3 Haziran 2022 Cuma

İnsan İnsan Derler idi

 

İnsan İnsan Derler idi

1 Haziran 2022

Hastane eve yakın. Şöyle ortalama bir yürüyüşle dört dakikada ordasın. Ama dizler ve ayaklar benimki gibiyse ve de yol neredeyse dimdik bir yokuşsa zor.

Durak evin önünde. Yola çıkarken otobüs geçti, durmaz ama gene de el kaldırdım.

Durdu, arka kapısını açtı, beni bekledi.

Hani hep derim ya; en umutsuz, aklımla-ruhumla en kavgalı olduğum zamanlarda, bir küçük ışık, bir parıltı bir yerlerden, bir insan suretinde çıkıp geliyor, gönlüme yerleşiveriyor.

Bu kez o ışık otobüsün şoförü oldu.

***

Doktorun adı Şifa Postallı…Günler öncesinden randevu aldım. Salgın başından beri ilk kez hastaneye gönüllü gideceğim.

Nöroloji polikliniklerinin sadece birinin üstünde doktorun adı var. Herkes benim gibi doktorunu arıyor.

Bir güvenlik görevlisine “Şifa Bey’in odası hangisi?” dedim, gösterdi.

İlk sıradayım, oturdum bekliyorum. Adımı duyunca kapıyı tıklattım, girdim. Sekreter ‘insan’ bakışlı, tatlı, efendi bir çocuk. Doktorun odasına buyur etti. Masada bir genç kadın oturuyor. Hoş geldiniz dedi, şikayetimi sordu. Şaşkınım. Doktorun o olduğundan emin değilim. Kafamda nasıl bir “erkek doktor”, “erkek adı-kadın adı” kurgulamasıyla geldiysem… Bereket telefon çaldı, genç kadın “Ben doktor Şifa” diye yanıt verdi de beni yerin dibine sokacak bir sıkıntıdan kurtardı.

Önyargı ya da koşullanmışlık; adın her neyse, sen kahrol emi… Kahrol, yok ol, kafanı kır, gözünü patlat da geber, bir daha insanların beynine, yüreğine gireme.

Ne alçak bir şeysin sen önyargı.

Seni besleyen, seni ruhumuzun en karanlık köşesine yerleştirenler de kahrolsun.

 

(Kemal Kılıçdaroğlu’nun kişiliği, karakteri, donanımı, devlet adamlığı hakkında tek söz söyleyemeyenler, onun Alevi oluşu yüzünden cumhurbaşkanı seçilemeyeceğini söyleyip ön yargıları, koşullanmışlıkları kışkırtıyorlar ya…)

***

Doktoru bekliyorum. Bir telefon çaldı. Adam açtı telefonu, oldukça alçak bir sesle “Alo, buyurun efendim.” dedi. “Benim efendim, kiminle görüşüyorum efendim.” diye devam etti.

Ooo, tam bir beyefendi…

Kayıtlı bir telefon değil, belli. Karşıdaki kim olduğunu söylemiş olmalı.

Bir anda o nazik ve yumuşak ses en yüksek perdeden “Oo, sen misin la? Nirelerdesiñ, ne vaat geldin? İmtana girdiñ mi? İyi miydi la? Ben de hastanedeyim ya la. Nörolojiniñ orda, he gel gel.” diye gümbürdemez mi?

Kalabalıkta yüksek sesle telefonda konuşanlarla, hastane koridorunu oturma odası sananlarla dolu bir dünya…

Konuştuğu delikanlı geldi. Sonrası mı? Boş verin…

(n harfinin üstüne koyduğum işaret yani “ñ” dilbilimcilerin alfabemizde olmayan ama pek çok yerel ağızda var olan bir sesi karşılamak için kullandığımız bir işarettir. Niğde’de ve başka bazı kentlerin ağzında “n-g” seslerinin ortasında, genizden gelen bir ünsüz vardır. Latin Kökenli Yeni Türk Alfabesi İstanbul ağzına göre biçimlendiği için bu yöresel ağızlardaki bazı seslere karşılık harf yoktur. Bu nedenle, dilbilimciler Türkçe’nin varlığı olan bu sesler için o işareti kullanmışlar. “h – k” arasındaki gırtlak ünsüzü için de durum böyledir.)

***

Hastanenin tam karşısında beş-on eczane var. Karşıya geçerken şöyle bir göz attım, adı hoşuma giden eczaneden alacağım ilacımı.

Aralarından biri hemen gözüme takıldı. Anadolu Eczanesi…

“Eczane Anadolu” değil, mis gibi Türkçemizin kurallarına uygun Anadolu Eczanesi…

Sevindim, gözüm gönlüm açıldı valla. Çünkü eczanelerin, yasaların emriymiş gibi, Türkçe’ ye göre değil, İngilizce cümle yapısına uygun şekilde “Eczane Pınar, Eczane Şifa” gibi adları kullanmalarına kızıyordum.

Oraya yöneldim, içeri girer girmez eczacıya bu duygularımı anlattım. Gözleri parladı, bir sevindi ki… Gencecik, güzeller güzeli bir genç kadın… Yolum düştükçe başka eczaneye gitmem artık…

***

3 Haziran 2022

Geldik bugüne…

Yaşar’a “Yürüyüş yapalım, parkta, Yeşilçam Kafe’de bir çay içer, döneriz.” dedim, kırmadı beni.

Vardık ki Yeşilçam Kafe’nin duvarda bir adı kalmış. Her taraf harabeye dönmüş.

O güzelim parkın üst girişinde, duvarları, bahçedeki panoları Yeşilçam yıldızlarıyla dolu güzel bir mekandı. En son geçen sonbaharın sonlarında gitmiştik. Bir yıl bile olmadı. Ekonomik krizden nasibini almış. Hüzünlendik.

Parkta bir süre dinlendik ve döndük.

Sizler de öyle misiniz bilmem ama ben bu hızlı değişime ayak uyduramaz oldum. Aslında değişim değil de çöküş demeliydim.

Bir kent bu denli hızla kimliksizleşebilir mi?

Bir kenti yaşayan, nefes alan, güvenli kılan, bir yurt haline getiren tek şey karakteridir. İki yıl önce gördüğünüz bir parkı yerinde bulamıyorsunuz. Yıldırım hızıyla dükkanlar açılıyor, aynı hızla kapanıyor. Okullar durmadan yer değiştiriyor, ad değiştiriyor. Kentin belleği siliniyor, kentin insanlarının kökleri yok oluyor.

Hiçbir devlet kurumu beş yıl önce olduğu yerde değil.

Hazin olan bunu gelişme adına yapmaları.

Belediyenin önündeki park alanının öyküsü ne kadar acıdır.

İnsanlarımız da suçlu, hem de çok. En yüksek, en lüks kulede oturuyor olmayı uygarlık sandılar.

Bugün arkadaşım Aynur yakınıyordu; Bor’da, yıllar sonra ziyaret ettiği mahallesini tanıyamamış.

Gelişme değil bu; düpedüz çürüme, çöküş…

Ekonomik kriz çöküşü körükledi...

Son yirmi yılda bu kente çok büyük kötülük yapıldı. Önceden de bu kadim, güzeller güzeli şehre saygısızlık yapılmıştı ama bu yirmi yıl tüy dikti.

Sözünü ettiğim parkın, Kızılelma Parkı’nın da başına gelecek olanlardan korkuyorum. Öyle güzel bir yer ki…

Kayaların içinden fışkırmış cennet parçası gibi. Çölde bir vaha...

Ne diyelim, biz göreceğimizi gördük ama çocuklara görecek bir şey bırakmadık.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...