Bir Avcılar Öyküsü Daha
1980 Yılı Ekim Ayı
başlarında evimden uzaklara gitmek zorunda kaldım.
Öğretmen
arkadaşlarım Aytekin Kolsuz, İsmail Tezgel, Ayten Sayın, dostlarım, verdiler sürgün
haberini. Aytekin’in amcası Milli Eğitim Müdür yardımcısıydı sanırım.
Öğretmenler
odasındaydık, ders bitimiydi. Sadece “Eyvah, benim sabahları kendiliğimden
uyanma alışkanlığım yoktur, annem uyandırır. Yandık. Bir çalar saat almalıyım.”
dedim.
Akşam evdeki
ağır, kederli hava kapı ziliyle bölündü; Ayten, İsmail ve Aytekin gelmişler,
bir armağan getirmişler. Mavi çerçeveli, kadranında mavi bir papağan ve
çiçekler olan çok şık bir çalar saat…
İşte yanımda
götürdüğüm ve umuda tutunmamı sağlayan şey o çalar saat oldu
Mavi saatin
mavi umutları vardı... O saat her sabah çaldığında “Asla vaz geçme.” dedi bana,
dostlarımın sesiyle...
Zaman zaman yazdım,
anımsayacaksınız; faşist Kenan Evren cuntasının kasırgası beni, yepyeni bir yaşama, hiç bilmediğim
yepyeni heyecanlara götürdü. Yaşam hakkında deneyimlediğim ne varsa bu süreçte
yaşadım ben.
***
Avcılar Köyü
bir dağın eteklerinde, Erzurum Erzincan Karayolu üzerindedir. Doğrudan Fırat’ın
büyük koluna, Karasu’ya dökülen bir dereciğin iki yakasına konuşlanmıştır ve de
Karasu köyün eteğindedir.
Eskiden
anneannem yeşillikler içinde bir yer gördü müydü “Yalan dünyanın cenneti”
derdi.
Avcılar yalan
dünyanın cennetidir. Yeşillikler içinde, bağlık, bahçelik bir yerdir.
Başınızı
sokacak bir ev bulmak çok zordur. Elektriksizlik, susuzluk köyün cezasıdır.
Kent merkezine bu denli yakın olup da elektriksiz olmak bu ülkede Alevilere yüzlerce
yıldır reva görülen ötekileştirmenin sonucudur bana göre. Elektrik benden iki
yıl kadar sonra geldi.
Derler ki köyün
asıl kurulduğu yer daha yukarlardaymış. Heyelan nedeniyle aşağıya taşınmıştır
köy.
Eski köyün çok
daha üstlerinde mezralar, yaylalar vardır ve köy halkı oraları destan gibi
anlatır.
Yaylaları geçip
de dağın öte yakasına baktığınızda Otlukbeli Savaşı’nın yapıldığı Tercan
Ovası’nı görürsünüz.
Eskiden olduğu
gibi hayvanlarla uzun süreli çıkılmıyor yaylaya. Ama köyün rüzgâr ayaklı insanları
sık sık gezmeye gidiyorlar. Arıcılık yapanlar da bir süre yaylayı, eski köy
civarını mesken tutuyorlar.
Bu yürüyüşlerde
doğanın her türlü nimeti elinizin altındadır.
***
Günün birinde
Yılmazlarla ben de bu yayla yolculuğuna katıldım. Sevgili Adalet ve Huri banyo
için su hazırlamamı, döner dönmez banyo yapmamın şart olduğunu sıkı sıkı
tembihlediler. Aksi takdirde bir hafta kendime gelemezmişim. Yanıma kalın ceket
falan da almalıymışım. Haziranın 15’inde ceket almanın nedenini sormadım ve
denileni yaptım. Bir gün önceden kaplarımı doldurdum. (Köyde evlerde su yoktur,
çeşmelerden taşınır.)
Gece saat üç
sularında yola koyulduk. Ben ayak bağı olacağım, orası kesin, tempolarına uyabilir
miyim, bilmem.
Adiloş
Yılmaz’ın eşi, Huri kardeşi… Kardeş olsak bu denli anlaşamayız. Güle oynaya
yola koyulduk. İlk iki saatten sonra bana öyle geldi ki tırmandığımız dağ
çoktan iki hatta üç misli büyümüş ve uzaklaşmıştı bile.
Bizimkilerde
tık yok. Dedim ya; rüzgâr ayaklılar.
Yer yer
vadilerden geçiyoruz.
Eski köyü
çoktan geride bıraktık. Güneş doğdu. Yılmaz bir o yakaya bir bu yakaya
koşturuyor. Uzaktan bir pırıltı gördü mü oraya yöneliyor. Mantar avcısı benim
kardeşim. Torbası doluyor. Huri ve Adalet önlerine ne çıkarsa onunla
yetiniyorlar.
Hava çok soğuk.
Artık kuzey yamaçlardaki karların içindeyiz. Çoğu erimiş ama ara ara öbek öbek
ışıldıyor.
Havada
büyüleyici bir koku asılı. Nereden geldiğini anlamak olanaksız; her yerde…
Renklerini bile tanımlamakta güçlük çektiğim çiçekler açmış. Laleler,
çiğdemler, neler neler… Yer yer kar yığınlarının içinden gülümseyen
kardelenler…
***
(Keşke adım
kardelen olsa… Bu çiçeğin adı bana, kapkara bir kumaşı yırtarcasına karanlığı
yırtarken bir eliyle de o karanlığa şimşekler savuran masalsı bir kahramanı anımsatıyor.
Umudun adı kardelen, ne güzel! Kavganın adı kardelen ne güzel! Aydınlığın adı
da kardelen.)
***
(Bu satırların
yazıldığı akşam hava çok ağır… Öğleden sonra Canan Kaftancıoğlu, hakkındaki
davanın sonuçlandığını siyaset yasağı ve hapis cezası aldığını açıkladı. Bir kardelen
de Canan Kaftancıoğlu’dur. Aslında bu topraklarda bütün kadınlar kardelen,
Canan olmak zorunda…)
***
O eşsiz kokulu, çarpıcı ışıltıların endemik
olduklarından haberim yok, toplayıp başıma taç yaptım. Dinlenmek için
durduğumuzda yere uzanıp gökyüzünü selamladım.
Otların yer yer
kazılmış gibi eşelendiği yerlerde Yılmaz “Domuzlar var yakınlarda.” dedi.
Domuzlarla ürkütücü bir deneyimim vardır benim. Ürperdim.
Bir süre sonra
Yılmaz ayı izleri gördüğünü söyledi. İzler tazeymiş. İyice tırstım. Adalet ve
Huri’ye yapıştım iyice. Onlar pek umursamıyorlar. Yılmaz’ın neden tüfek aldığını
anlamamıştım. Şimdi anlaşıldı.
Öğle
saatlerinde vardık yaylaya… Üstü açık ağıllar, barınmak için yapılmış ama artık
bir harabeye dönmüş birkaç kulübe…
Adalet, bir büyük
taşın altından kaynıyor gibi görünen kaynağın dibine oturdu. Uzaktan fark
etmemiştim, heyecanlandım. Ben de yanına çöktüm; suyu avuçladığım gibi yüzüme
çarptım ama ellerim ve yüzüm bir anda şoklanmışa döndü. O kadar soğuk…
Adalet çantadan
bir karpuz çıkarıp suyun altına koydu, Yılmaz bir yetmişliği karpuza yasladı.
Onca yol bu ağırlıkları taşımış olduklarından haberim yok.
Hızla mantarlar
temizlendi, ateş yakıldı. Huri viran kulübenin duvarının dibinden birkaç taşı
kaldırdı; tuz, bıçak, birkaç şey daha…
Yılmaz’ın en
şakacı halleri burada… Ortaoyunu seyreder gibiyim. Gülme krizine girdim.
Ayaklarımın ağrısı dayanılmaz ama kimin umurunda. Ayakkabılar fora… Soğuk suyun
içine daldırıp daldırıp çıkarıyorum. Çığlık çığlığa…
Çok gülüyorum,
çok eğleniyorum, arınıyorum, temizleniyorum. İçimde bir huzur.
Mantarlar
közlendi, Hurinin açtığı sofranın içinde çökelek, lavaş ekmek. Adalet karpuzu
kesti. Yılmaz rakılarımızı doldurdu. İlk kadeh ayakta, gülme krizi geçirirken içildi.
Neye gülüyorduk, anımsamıyorum. Ama birlikteyken kaynak hep Yılmaz’dır.
Yılmaz, havanın
ve rakının eze eze tadını çıkarmamıza izin vermedi. Haklı… Geldiğimiz yolu geri
dönmek gerek.
İki saat
dolmadan davrandık.
İniş daha hızlı
oldu ama çok daha yorucu. Dimdik yamaçlardan düşmemeye çalışarak iniyorum. Başım
dumanlı, peş peşine yuvarladığım rakı ve temiz hava çarptı beni. Rüzgâr
ayaklılar bana ayak uyduruyorlar.
“Siz devam
edin, inin aşağıya, ben buradan kendimi bir salarım, yuvarlanarak inerim, siz
aşağıda yakalarsınız beni.” diye şakaya vuruyorum ama canım çok yanıyor.
Kuş sesleri hiç
kesilmiyor. Ağrılara teselli.
***
Yola çıktığımız
saatten çok erken döndük. Niyetim hemen yatmak ama Adalet söz almadan bırakmadı
beni. Yıkanmak gerek.
***
Yundum yıkandım,
arındım; kulağımda kuş sesleri, her yerde kokular, genzimi yakan temiz hava,
ellerim hala o suyun içinde…
Deliksiz bir
uyku…
Bütün eski
dostluklara, bütün sevgilere, unutulmayanlara milyonlarca selam ve minnetle…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder