"...…………..
Merhaba, çocuklar.
Bir geniş
bir büyük «Merhaba» demek,
sonra bitirmeden sözümü
yüzünüze bakıp gülerek
— kurnaz ve bahtiyar —
kırpmak gözümü...
Biz ne mükemmel dostlarız ki
kelimesiz ve yazısız
anlaşırız...
Merhaba, çocuklar,
merhaba cümleten... "
Bu dizeleri yazdın ama bugün yaşasaydın ne hissederdin? Kendinde " Güzel günler göreceğiz, güneşli günler" demeye derman bulur muydun?
Sevgili Nazım yaşasaydın acıların katmerlenirdi, bu kez vatan özleminden değil, bu ülkenin çocuğu olmaktan duyduğun utançtan ölürdün.
"Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında
dünyayı çocuklara verelim
kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
çocuklar dünyayı alacak elimizden
ölümsüz ağaçlar dikecekler"
Bu dizeleri yazabilir miydin?
Böyle umut dolu, nehirler kadar coşkulu ve bereketli sözcükleri yazacak gücün olur muydu?
Ölümsüz ağaçlara inanır mıydın?
"............................
Çocuklar ölebilir yarın,
hem de ne sıtmadan ne kuşpalazından
düşerek te değil kuyulara filân;
çocuklar ölebilir yarın,
çocuklar sakallı askerler gibi ölebilir yarın,
çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında,
ne bir santim kemik, ne bir damla kan,
çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında
arkalarında bir avuç kül bile değil
arkalarında gölgelerinden başka bir şey bırakmadan.
................................................."
Sevgili Nazım bu ülkede çocuklar artık savaştan ölmüyor. İnsanımsı yaratıklar tarafından soysuzca, sapıkça, alçakça tecavüz edilerek öldürülüyor.
Sevgili Nazım, bu sapıkları bizzat devlet koruyor, kolluyor. İşi adalet dağıtmak olan yargıçlar tarafından koruma altına alınıyorlar.
Sevgili Nazım sapıklık kurumsallaştı, biliyor musun?
Seni beni koruması gereken devlet, sapıklığı koruyor.
İşi çocukları korumak olan bakan "Bir kereden bir şey olmaz." dedi.
Çocukların evlilik yaşını beş-altı yaşa çeken soysuz tarikatlar, devletin içine yuvalandılar.
Sevgili Nazım, (sen henüz göç etmemiştin sanırım), ben daha 6-7 yaşlarında bir çocukken Ayla adında bir çocuk kaybolmuştu. Gazetelerde yazdığına göre aynı yaşlardaydık.
İstanbullu eğitimli bir ailenin çocuğu idi. Mühendis babası Türkiye'yi ayağa kaldırmıştı. Bütün evlerde Ayla'nın yası tutuldu.
Çocuktum, çok etkilenmiştim. Gazeteleri her gün takip ederdim, umutla Ayla çıkıp gelecek diye beklerdim.
Çocuktum ama babası tarafından okuma yazma öğrenir öğrenmez eline gazete tutuşturulan bir çocuk.
Uzun çok uzun yıllar Ayla'nın gelmesinden umudumu kesmedim. Buna inandım.
Sen anımsıyor musun? Yaban ellerde böyle olayları duyar mıydın, bilmem.
Duysaydın Ayla'yı da alırdın satırlarına belki, kim bilir....
Nazım o günden sonra, özellikle bu son 16 yıl içinde, kaç çocuk, kaç lekesiz melek analarının elinden koparıldı, kara toprağa girdi, bilsen.
Artık çocuk tecavüzlerine yüreğim dayanmıyor be ustam.
Yaşasaydın sen de bin kez ölürdün acıdan, utançtan.
Dünyanın taaa öteki ucunda atom bombasının öldürdüğü çocuklara cayır cayır yanan yürek, doğduğu toprağın acısına dayanabilir miydi?
Bu acıyı senin o büyülü sözcüklerin bile anlatamazdı, eminim.
Bu ülkede kadın - erkek herkesin yüreği kor ateşe döndü. Hele kadınların...
Umut bitti sevgili Nazım, umudumuz bitti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder