12 Mayıs 2022 Perşembe

Bir Avcılar Öyküsü Daha




 Bir Avcılar Öyküsü Daha

1980 Yılı Ekim Ayı başlarında evimden uzaklara gitmek zorunda kaldım.

Öğretmen arkadaşlarım Aytekin Kolsuz, İsmail Tezgel, Ayten Sayın, dostlarım, verdiler sürgün haberini. Aytekin’in amcası Milli Eğitim Müdür yardımcısıydı sanırım.

Öğretmenler odasındaydık, ders bitimiydi. Sadece “Eyvah, benim sabahları kendiliğimden uyanma alışkanlığım yoktur, annem uyandırır. Yandık. Bir çalar saat almalıyım.” dedim.

Akşam evdeki ağır, kederli hava kapı ziliyle bölündü; Ayten, İsmail ve Aytekin gelmişler, bir armağan getirmişler. Mavi çerçeveli, kadranında mavi bir papağan ve çiçekler olan çok şık bir çalar saat…

İşte yanımda götürdüğüm ve umuda tutunmamı sağlayan şey o çalar saat oldu

Mavi saatin mavi umutları vardı... O saat her sabah çaldığında “Asla vaz geçme.” dedi bana, dostlarımın sesiyle...

Zaman zaman yazdım, anımsayacaksınız; faşist Kenan Evren cuntasının kasırgası beni, yepyeni bir yaşama, hiç bilmediğim yepyeni heyecanlara götürdü. Yaşam hakkında deneyimlediğim ne varsa bu süreçte yaşadım ben.

***

Avcılar Köyü bir dağın eteklerinde, Erzurum Erzincan Karayolu üzerindedir. Doğrudan Fırat’ın büyük koluna, Karasu’ya dökülen bir dereciğin iki yakasına konuşlanmıştır ve de Karasu köyün eteğindedir.

Eskiden anneannem yeşillikler içinde bir yer gördü müydü “Yalan dünyanın cenneti” derdi.

Avcılar yalan dünyanın cennetidir. Yeşillikler içinde, bağlık, bahçelik bir yerdir.

Başınızı sokacak bir ev bulmak çok zordur. Elektriksizlik, susuzluk köyün cezasıdır. Kent merkezine bu denli yakın olup da elektriksiz olmak bu ülkede Alevilere yüzlerce yıldır reva görülen ötekileştirmenin sonucudur bana göre. Elektrik benden iki yıl kadar sonra geldi.

Derler ki köyün asıl kurulduğu yer daha yukarlardaymış. Heyelan nedeniyle aşağıya taşınmıştır köy.

Eski köyün çok daha üstlerinde mezralar, yaylalar vardır ve köy halkı oraları destan gibi anlatır.

Yaylaları geçip de dağın öte yakasına baktığınızda Otlukbeli Savaşı’nın yapıldığı Tercan Ovası’nı görürsünüz.

Eskiden olduğu gibi hayvanlarla uzun süreli çıkılmıyor yaylaya. Ama köyün rüzgâr ayaklı insanları sık sık gezmeye gidiyorlar. Arıcılık yapanlar da bir süre yaylayı, eski köy civarını mesken tutuyorlar.

Bu yürüyüşlerde doğanın her türlü nimeti elinizin altındadır.

***

Günün birinde Yılmazlarla ben de bu yayla yolculuğuna katıldım. Sevgili Adalet ve Huri banyo için su hazırlamamı, döner dönmez banyo yapmamın şart olduğunu sıkı sıkı tembihlediler. Aksi takdirde bir hafta kendime gelemezmişim. Yanıma kalın ceket falan da almalıymışım. Haziranın 15’inde ceket almanın nedenini sormadım ve denileni yaptım. Bir gün önceden kaplarımı doldurdum. (Köyde evlerde su yoktur, çeşmelerden taşınır.)

Gece saat üç sularında yola koyulduk. Ben ayak bağı olacağım, orası kesin, tempolarına uyabilir miyim, bilmem.

Adiloş Yılmaz’ın eşi, Huri kardeşi… Kardeş olsak bu denli anlaşamayız. Güle oynaya yola koyulduk. İlk iki saatten sonra bana öyle geldi ki tırmandığımız dağ çoktan iki hatta üç misli büyümüş ve uzaklaşmıştı bile.

Bizimkilerde tık yok. Dedim ya; rüzgâr ayaklılar.

Yer yer vadilerden geçiyoruz.

Eski köyü çoktan geride bıraktık. Güneş doğdu. Yılmaz bir o yakaya bir bu yakaya koşturuyor. Uzaktan bir pırıltı gördü mü oraya yöneliyor. Mantar avcısı benim kardeşim. Torbası doluyor. Huri ve Adalet önlerine ne çıkarsa onunla yetiniyorlar.

Hava çok soğuk. Artık kuzey yamaçlardaki karların içindeyiz. Çoğu erimiş ama ara ara öbek öbek ışıldıyor.

Havada büyüleyici bir koku asılı. Nereden geldiğini anlamak olanaksız; her yerde… Renklerini bile tanımlamakta güçlük çektiğim çiçekler açmış. Laleler, çiğdemler, neler neler… Yer yer kar yığınlarının içinden gülümseyen kardelenler…

***

(Keşke adım kardelen olsa… Bu çiçeğin adı bana, kapkara bir kumaşı yırtarcasına karanlığı yırtarken bir eliyle de o karanlığa şimşekler savuran masalsı bir kahramanı anımsatıyor. Umudun adı kardelen, ne güzel! Kavganın adı kardelen ne güzel! Aydınlığın adı da kardelen.)

***

(Bu satırların yazıldığı akşam hava çok ağır… Öğleden sonra Canan Kaftancıoğlu, hakkındaki davanın sonuçlandığını siyaset yasağı ve hapis cezası aldığını açıkladı. Bir kardelen de Canan Kaftancıoğlu’dur. Aslında bu topraklarda bütün kadınlar kardelen, Canan olmak zorunda…)

***

 O eşsiz kokulu, çarpıcı ışıltıların endemik olduklarından haberim yok, toplayıp başıma taç yaptım. Dinlenmek için durduğumuzda yere uzanıp gökyüzünü selamladım.

Otların yer yer kazılmış gibi eşelendiği yerlerde Yılmaz “Domuzlar var yakınlarda.” dedi. Domuzlarla ürkütücü bir deneyimim vardır benim. Ürperdim.

Bir süre sonra Yılmaz ayı izleri gördüğünü söyledi. İzler tazeymiş. İyice tırstım. Adalet ve Huri’ye yapıştım iyice. Onlar pek umursamıyorlar. Yılmaz’ın neden tüfek aldığını anlamamıştım. Şimdi anlaşıldı.

 

Öğle saatlerinde vardık yaylaya… Üstü açık ağıllar, barınmak için yapılmış ama artık bir harabeye dönmüş birkaç kulübe…

Adalet, bir büyük taşın altından kaynıyor gibi görünen kaynağın dibine oturdu. Uzaktan fark etmemiştim, heyecanlandım. Ben de yanına çöktüm; suyu avuçladığım gibi yüzüme çarptım ama ellerim ve yüzüm bir anda şoklanmışa döndü. O kadar soğuk…

Adalet çantadan bir karpuz çıkarıp suyun altına koydu, Yılmaz bir yetmişliği karpuza yasladı. Onca yol bu ağırlıkları taşımış olduklarından haberim yok.

Hızla mantarlar temizlendi, ateş yakıldı. Huri viran kulübenin duvarının dibinden birkaç taşı kaldırdı; tuz, bıçak, birkaç şey daha…

Yılmaz’ın en şakacı halleri burada… Ortaoyunu seyreder gibiyim. Gülme krizine girdim. Ayaklarımın ağrısı dayanılmaz ama kimin umurunda. Ayakkabılar fora… Soğuk suyun içine daldırıp daldırıp çıkarıyorum. Çığlık çığlığa…

Çok gülüyorum, çok eğleniyorum, arınıyorum, temizleniyorum. İçimde bir huzur.

Mantarlar közlendi, Hurinin açtığı sofranın içinde çökelek, lavaş ekmek. Adalet karpuzu kesti. Yılmaz rakılarımızı doldurdu. İlk kadeh ayakta, gülme krizi geçirirken içildi. Neye gülüyorduk, anımsamıyorum. Ama birlikteyken kaynak hep Yılmaz’dır.

Yılmaz, havanın ve rakının eze eze tadını çıkarmamıza izin vermedi. Haklı… Geldiğimiz yolu geri dönmek gerek.

İki saat dolmadan davrandık.

İniş daha hızlı oldu ama çok daha yorucu. Dimdik yamaçlardan düşmemeye çalışarak iniyorum. Başım dumanlı, peş peşine yuvarladığım rakı ve temiz hava çarptı beni. Rüzgâr ayaklılar bana ayak uyduruyorlar.

“Siz devam edin, inin aşağıya, ben buradan kendimi bir salarım, yuvarlanarak inerim, siz aşağıda yakalarsınız beni.” diye şakaya vuruyorum ama canım çok yanıyor.

Kuş sesleri hiç kesilmiyor. Ağrılara teselli.

***

Yola çıktığımız saatten çok erken döndük. Niyetim hemen yatmak ama Adalet söz almadan bırakmadı beni. Yıkanmak gerek.

***

Yundum yıkandım, arındım; kulağımda kuş sesleri, her yerde kokular, genzimi yakan temiz hava, ellerim hala       o suyun içinde…

Deliksiz bir uyku…

Bütün eski dostluklara, bütün sevgilere, unutulmayanlara milyonlarca selam ve minnetle…

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...