KAPIYI ARALIK BIRAKMAK
Yıllar önce, pek de sevmediğim bir hocam vardı. Öğrencilere
yaklaşımındaki mesafe – kibir, bilgisinin – birikiminin önüne geçerdi,
kızardım.
Ama hala kulaklarımda çınlayan bir öğüdü vardı ki, yaşam bana her
defasında, Mustafa Kırcı haklıymış, dedirtti.
“İnsanlarla ilişkilerinizde kapıyı ne tamamen kapatın ne de sonuna
kadar açın; kapı aralık kalsın. Düş kırıklığına daha az uğrarsınız.” derdi.
Bir türlü bunu beceremediğim için sık sık pişmanlıkla hocamın
kulaklarını çınlattım.
Karşıma çıkan her insana önce sınırsız güvendim. Varımı yoğumu o
arkadaşlığa, dostluğa, ilişkiye adadım.
Her tanıdığım insanı yücelttim, kusursuzmuş gibi şekillendirdim
yüreğimde. Kapım hep açıktı.
Ama hayatın gerçekleri farklıydı, her defasında, kısa sürede,
karşımdakinin insan olduğu gerçeği kafama dank etti.
Elbette herkes gibi benim de zayıflıklarım oldu ilişkilerimde. Ben de
hatalar yaptım ama yüreğime aldığım, başımın üstünde taşıdığım, maddi
fedakârlıklar, iyilikler yaptığım, onların hatırına kendimi risklere attığım
nankörlerin yaptıklarını vallahi ve billahi hak etmedim.
65 yaşımı devirmek üzereyim hala aynı hatayı yapıyor aynı hayal
kırıklıklarını yaşıyorum.
Kapıyı önce sonuna kadar açıyorum sonra da sımsıkı kapatıyorum.
Sonsuz iyimserliğin, hoşgörünün, yerini, yüreği kirleten öfkeye bırakması ironik.
Öfkelerim de, nefretlerim de bu yüzden büyük oluyor. Bağışlamayı aklıma
bile getiremiyorum. Hani elime geçirsem, bit kırar gibi kıracağım bu ömrümün
asalaklarını.
Nicedir bir genç kadın yüzünden aynı öfkeyi duymaktayım.
Yeni Milli Eğitim Bakanı ile bir ilişkisi var. Öğrencisi veya her neyse
işte, bu önemli değil.
Önemli olan, sıkı bir muhalif, aydınlık bir kafası olduğunu düşündürdü
bana. Bilimsel yaklaşımları, örneğin evrim teorisini falan hararetle açıkça savunması
hoşuma gidiyordu. Gençti ama bilinçliydi. Güvenimi, sevgimi, takdirimi kazandı;
evlat yerine koydum.
Tanışmamızı sağlayan çok değer verdiğim bir arkadaşımdı. Hiçbir
zorunluluğum olmadığı halde, Bor’a her geldiğinde konuk ettik, yedirdik
içirdik, gezdirdik. Evlat gibi şımarttık.
Kendisi aydın bir öğretmen kimliği sergiliyordu.
Ne zaman şu Z. Selçuk bakan oldu, işler tersine döndü. Kızcağız
neredeyse zil takıp oynayacak sevincinden.
Ben muhalif kimliğimle, bunca yılın tecrübesiyle eğitimde ne hale
geldiğimizi görüyor, fotoğrafın bütününe bakarak yeni bakanın bir emir eri gibi
çalışacağını biliyorum ve düşüncelerimi de saklamıyorum.
Üstelik eleştirilerim bizim mahalleyi de kapsıyor. Sözcü Gazetesinde,
öğretmen çevrelerinde bu adamla ilgili “Tamam, eğitim kurtuldu sayılır”
beklentileri yayılıyor.
Dilimin döndüğünce karşı çıkıyorum, saraydan bağımsız iş
yapılamayacağını, eğitimde yaşanan her sıkıntının daha korkunç bir kangrene
döndüğünü, laik eğitimden tarikatların kontrolünde gerici bir sisteme
geçildiğini, bu adamın şişirilerek muhalefetin gardını düşürmesinin zayıflık
olduğunu falan anlatıyorum.
Son gelişmeler haklı olduğumu gösteriyor. Karma eğitimden vazgeçilmesi
tüy dikiyor.
Bu zavallı kızcağız işi çok çirkinleştirdi. Sanırsınız babasını
savunuyor.
Anlaşıldı ki bir beklenti içine girilmiş, bildiğiniz ikbal-koltuk
dönekliği yani. Ama ne hakaretler bana… Meğer ağzı da çok bozukmuş, nezaketi
maskeymiş. Ömrümde düşmanlarımdan bile duymadım o lafları.
“Eeee, ne olmuş, büyütme” diyeceksiniz de… Kazın ayağı öyle değil.
Döneklik hikâyeleri uzaktan kulağa eğlenceli geliyordu, alay edip
gülüyorduk. Ama insanın burnunun dibinde bitince bir araba dayaktan beter etki
yapıyor.
Yahu, arkadaşının arkadaşı için bunca özveriye, yakınlığa, güvene ne
gerek vardı, diyorum, kahroluyorum.
Yeter öğretmenin solculuğu hocası bakan oluncaya kadarmış.
Eskiler, “Kızdığınızda, konuşmadan önce içinizden ona kadar sayın.”
derlerdi.
Dört gündür sayıyorum. Öfkem, pişmanlığım geçmedi. Artık ağzımı açmaya
karar verdim.
Ünlü dönekleri bilirdik de burnumuzun dibinde olanları bilmezdik,
öğrendik. Nihat Doğan, Tuğçe Kazaz halt etmiş.
Eh, kazık yiye yiye öğreniyorum işte.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder