz.

*******
Küçük bir anımsatma daha:

Dilimize yabancı dillerden giren bazı meslek adlarının sonuna “-ci” eki getirilemez. “Bakkal, kasap” vb.

Yani “bakkalcı, kasapçı” olmaz.

*******
Eğer izin verilirse azıcık bilgiçlik taslamak istiyorum.

Ne kadar çok kitap okursak dilimizi o oranda iyi tanır ve öğreniriz.

Dil bir kültür taşıyıcısıdır. Çağlar öncesinden çağlar sonrasına yazılı ve sözlü bütün edebi ürünleriyle dil kültür taşıyıcılığı yapar.

Bu ürünleri bilmek, okumak ve anlamak doğal döngüyü tamamlamak anlamına gelir. Yani bir yandan dilinizi öğrenirken bir yandan da o dilin genlerinde taşıdığı kültürün-uygarlığın-bilginin sahibi olursunuz.

Not:

Dil adları özel adlardır. Özel adların da baş harfleri büyük yazılır. Aldıkları çekim ekleri kesme imiyle ayrılır.

Yedi sekiz yıl önce, TDK (Neden ve hangi bilimsel gerekçelere dayanarak, bilinmez) bunu değiştirdi. Dil adlarının aldıkları çekim ekleri artık ayrılmayacakmış. “Türkçe’de” değil “Türkçede” yazacakmışız.

TDK’nun görevi, sanırım, dilimizi içinden çıkılmayacak şekilde karıştırarak dili yozlaştırmak. Yeni görev tanımları bu.

Ben bu kurumun artık çoktan bilimselliğini yitirdiğini, arpalığa dönüştüğünü düşünüyorum.

Bu nedenle bu tür uydurmalara uymak zorunda değilim.

Kurumun bu hali bir Kenan Evren mirasıdır.

Yaptıkları alçaklıklardan biri de kurumun özerklikten çıkarılıp başbakanlığa bağlı bir arpalığa dönüştürülmesidir.

Hem de Atatürk’ün mirasıyla…

16 Mayıs 2015 Cumartesi

BU TOPRAKLARIN TARİHSEL TALİHSİZLİĞİ


Antakya'da kent merkezinde Asi Nehrinin hemen kenarında on yıllardır müze olarak kullanılan, ben daha ortaokul öğrencisi iken defalarca ziyaret ettiğim bina boşaltılmış. Yeni müze binasına taşınmış.
Kesin tarihini bilmem ama neredeyse 80 yıldır müze olarak kullanılan bina neden yeterli görülmedi, bilinmez. Dört yıl önce gittiğimde pekala da yeterli bir bina olarak kullanımdaydı.
Sorun bu kadarla kalsa iyi.
Taşınırken o güzelim mozaikler yerlerinden hoyrat ve iş bilmez kişilerce sökülmüş, yeni yerlerine öylece rasgele monte edilmişler. Haberlerde gördüm. Mozaiklerin asıllarıyla ilgisi yoktu. Bir bölümünün ise çalındığı söyleniyor.
Kent merkezinde, kentin göbeğinde nehir manzaralı o bina kime peşkeş çekilecek, merak etmekteyim.
Rant uğruna talan edilen bu müze, Zeugma Antik kenti gün ışığına çıkmadan, dünyanın en önemli ve zengin ikinci mozaik müzesiydi. Birincisi Tunus'taymış.
Zeugma mozaikleri bulunduktan sonra Gaziantep'teki Mozaik müzesi birinci sıraya yerleşti. Antakya üçüncü sıraya kaydı.
O kadar değerli, o kadar zengin bir kültürel miras korkunç ellerde yok edildi.

Arkeolojiye meraklıyımdır. Hem de epeyce fazla. Ne bulursam okurum. Arkeolojik sit alanlarını her fırsatta gezerim. Bir iki kazı çalışmasını da görmüşlüğüm vardır. Zeugma ile ilgili kaynaklara bakarken ilginç bir öyküye rastladım.
Zeugma'dan kaçırılan bir mozaik ABD'de bulunuyor. Kanadalı bir mozaik uzmanı, bunları görüyor ve Zeugma'dan kaçırılan mozaikler olduğunu fark ediyor. Fotoğraflarını çekiyor ve Gaziantep Müze'si yetkililerine gönderiyor. Yapılan incelemede mozaiğin geri kalanı saptanıyor ve eksik parçanın ABD'de olduğu kanıtlanıyor. Kültür Bakanlığına durum bildiriliyor. Kültür Bakanlığı belgeler, fotoğraflar eşliğinde iade işlemi için başvuruyor.
ABD'li yetkililer, "Sizdekini bize verin, uygun biçimde bir araya getirelim, restore edelim. Biz burada bir süre sergiledikten sonra size tümüyle geri verelim." diyorlar. Türkiye kabul etmiyor. Parçalar geliyor. Burada birleştiriliyor. Ama Amerikalılar o denli olağanüstü bir restorasyon yapmışlar ki bizimkilerin yaptıkları onun yanında, tabiri hoş görün, "camızın suya ...... ması" gibi.
Arkeologların iş bulamadığı, arkeoloji bölümlerinin kapandığı ülkemde işi taş hamallarına yaptırırsanız olacağı budur.
(Bkz.http://www.yonsezi.com/zeugma-mozaik-muzesindeki-mozaikler…/ ) (Bkz.http://www.zeugmaweb.com )
İzninizle bir mozaik resmi paylaşacağım. Zeus ile Europa mitinin resmi. Olağanüstü güzel. Zeugma eserlerinden...

6 Mayıs 2015 Çarşamba

O ÇOCUK SÜT GİBİ APAK SU GİBİ BERRAK ÖLDÜ


Sanırım doksanlı yıllardı. Rahmetli anneannem sağ ve sağlıklı o günlerde. Kardeşimle ben mutfakta uğraşıyoruz. Radyoda Edip Akbayram’ın “Aşk olsun sana çocuk, aşk olsun” şarkısı çalıyor. Anneannem dikkatle dinliyor. Derken bana seslendi: “Yavrum bu Edip kime öyle söylüyor?”

“Ne diyor anneanne?” dedim.

“Acıyorsam sana anam avradım olsun, diyor. Kime diyor?”

“Deniz Gezmiş’e diyor anneanne, onun yiğitliğini övüyor.”

“O nasıl övmeymiş kızım, söver gibi. O çocuk süt gibi apak, su gibi berrak öldü. Batsın öyle övme.” dedi benim pamuk kalpli anneannem.

Şiirin-şarkının da onun söylediğine benzer şeyler söylediğini anlattım uzun uzun, olmadı ikna edemedim. O şarkıyı her duyduğunda Edip Akbayram’a kızdı durdu.

Aradan bunca zaman geçti o sözleri asla unutmadım.

“O çocuk süt gibi apak, su gibi berrak öldü.”

O çocuklar süt gibi apak su gibi berrak öldüler.

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...