6 Ocak 2025 Pazartesi

DÜNDEN BUGÜNDEN

 Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye çökmüş beş taş oynuyorum. Aradan bunca zaman geçti, görüntü belleğimde pırıl pırıl. Anneannemlerdeyiz. Olsa olsa altı yedi yaşlarındayım.

Canım sıkılıyor. Arkadaş yok. Dışarı çıkıp sokakta kimseyi göremeyince üzüldüm, kendi başıma oyun oynuyorum. Bilyelerimi teyzem verdi. Onda çok bilye var. Benim oynamama izin vermez. Ben mızırdanmaya başlayınca elime beş bilye verdi. Kitap okuyor, beni başından savmanın kısa yolu bilyeler.

Kendi kendine beş taş oynamanın eğlence neresinde? Bir süre sonra sıkılıyorum. Bilyeleri cebime koyup arka tarafa geçiyorum.

Evin arkasında “örtme” dedikleri kapısı olmayan büyükçe bir oda var. Bir tandır, yan tarafta bir ocak, ocağın üstünde “baca” denilen kapaksız bir dolap. Çam çıralar, kibrit, bir şişe gaz yağı orada durur. İkinci kattaki odanın bir penceresi de buraya açılır.

Tandırın diğer yanında tavana dek yığılmış yavşanlar. Dedem yazıdan yabandan topladığı bu dikenli, kuru, çalımsı bitkileri at arabasıyla getirir, anneannem özenle istif eder tandırın yanındaki boşluğa. Tandırda yakacak olarak kullanılır yavşan. Çok çabuk tutuşur, tandırda çıtır çıtır yanması çok hoşuma gider. Mırıl mırıl bir türkü gibi dinlerim o sesi. Ekmek örtmede yapılır, salça, tarhana, pekmez orada kaynatılır, yemekler çoğu zaman orada, ocakta pişirilir.

Anneannemin tandırın ateşine gömdüğü çömlekte pişirdiği kelle paçanın, kuru fasulyenin tadı hala damağımdadır. O kelle paçanın suyuna tirit… Ne denli şanslı çocuklar olduğumuzu bugün anlıyorum.

Avlunun üstünde kocaman bir teras bahçemiz var. Bahçede doğal bir kaynaktan gelen suyla dolan doğal, kendiliğinden kayalardan oluşmuş bir havuz olarak anımsadığım bir havuz var. Suyu buz gibidir. Dedem karpuzları o havuzda soğuturdu. Bir saatte çatır çatır çatlayan bal gibi karpuzlar… İri çekirdekli… Şimdi o karpuzlar yetişmiyor.

Teras bahçeye çıkan merdivenlerin başında koca bir ceviz ağacının altına bir halı serilmiş. Anneannem gaz ocağında tel şehriye çorbası yapıyor. Şehriyeler şimdiki gibi paketlenmiş değil. Spiral şeklinde sarılmış kocaman halkalar halinde açık satılır. Avuçlarınızda sıkarak kırarsınız. Bol domatesli, mis gibi tereyağıyla yapılmış, en organiğinden bu çorbayı nasıl keyifle içerdik cevizin altında. Şehriye çorbasının kokusunu da hiç unutmadım.

Belleğim nerelere savurdu beni. Beş taştan sıkılınca örtmeye girdim. Aklıma yavşanların nasıl yandığı geldi. Bacadan kibriti aldım ve yanan kibriti yavşan yığınına tuttum. Nasıl bir anda ateş aldı, koca yığın ejderhanın ağzından çıkan ateş gibi nasıl yanmaya başladı anlamadım.

Korktum, ne halt ettiğim kafama dank etti. Ama durdurulamaz bir alev topu yukarı odanın penceresini sardı. Bir yandan çığlıklar atıyorum, ev halkını uyarmaya çabalıyorum, öte yandan ağlıyorum.

Komşular, ev halkı havuzun suyuyla yangını söndürdüler.

Annem suçlu arıyor, benim bu işi yapmış olabileceğim akıllarına gelmiyor. Ben uslu bir çocuğum, benimle hiç sıkıntı yaşamadılar.

Ben can havliyle “Ferda çıkardı yangını.” diyorum. Annem “Eşek sıpası, Ferda bizim yanımızdaydı. Sen çıkardın bu yangını.” dedi. Gözlerinden öfke fışkırıyor. Üstüme yürüdü, okkalı bir dayak yiyeceğim, belli. Ama bana çok düşkün olan, beni gözünden bile sakınan anneannem annemin önüne geçti, beni arkasına sakladı. O, örtmenin harap olmasını, neredeyse evi tümüyle yakacak yangını unutmuş beni koruyor.

Duyduğum utanç, pişmanlık bu olayı beynime, belleğime bütün ayrıntılarıyla kaydetmiş olmalı ki hâlâ capcanlı anımsıyorum.

***

28.12.2024

Sözüm ona yazının ikinci bölümüne başlayacaktım. Ama tutuldum kaldım. Günlerdir bekletiyorum.

Bugün evde boğucu bir yalnızlık var. Yalnızlık duygusu hep var ama bugün yalnızlık göz pınarlarımda… Ne kalabalık ailem ne de bir telefon kadar yakın dostlarım bu duygunun yüreğime çökmesine çare değil.

Yaşar’ın yokluğu canımı yakıyor.

Yalnızca babanız, anneniz ölünce öksüz ya da yetim kalmıyorsunuz. Sevdiğinizi, yaşam arkadaşınızı yitirince hem öksüz hem yetim kalıyorsunuz.

Tutunduğunuz dal gidiyor.

Akıl defteriniz gidiyor.

Yaşamı anlamlı ve değerli kılan yanınız; aklınız, yüreğiniz eksiliyor. Amacınız tükeniyor.

Fark ediyorsunuz ki sadece onun için yemek yapmışsınız örneğin. Haşlama etin büyüğünü ve kemiksizini tabağına koyuvereceğiniz kimseniz yok artık.

***

31 Aralık 2024

Bir yıl daha bitti.

Geceyi uykusuz geçirince geç kalktım. Kahvaltıyı hazırlarken birden durakladım. Bir şeyler tuhaftı, bilemedim. Çevreye göz gezdirdim, her şey her zamanki gibi… Derken anladım. Sesler yok olmuştu. Bütün sesler… Artık borulardaki bıkkınlık vermeye başlayan sesler, çay makinesinin sesi, üst kattaki komşunun hesapsız, çılgınca bağıra çağıra konuşmaları, televizyon sesleri, yan taraftaki kargo elemanlarının gürültüleri…

Sesler gitmişti. Yalnızca sessizlik, tuhaf olan buydu. Sessizlik kulaklarımda çığlık çığlığa yankılanıyordu.

Çok hoşuma gitti. Kahvaltımı o duyguyla yaptım.

Keyif çayımı alıp salona geçiyordum ki her şey normale döndü. Önce üst kattaki komşum, karşısında kim vardı bilmem, avaz avaz bağırmaya başladı. Sonra kargocu gençler normal ayarlarına geri döndüler. Birileri çeşme açtı.

Bu yılbaşını yalnız geçireceğim. Annemle olmayı planlamıştım ama o istemedi. Sadece takvimdeki sayı değişecekmiş. Diğer günlerden farkı yokmuş ki… Oysa ne çok severdi yılbaşı kutlamalarını… Yorgun anam, bedeni yorgun, ruhu yorgun…

Kararıp kaldığımda, bocaladığımda içimi ışığıyla aydınlatıveren insanlar var. Bu bakımdan şanslıyım.

Bir süre önce eczacım reçetemi hazırladığını, akşama eve bırakacaklarını söylemek için aradı. Hep öyle yaparlar zaten. Ardından bir ihtiyacım olup olmadığını sordu, ‘Hayır’ dedim. Market veya başka herhangi bir yerden alınacak ne varsa almak istediğini söyledi. Büyük bir minnet duydum ama kabul etmedim. Ama artık biliyorum, oralarda benim için kaygılanan bir “evlat” daha var.

***

Bu yazıya başladığımda Çiğdem buradaydı. “Çabuk bitir abla, okumak için sabırsızlanıyorum.” dedi.

Durum ortada. Ocak ayının ilk haftasını da devirdik. Neden bu denli ağırlaştı bu yazı? Çiğdem’in hatırına bitmesi gerek.

Kardeşim akciğer kanseriyle boğuşuyor. Yaşar’ın gidişi ve bu durum ruhumu, aklımı çok yordu.

Ben bu mel’un hastalığa yakalanıp da böyle direnen başka birini daha görmedim. İlk şoku atlattıktan sonra nasıl bir savaş açtı hastalığına, şaşırırsınız. Ameliyat, tedavi süreci çok çok ağırdı ama yaşama sevinci arttı eksilmedi.

Sanırım bu durum bizde irsi. Büyük sıkıntılarla karşılaştığımızda umudumuz canlanıyor, direncimiz artıyor. Aklımız, yüreğimiz seferberlik ilan ediyor. Yaşam ağır basıyor. Her koşulda, ne zaman olursa olsun savaşa hazırız.

Yenilgiyi kabul etmeyen bir ruhumuz var. Biliyorum, Çiğdem kazanacak.

Her gün en az dört beş gazete okurum. Şöyle Allah için bir tane güzel, iç açıcı haber olmaz mı canım. Yok, ilaç için desen bir tane bile insanı sevindiren bir haber yok. Okudukça beynim karıncalanıyor, kulaklarım uğulduyor. Ama kısa sürede o savaşmak duygusu beni kendime getiriyor. Ülkemin geleceği için umudumun tükendiğini sandığım anda yenileniyorum.

72 yaşındayım, sağlığım netameli. Meydanlara çıkamam ama konuşup yazabilirim. Umudumu yayabilirim.

Biliyorum, seksen milyon kişinin içinde benim gibi milyonlar var. Bir gün, ama kesinlikle bir gün o milyonlar bir olacak ve hep bir ağızdan haykıracak.

Bir gün, kesinlikle bir gün, hep birlikte özgürlük şarkıları söylenecek.

Hep beraber denir de Nazım’a bir selam verilmez mi?

 

“Hep bir ağızdan türkü söyleyip

hep beraber sulardan çekmek ağı,

demiri oya gibi işleyip hep beraber,

hep beraber sürebilmek toprağı,

ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,

yarin yanağından gayrı her şeyde

her yerde

hep beraber!”

 

 

31 Ekim 2024 Perşembe

2024 EKİM

 

Eylül başı…

Hava eylül kokuyor.

Sonbaharın böyle kokması beni hep şaşırtır. İlkbahar, yaz kokmaz, toprak kokusu yoktur. Sonbaharda toprak kendi egemenliğini anımsatırcasına kokar.

Bereket mevsimidir ya, doğa ana insanoğluna sadece doğanın bir yan ürünü olduğunu mu anımsatıyor ne?

Gece yarısını çoktan geçtik. Bir film izledim; tadı yok. Paylaşmayınca hiçbir şeyin tadı yok. Biraz kitap okudum. Pencereyi kapatırken yağmuru fark ettim. Hiç haberim olmamış. Biraz soluklanayım derken o koku geldi, burnuma yerleşti. Eylül kokusu, toprak kokusu, güz kokusu…

Hafif serinlikle gelen koku yüzümü yaladı geçti gitti. Pencereyi kapattım ama o sıkıntı gene geldi, sol yanıma yerleşti.

İçimdeki bitip tükenmek bilmeyen hüznü yalnızca bu anlar aralıyor.

Eskiden duraklamadan bir çırpıda yazardım. Şimdi aklım ve yüreğim senkronize olamıyor bir türlü.

Eylülün ilk haftasında başladığım yazıyı sürdüremiyorum.

22.10.2024

Güz ortası… Doğanın renk cümbüşü, toprağın doğumu, bereketi çok görkemli… Ancak, hep söylerim, bana ayrılıklardan haber verir güz mevsimi. Bu yüzden pek sevmem.

Taşınmalar da var. Evsiz göçebeler gibiydik. Bizdeki nasıl bir şans ise, hep aç gözlü, sonradan görme ev sahipleri çıktı bahtımıza.

Ve yine nasıl bir şans ise bu; hep güze denk geldi.

Taşınırken en son paketlenen çaydanlık, çay ve bardaklardır. Yeni evde ilk açılan bu pakettir. Yemek dışarıda yenebilir ama çay aralıksız demlenmeli. O yorgunluğun tek ilacı.

Bizde (Yaşar’ın yazılı olmayan yasası) yeni evde ikinci olarak kitap kolileri açılır. Kütüphane, elde şerit metre, yerleri dikkatlice ölçülerek yerine yerleştirilir. Sonra Yaşar’ın, yardım istemeden, sıkılmadan zevkle yaptığı kitapları yerleştirme işi başlar. Bana düşen aksatmadan, durmaksızın çay servisi yapmaktır, o kadar.

Kitaplar yerleşti mi, gerisi kolay. Birer battaniye ve koltuklar emrimize amade. Sonra yavaş yavaş yerleşilir nasılsa.

Ancak benim bir türlü anlam veremediğim bir düzen anlayışı vardı Yaşar’ın. Romanlar yerli-yabancı yazar adlarına göre düzenlenirken Yaşar Kemal’e baş köşede, özel bir yer ayrılır.

Şiir kitapları bir dolabın yarısı kadarını kaplar ama Nazım Hikmet ve Hasan Hüseyin Korkmazgil için başka bir yer ayrılmıştır.

Alev Alatlı’yı ben önceleri beğenirdim. Bütün yapıtlarını satın almıştım. Yaşar hiç sevmedi ve okumadı. Onun kitaplarını, kendi kafasına göre kütüphanenin ayrı bir bölmesine sürgüne yollardı. Sonra Alev Alatlı’nın omurgasında kayma olup da ekseni yamulunca benim de nefretimi kazandı. Kızı ve damadının devletten alacağı işlerin hatırına Recep Tayyip Erdoğan’ı nasıl övdüğünü anımsar mısınız, bilmem.

Alatlı "Sayın Cumhurbaşkanım bugün 1.5 milyon Suriyeli'ye kapılarını açtığınız için tarih sizi ayrı bir yere yazacak. Dünya 5'ten büyüktür dediniz ve tüm oligarkları boşa çıkardınız. Bugün George Orwell olsa sizi ayakta alkışlardı. O yetmez Daniel Defoe de kalkar o da alkışlardı. Sizin sahici dostlarınız sanatçılar ve edebiyatçılar arasındandır." dedi. Bu sözlerin ardından Emine Erdoğan gözyaşlarını tutamadı.” şeklinde basında yer alan sözler ibretlikti ve bir insanın ne kadar dibe batacağına dair küçük bir örnekti.

Niyetim, yıllar sonra Norveçlilerin Knut Hamsun’a yaptıklarını yapmaktı. Bunu ciddi olarak düşünüyordum. Apar topar içeri nasıl atılacağıma dair Yaşar’dan uzunca bir uyarı da almıştım. Ben hayali eylemimi gerçekleştiremeden tası tarağı toplayıp cehenneme taşındı yağcı müptezel.

Her neyse, kitaplar hala duruyor ve ben yarısını okumadım, okumam da…

Şu anda bütün kitaplar, Yaşar’ın yerleştirdiği gibiler. Taşınmak zorunda kalırsam bütün kütüphanenin fotoğraflarını çekeceğim, Yaşar’ın düzeni korunacak.

***

26.10.2024

Günlerdir, akşamdan planladığım, sabah kalkınca kendime bin türlü bahaneler üretip vazgeçtiğim bir iş vardı.

Çok severek aldığım kışlık bir mantom var. Zevkle de giyiyorum ama bir dikim hatası kafama takılıp duruyor. O mantoyu terziye götürüp bir çaresi var mıdır, öğreneceğim. Plan bu…

Ancak içimde dışarı çıkmakla ilgili tuhaf bir isteksizlik var. Başka işler, acil gereksinimler, doktora gitmek için bile dışarı çıkmak zulüm gibi geliyor. Kapıdan çıkmak zorunda kaldığımda adımlarım geri geri gidiyor.

Depresyondayım; belli… Bir doktora gitmek gerek.

Komşularım ve dostlarım var bereket. Bunaldığımda, gereksinim duyduğumda yardımlarını esirgemeyen canlar…

“Feride teyzem, bugün sesin çıkmıyor, iyi misin?”, “Feridoş, emrin olur, hemen geliyorum.”, diyen seslerim var.

Bugün kendime epey söylenip fırça çektikten sonra mantoyu alıp terziye gittim. Dönüşte biraz meyve falan alırım düşüncesiyle alışveriş arabamı da aldım. Terzi şıpın işi anladı sorunu. Sevindim.

Markete uğradım. Sebze ve meyveler yeni gelmiş. Eh, arabayla da geldim. Şöyle bir rahatça alışveriş yapayım derken abartmışım.

Kendimi yorgun hissettim. Ayaklarım falakaya yatırılmış gibi sızlıyor. Dönüş neredeyse olanaksız. Ercan’ı aradım; il dışındaymış. Bu kez Güldenciğimi çağırdım. Öyle çabuk geldi ki…

Dostları olmalı insanın, sevdiği, güvendiği sağlam dostları… Uğruna her şeyi yapabileceğin, senin uğruna her şeyi yapabilecek dostlar… Yanlarında kendini güvende hissettiğin, hiçbir zırha gerek duymadan ruhunu açabileceğin, varlıkları huzur veren insanlar…

Ne güzel…

(Uzunca bir zamandır etrafımızdaki yüzlerce arkadaş hazan yaprakları gibi savrulup kayboldular. Artık yoklar. Yaşar gittiğinde bile arayıp sormayan eski arkadaşlar, yoldaşlar, tanıdıklar var. Ama içimde hiç üzüntü yok onlar için. Yalnızca birazcık öfke, o kadar.)

Anneannem derdi ki; “Sarımsağın seyreği sıkından iyidir kızım. Çevrendeki kalabalıkla övünme, o kalabalığa güvenme. Senin için gözyaşı dökecek üç kişi yeter de artar bile.”

Benim okuma yazma bilmeyen bilge anneannem, canım, haklıydı elbette.

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun dediğince:

“Dostluk dediğin güzel bir kitap

Hava gibi

Su gibi

Ekmek gibi

Vazgeçilmez bir tad

Sonuna kadar dayanmak şart”

Yazımın bu bölümü dostlarıma teşekkürüm olsun.

***    

27.10.2024

Ben normal zamanlarda, ürkek, kalp kırmaktan ölesiye korkan biriyim. Oldum bittim üstüme gelinmedikçe, damarıma basılmadıkça sakin biri oldum. Bütün evrenle barışık olduğumu düşünmeyi seviyorum.

Ama kendimi, sevdiklerimi, dostlarımı, ailemi saldırı tehdidi altında görürsem, bir haksızlık-bir adaletsizlik sezersem bir anda canavara dönüşüyorum. (Yaşar böyle diyor; canavar. Bu yanımı seviyormuş.)

Bir süredir, özellikle son 20-25 yıldır, ortaçağ zırhlarına benzeyen o kalın çelik zırhı hiç çıkaramadım üstümden. İçten içe hep savunma halindeyim.

Gerçi eskiden beri ciddi ve sert bir görünümüm olduğunu söylerlerdi. Zoruma giderdi bu.

AKP iktidarı bütün toplumu böyle bir hastalıklı ruh haline soktu. Sürekli tedirgin, sürekli savunmada, sürekli saldırı pozisyonunda, mutsuz insanlar olduk.

Her yerde tehlike, her yerde tehdit görüyoruz. Gönül rahatlığıyla alışveriş yapamıyoruz örneğin. Ya kazıklanırsak, ya dolandırılırsak…

Hayal kurarken bile kızdığım ya da sevmediğim insanlara karşı nasıl bir tavır geliştireceğimi hayal ediyorum.

Umarım bütün insanlığın ruhunun ve aklının apaydınlık olduğunu görmeden ölmem.

Saat tam 24.00. Gecenin içine bir Özdemir Asaf bırakarak güzel ve mutlu yarınlara diyorum; her birinize ve ayrı ayrı.

Umut Yaprakları

“Öyle bir ilkyaz ol ki korkut yaprakları,

Öyle bir son yaz ol ki tut yaprakları,

Sararıp dökülürken güz rüzgârlarında

Ardında savrulsunlar, umut yaprakları.

Sevinçlerinde onlar vardı, hüzünlerinde onlar

Seninle yeşerdiler, seninle soldular..

Olsunlar senden sonra da umut yaprakları.”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

27 Ağustos 2024 Salı

Ağustos Sıcağında Niğde’de Çarşı Pazar

 Genç adam bir bebek arabasıyla yaya geçidinin başında bekliyor. Elindeki telefona gömülmüş. Yeşil ışık yandı görmedi. Telefona öyle dalmış. Bebeğe baktım. Minicik bir yavru. İki aylık var yok. Çok küçük. Arabanın üstü açık. Güneş tam tepede, bütün sıcaklığını o minicik bebeğin üstüne boca ediyor. Ortalık kavruluyor.

Geçip gidecekken dayanamadım döndüm ve seslendim.

-Evlat, o telefonu bırak da bebekle ilgilen. Çocuk güneşin altında yanıyor, haberin yok.

Beni duymuyor. İyice yaklaşıyorum ve kulaklıklarını fark ediyorum.

Gençlerin acımasızca eleştirdiği, “her şeye maydanoz” yaşlı teyzeler gibi görünmek de istemiyorum ama bebek neredeyse buharlaşacak.

Bastonumla genç adamın omuzuna dokunuyorum, irkiliyor. Yineliyorum:

-Evlat, o telefonu bırak da bebekle ilgilen. Çocuk güneşin altında yanıyor, haberin yok.

Şaşkın, utanmış, yanıtlıyor:
- Yeşil ışığı bekliyorum teyze!..

-Yeşil ışık yandı, geçti, görmedin. Telefonda ne var, çocuktan önemli olan ne oğlum?

Yola indi ama çok şaşkın. Arabalar vızır vızır, adım atacak gibi oluyor, duruyor… Seslendim arkasından:

-Durma yürü, nasılsa duracak araçlar. Genç adam yürüdü, araçlar durdu. Karşıya ulaştığında geri döndü, bana baktı. İzlediğimi görünce yoluna devam etti.

Farklı duygular içindeyim. Bu adam o çocuğa nasıl babalık yapacak? O minicik bebekle neden gün ortasında ve yalnız dışarıdaydı? Gerçekten utandı, mahcup oldu, yüzü kıpkırmızıydı. Bir daha böyle bir sorumsuzluk yapmaz mı?

Dilerim o küçücük insan yavrusu sağlıkla, sevgiyle, ilgiyle büyür.

***

15 Ağustos, Perşembe pazarı…

Çiğdem benimle pazara çıkmak istedi. Pazar yerli ürünlerle dolu… Bol bol, iştah kabartan cinsten. Çiğdem pazarımızı unutmuş. Çocuk gibi her gördüğü sebzeye, meyveye atlıyor hevesle…

Bir gün sonra, pazarda yaşadıklarımı anlatmak için yazıya döndüm. Ama hiç isteğim yok. İçim çekilmiş gibi. Kocaman bir boşluğun içindeyim. Tek satır yazacak halim yok.

Çiğdem “Abla dün yaşadıklarımızı mı yazacaksın?” dedi.

“Evet ama vazgeçtim. Bugün yazamıyorum.” dedim.

Olanlar bizi etkiledi, sarstı, kızdırdı ama aslında çok olağan, çok sıradandı. Kendime de bunların beni etkilemesine izin verdiğim için kızgındım.

Yanımda hasta kardeşim var. Olay büyük olasılıkla büyüyecek, çirkinleşecek. Polis, ifadeler derken hiçbir şeyin üzmesini istemediğim kardeşim çok etkilenecek.

Sürüsüne bereket kışkırtıcı ajanlardan, ağzının içi cüruf dolu biri… Bir pazarcı… Benim alışveriş yaptığım pazarcıyla sohbetin ortasına dalan hadsiz biri…

Domates almak için bir tezgâha yanaştık. Domatesler güzel görünüyor. Fiyatı 10 liraymış. İyi, bayağı ucuzlamış. Pazarcı seçtiriyor da… Biz domateslerimizi seçerken bir kadın yanaştı tezgâha, eline bir domates aldı, fiyatını sordu. Pazarcının yanıtını beğenmemiş gibi dönüp gitti. Pazarcı anlaşılan domatesin bir haftada 25 liradan 10 liraya düşmesinden hoşnut değil, söylendi kadına.

Kötü huyumdur, bu durumlarda susmayı beceremem…

“Alacak durumu yoktur kadının. Geçen gün fırında askıda ekmek uygulaması için kapıda bekleyen kadınlar gördüm. İnsanlar çok zor durumda. Alım güçleri çok düştü.” dememle yanda kavun karpuz satan biri atladı lafımın önüne.

“Sen solcusun, bak ben sağcıyım. Gariban yok memlekette. Benim bir evim var, yandaki komşum……”diye uzun bir söyleve girişti. Ama her cümlenin arasında “Sen solcusun.” diyor. Söylediklerinin konuyla ilişkisini anlamaya çalışıyorum, yok, anlamsız… Daldan dala atlayıp “Sen solcusun.”diyor.

Lafını bitirmesini beklemedim, kestim. Bana “Dinle. ”diye emrediyor.

“Ne oldu, solcu olduğum alnımda mı yazıyor? Yoksulluk deyince savunmaya geçtin. Evet, solcuyum ve bununla gurur duyuyorum. Kes sesini de sen beni dinle. Ben yoksuldan yanayım, ezilenden yanayım, ben emeği, hakkı, adaleti savunuyorum. Solcuyum, namuslu bir insanım. Vicdan sahibi bir insanım. Rahatsız mı oldun? Yoksulluk her yerde. Pazar sonu tezgâhınızı toplayıp gidiyorsunuz, attığınız çöplerin başına en az elli kişi birikiyor, haberiniz var mı?”

Artık aklıma ne geldiyse, açtım ağzımı yumdum gözümü…

Pazar dönüşü elim ayağım titriyordu ve sinirlerim yay gibi gerilmişti.

Anlaşılan adam beni kışkırtarak İzmir’de Dilruba kızıma yapılana benzer bir durum yaratmaya kalktı. “Sen solcusun, gariban yok memlekette.” lafından başka laf bilmediği için de başaramadı. Hem cahil, hem korkak.

*

Yaşam bir alışveriştir.

Sevgi bile alışveriştir. Sevgi almayan sevgi vermiyor ne yazık ki...

Ana-baba ve evlat ilişkisi bir alışveriştir örneğin.

Kızlarının ihanetiyle korkunç acılar içinde kahrolan Kral Lear, yaptığı alışverişte ve seçimlerinde zarara uğramıştır. Evlatlarının sevgisini satışa çıkarmış en çok veren kazanmış. Tahtını en çok verene, yani babalarına duydukları sevgiyi maddi zenginliklerle ölçen iki kızına tahtını bırakmakta sakınca görmemiş. En az veren yani sadece sevgisini sunan küçük kız kaybetmiş. Cezası saraydan kovulmak olmuş ama tahtını bırakıp huzura ereceğini sanan kral da kapı dışarı konmuş. Shakespeare’in tragedyası böyle sürüp gidiyor…

Tahtını kaybetmek, yoksulluk içinde ölüp gitmek… Ağır bir ceza, zararı büyük bir alışveriş…

Kardeş sevgisi de bir alışveriştir. Kardeşlerle bu ilişki insanlık tarihinin en acıklı trajedilerinin konusu olmuştur.

Aile, eş-dost, hısım akraba, konu komşu, dost arkadaş ilişkileri farklı mıdır dersiniz?..

Sadece alışveriş. Alırsan verirsin.

Şu sosyal medya evrenine bir bakın: “Beğeneni beğenirim, yorum yapana yorum yaparım, selam verene selam veririm…”

(Yaşar, Facebook’taki siyasi paylaşımları nedeniyle yargılanıp ceza aldığında uzaklaşan “arkadaşlar”ına ne çok içerlemişti. Alışverişte riskten kaçınmak budur işte.)

Hiçbir şey karşılıksız değil.

Var oluşunu alışverişe bağlamayan bir tek doğadır. Almadan verir.

(Tanrı bile kullarıyla alışveriş yapar. Tanrı’nın alışverişini onun adına Tanrı’yı meta olarak kullanan ve Tanrı üzerinden kendi kirli çıkarlarını hayata geçirmeye çalışanlar yapar. Tanrı’nın sırf hacca gitmedim ya da namaz kılmadım diye beni cehenneme göndereceği safsatasına inanmıyorum. Tanrı sadece benim iyi ve adil bir insan olmamı bekler.)

Doğa karşılıksız verir. Hiçbir beklentisi yoktur. Kendi dengesini, kendi içindeki uyumu korumaktır tek amacı.

Balkonumdaki çiçekler güzellikleriyle benim gözümü ve gönlümü doyuruyorlar. Evet, su veriyorum, gübre veriyorum ama kendi doğal ortamlarında bana zerre kadar gereksinimleri yok. Onları almak, bakmak benim seçimim. Karşılıksız yapmıyorum bunu. O güzelliklerin hatırı için neler yapılır, değil mi?

Bahçedeki elma ağacı iki yıl meyve vermesin, kesilir. İnsanoğlu alışverişi bitirmiştir çünkü. Meyve yoksa yaşam da yok. Doğa vericidir; insan, gözü bir türlü doymayan alıcı…

Aşk bir alışveriştir. En kârlı, en güzel alışveriş… İnsanı güzelleştiren, arıtan, zenginleştiren bir alışveriş. En masum, en gerekli alışveriş.

Çünkü insanın karanlık yanını aydınlatır, içinin kirini temizler.

Bütün o karşılıklı çıkar ilişkilerinden uzak, insanlığımızı koruyan, yüreğimizdeki iyiliği ortaya çıkaran, içimizin karanlığını ışığa boğan o yüce duyguya selam olsun. “Aşk imiş her ne vâr âlemde” diyenlere de…

(Yazının bu bölümünü canım eşime, uzaklardaki sevgiliye, bencilce ilişkiler yüzünden acı çekmiş o güzel insana ithaf ediyorum.)

6 Temmuz 2024 Cumartesi

Atatürk'e İliştirilen Yalanlar

 Öncelikle, Falih Rıfkı Atay'ın anlattığı bir anektodu şuraya bırakayım:

“Bir gün Türk Cumhuriyeti için nasıl bir arma şekli bulmak lazım geldiğini münakaşa ediyorduk. Arkadaşlardan biri esaslı motif olarak (kurt)u tavsiye etti. Atatürk sordu:
-Ne kurdu?
-Bozkurt.
Ve uzun hikayesini anlattık. Gülümseyerek:
-Masalları bırakınız, dedi, her şeyin kaynağı insan zekasıdır. Siz bana zeka timsali arayınız.”
Bu bir....
*
Afet İnan anlatıyor:
"“Atatürk’e bir gün, renkli olarak çizilmiş, devlet arması olabilecek şekiller getirmişlerdi. Bunlarda hâkim olan unsur, ya kurt başı veyahut da ay yıldız idi. Ressamlarımızın bulabildikleri bu armaların hiçbirini, Atatürk kurduğu devletin bir Cumhuriyet arması olarak kabul edemedi. Bunlara düşünerek defalarca baktı.
Nihayet söylediği şey şu idi:
‘Bunların hiç biri bugünkü dünyamızın içinde kurulan yeni bir devletin arması olamaz. Devlet armasını, bir insan başı olarak temsil etmeli.’ dedi.
Ben bunun üzerinde kendisiyle birçok defalar konuştuğum zaman, bana verdiği izahat şu oldu:
‘Bu dünyada her şey insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade etmeyeceği hiçbir şeyi tasavvur edemiyorum’.
Netekim bizim bu gün bir Cumhuriyet devleti armamız yoktur. Çünkü naklettiğim gibi, yapılan şekillerin hiç biri Atatürk tarafından kabule şayan bulunmamıştı.”
Bu iki...
*
Atatürk'ün Florya deniz köşkünde çekilmiş fotoğraflarından birine montajla Atatürk bozkurt işareti yapmış gibi gösterilen fotoğraf dolaşıma sokuldu.
Montaj olduğu şöyle bir dikkatli bakışla bariz olarak anlaşılan bu fotoğrafın gerçek olduğunu sanan safdiller (Fazla yüklenmek istemedim. Saflık sıfatı şimdilik yeter.) bizlerin Atatürkçülüğünü sorgulamaya kalktılar.
İnternette şöyle bir gezinseler görecekler. Basın organları, teyit.org gibi siteler, ciddi tarihçiler, bilim insanları bangır bangır bağırıyor ama duymaya, anlamaya, görmeye akıl ister.
Fotoğraflar montajlı ve montajsız ektedir.
Bu üç...
*
Bir de Atatük'ü yanında bir bozkurtla gösteren fotoğraf var. Onun da montaj olduğu kanıtlandı. İlgili linkleri ve kaynakları ekliyorum.
Bu dört...
*
O Bozkurt işaretini Alpaslan Türkeş'in Azerbaycan ziyaretinden sonra taraflarına enjekte ettiğini bilmeyen mi var?
Bu beş...
***
Bir futbolcunun kuralları hiçe sayarak MHP'nin simgesi olan işareti yapmasına kılıf uydurmaya kalkanlar, bunu eleştirmeye yüreği ve aklı yetmediği için yalanlara, montajlara sarılanlar var.
Bir de bunlara inanan beyhude akıllılar...
Bir zamanların cumhurbaşkanı adayı olan ve kuantum fiziğini bilmekle övünen Muharrem İnce, Atatürk üzerinden epey para kazanmış olan Yılmaz Özdil, Can Dündar gibi sözde muhalifler... Futbolcuya nasıl da sahip çıkıyorlar. Bu ülkede her gün katledilen kadınlara, istismar edilen çocuklara, laikliğe sahip çıkmayanlar bizim Atatürkçülüğümüzü sorguluyorlar. Hadi oradan akıl yoksunları...
Bu da altı...
Paraların üzerine basılan kurt fotoğrafının Atatürk emriyle yapıldığına dair tek bir kaynak, resmi belge yoktur. İlgili bakanlığın bu kararı verdiği ve 1930'dan sonra bu paraların basılmadığı da biliniyor.
Biraz yoracak ama bu yalanları yutanlar, zahmet olmazsa şu kaynaklara bakıversinler:
İlber Ortaylı'nın bir Youtube kanalına verdiği röportajı da yüzleri kızarmadan izleyebilirlerse izlesinler.
NOT: Atatürk ve bozkurt işareti yazdığımda çıkan yüzlerce kaynağı nasıl yazayım buraya, bilemedim.

11 Haziran 2024 Salı

Gene Nazım Hikmet Sahtekarlığı

 İnternette Nazım Hikmet'e ait olduğu iddia edilen bir metin dolanıyor. Kardeşim Ferda'nın da aklına takılmış, bana sordu.

Nazım'a ait olmadığından neredeyse eminim, kitaplarında rastlamadım ancak kesin bilgi gerek.
Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı'na e-mail gönderdim.
Yanıtı bugün geldi.
Şiirin Nazım Hikmet'e ait olmadığı kesinleşti.
***
Metin şöyle:
Uyandım baktım ki sabah olmuş..
Ah! Ne umutlar doğmuş içime..
Sevinçle haykırdım gökyüzüne;
Günaydın gül yüzlü sevdiğime,
Günaydın dünyanın bütün annelerine,
Günaydın Mahalleye,
Mahalleliye..
Köşedeki muhallebiciye,
Sokaktaki simitçiye..
Günaydın dostluğun ve bir lokma ekmeğin kıymetini bilene ..
Denize, Güneşe..
İyiliğe, güzelliğe..
Sevgiyle,
Günaydın ..!
Aynı göğün altında yaşayan herkese.."
***
Vakfa gönderdiğim mail şu:
Aşağıdaki şiirin Nazım Hikmet’e ait olup olmadığını doğrulamak istiyorum.
Şiir duygu ve içerik bakımından Nazım’a aitmiş gibi görünüyor. Ancak dili, anlatımı, ahenk ve biçimi bana Nazım’a ait olmadığını düşündürüyor.
Bu metin internette Nazım’a aitmiş gibi dolaşıyor. Metni ilk okuduğumda Nazım’a ait olmadığını adeta haykırdı, desem yalan olmaz.
Beni aydınlatmanızı rica ediyorum.
***
Vakıftan gelen yanıt şöyle:
Merhaba Feride Hanım,
Nâzım Hikmet'in külliyatında böyle bir şiiri yok.
İyi günler dilerim.
***
Metni gördüğünüzde altında Nazım'ın adı varsa, Nazım'a saygı gereği, yüz vermeyin derim,

9 Haziran 2024 Pazar

DOSTLUK DEDİĞİN

 






DOSTLUK DEDİĞİN
Sevgili eşim gittiğinden beri bir başka boyutta yaşıyor gibiyim. Nefes alıyorum, yiyor, içiyorum, konuşuyor, gülüp ağlıyorum. Ama bunları ben yapmıyor gibiyim. Kendimi bir başkasını izler gibi izliyorum. Gerçeklik duygumu yitirdim sanırım. Kocaman bir boşluğun içindeyim.
Hep böyle sürecek sandığım anda, o boşluğa bir görüntü geldi, yerleşti.
Emine (can arkadaşım, şifacım) geriden, elinde yukarı kaldırarak taşıdığı bir taşla görünüyor. Bize sesleniyor; “Taş taşırım, laf taşımam.” Elindeki taş kilitli parke taşı. Ağırca ama o umursamadan sallıyor taşı. Ne yapmaya çalıştığını anlıyorum ve az önce ağlamak üzereyken kahkahayı basıyorum. Gerçekten şifacı o. (Okulda, bronşitimi nasıl sağalttığını anımsıyorum. Diğer odalardan çift yastığı olanlardan topladığı yastıklarla sırtıma destek yaptığını, göğsüme, sırtıma havlular koyduğunu…)
Minibüse binerken ayırdında olmamışım, fazla zorlanmadan binmiştim. İnerken biraz zorlandım ama umursamadım da… Ancak kahveleri içip sohbetin de dibine vurduğumuz o güzel sahil kahvesinden çıkıp minibüse binmek istediğimde gerçek bir trajedi patladı. Basamak çok yüksek, protezli bacakları kaldırmak ne mümkün. Meğer binerken araba kaldırıma yanaştığı için kolay binmişim.
İçimde bir çığlık koptu, çığlık gözyaşı oldu, gözlerime aktı. Sürücü bir elimden, kızlar diğer elimden çekiştiriyor. Ülker arkamdan kaldırmaya çalışıyor ama nafile. Ben bir ayağımı kaldırabilsem olacak…
Minibüsün kapısı önünde hepimiz çaresiziz; ne yapacağımı bilemiyorum, utançla karışık bir minnet duygusuyla arkadaşlarımdan özür diliyorum.
Ve bir ses…
“Taş taşırım, laf taşımam.”
Güzel kardeşim benim, çareyi bulmuş. Taşı koydu yere, kendisi önce bindi (Taşa basarak üstelik. Halden anlıyor. Kendisi de benden birkaç yıl önce yaşadı aynı şeyleri.) Sonra iki kişi elimden tutup çektiler beni. Artık gözyaşlarımı gizlemiyorum.
Sonraki duraklarda o taş önce indirildi. Biz 13 yetmişlik kız taşa basarak indik çıktık. Meğer herkesin gereksinimi buymuş.
Takılıyorum; taş benim ama ben adak, siz yudak oldunuz, diyorum.
Güzinciğim ev sahibimiz, organizatörümüz, onun tuttuğu aracın sürücüsü de bir can ki sormayın. Delikanlı bizi, biz onu çok sevdik. Nazımıza oynuyor. Dur diyoruz, duruyor, kalk diyoruz kalkıyor.
İçimdeki dev boşluğun duvarına yerleşen resim buydu.
Yıllardır sınıf arkadaşlarımızla yılda bir kez buluşuruz. Ben her buluşmaya katılamadım. Önceleri ben giderken Yaşar’ın hüzünlenmesi ve çocuk gibi boynunu bükmesi yüzünden bazı buluşmalara gitmedim. Çünkü anlaşmıştık, okulumuz kız okuluydu ve biz bu buluşmalarda kız kıza olalım istedik. Yaşar’ı götüremezdim. Ben emekli olduktan sonra Yaşar, sanırım bana kıyamıyordu ki beni heveslendiren bu kez o oldu. Ama pandemi yasakları, ardından kendisinin hastalığı engelledi. Uzunca bir aradan sonra ailemin ve arkadaşlarımın ısrarıyla ilk katılımım bu oldu.
İzmir’de buluştuk. Organizatör Güzin, yardımcısı Ülker… Geleneğimizdir; hangi kentte buluşacaksak oralı biri her şeyi ayarlar. O kentten biri yoksa aramızda, eşten dosttan yardım istenir.
24 kişiyiz sınıfta. Yatılıyız, üç yıl ekmeğimizi bölüştük, giysilerimiz bile komün malı gibiydi. Kimin gereksinimi varsa o istediğini alabilirdi.
Babacığımın gönderdiği elmalar ben daha tadına bile bakmadan yarım saatte biterdi. Evden gelen turşularımın sonu da aynı… Sanki ben onlara acır mıydım? Dolapta kimin neyi varsa arar bulurum. Nişanlı arkadaşlarımız vardı, nişanlıların getirdiği çikolatalara ne oldu dersiniz?
Geç saatlere dek çalışıyor ve acıkıyoruz. Dolaplarda salçadan başka yiyecek kalmamış. (Öyle ya, bir zamanlar evlerde en organiğinden domateslerle salçalar yapılır; en yemeksiz zamanlarda haşlanmış patates, soğan ve ekmeğe sürülmüş salça iştahla yenirdi. Bizimkiler de dahil evlere salça sipariş edilirdi.)
Birkaç kişi mutfağa yollanır. Ancak gece yarısı mutfak kapalı. Okulun bodrumunda sığınaklar var. O sığınaklarda ışık olmaz. Zifiri karanlık… Sığınaklardan mutfağa geçmek olanaklı. Çakmak ışığında ürkekçe, sessizce sığınaklara inilir, mutfaktan soğanlar alınır, yemekhaneye çıkılır, kilitli ekmek dolaplarının altından dolabın kapağı kanırtılarak aralanır, alınabildiği kadar ekmek alınır… Haydi ziyafete…
Diğer bölümlerdeki arkadaşlarımız da aynı şeyi yaparlar mıydı, bilmem ancak biz Türkçe bölümündekiler biraz fazla haşarıydık.
Öğretmen kürsüsünü davul niyetine kullanırken kürsüyü patlatmışlığımız vardır.
Postacının gelme saatinde, tuvalete gitme bahanesiyle dışarı çıkıp, sınıfın mektuplarını danışmadan almak, gömleğimizin içine saklayıp sınıfa dönmek, sıraların altından sahiplerine dağıtmak…
Anlaşıldığı üzere, okulumuz yüksek okul, bizler 18 üstü genç kızlarız; bize uygulanan katı disiplin artık tedavülden kalktı. Derslere katılmak zorunlu, her ders yoklama alınır, okuldan çıkış ve giriş saatleri katı kurallara bağlı. Akşamları ilk etüt zorunlu ama ikincisi serbest.
Doğrusu pek de umurumuzda olmazdı, delikanlılık var serde. Birlikten güç doğar. Dayanışma var, saygı ve sevgi var. Üç yıl boyunca kimse kimseyi kırmadı, kötü söz söylemedi, kimseye sesini bile yükseltmedi.
Bu yıllık buluşmalarda aynı ruh haline bürünüyoruz. Yaşlar 70 ve üstü… Ancak bize sorsanız daha 20’li yaşlardayız. Minibüse çıkmakta zorlanıyoruz ama her birimizden onlarca 20’lik genç çıkar. Aklımızla ruhumuzla çok güzeliz yani.
Otelden çıkıp minibüse biner binmez Emine ayağa fırladı, Edirne ağzıyla bir anons geçti ki Cem Yılmaz eline su dökemez. O ciddi, ağırbaşlı yüz ifadesini silmeden öyle laflar ediyor ki… Bizler kahkahadan çatlayacak haldeyiz. Cahide, Emine, Necmiye en matraklarımız.
Bu yıl Cahide de yaslı. Eşini yıldızlara uğurlayalı çok olmadı. Ben Cahide’nin yüzüne bakamıyorum, ağlamak geliyor içimden.
Bir arkadaşımız, Fatmacığımız çok çok erken yaşama veda etmiş. Hiç bizimle olamadı. Birkaç kişi de türlü nedenlerle katılamıyorlar. Her yıl sınıfın yarısı toplanabiliyor. Bu yıl mezuniyetimizin ellinci yılıydı, özeldi. Çok da hüzünlendik.
Buluşma gününden bir gün önce İzmir’deyim. Ülker konuk etti beni. Değerli eşiyle tanışma fırsatı buldum.
Ali Bey 68 kuşağından. Devrimci mücadelenin içinden kopup gelmiş. Kimlerle kimlerle sınıf ya da okul arkadaşı…
Anlattıkları çok ufuk açıcı… Hani varlıklarıyla bile kendinizi zengin hissettiğiniz insanlar vardır ya, Ali Bey onlardan. Ankara Dil Tarih’te felsefe okumuş, dergiler çıkarmış, tam bir savaşçı…
Ülker ve Ali Bey içimdeki boşluğa şifa veren bir tablo olarak yerlerini aldılar.

Emine ve Nafize gecikti. Emine eşiyle erken yola çıktıklarını söylemişti. Biz ikisini de beklemedik, İzmir’i dolaşıyoruz. Yemek için bir yerde durakladık. İkisi de orada yetişti bize. Nafize’nin otobüs saati öyle denk gelmiş ama Emine, gecikme nedenini O Cem Yılmaz üstü edasıyla anlatmaya başlayınca yerlere yattık.

Efendiiim, İzmir’e yazlıktan gelecekleri için eşiyle birlikte yola çıkmışlar. (Enver’le taa okuldayken nişanlanmışlardı.)
Enver ailesinde prostat illetinin irsi olduğunu düşünüyor. Bu yüzden diken üstünde. Sık sık doktora gidiyor hem de alanında uzman, tanınmış doktorlar, prof.lar falan. Sonuçlar hep çok iyi… Ancak prostat korkusu sürüyor… Bir komşuları Bursa'nın Mustafakemalpaşa ilçesinin Kestelek köyünde bulunan şifalı suyun prostat hastalarına iyi geldiğini anlatmış. İzmir’e doğru yola çıkmışlar ama kardeşimizin aklında o köye uğramak var. Arabaya boş su bidonlarını doldurmuşlar. Köyü araya sora bulmuşlar ama kaç yanlış yola girmişler, kaç zaman harcamışlar… Emine bilime, bilimin dediğine inanmıyor da suyun şifasından yardım umuyor diye homurdanmış, söylenmiş, buluşmaya geç kalmakmış asıl korkusu. Sonunda bidonları doldurup yola koyulmuşlar. Kardeşimiz eşini yatıştırmak için “Sen de içersin bu sudan.” diyecek olmuş. Emine gürlemiş; “Bende prostat mı var?” Asıl komik olan neymiş, biliyor musunuz? Can kardeşim suyun etkisini hemen gösterdiğini düşünüyormuş.

Vardığımız sonuç erkeklerin yaşlanınca çocuklaştığı hükmü oldu, iyi mi?
Bunları anlatırken kahkahalarla gülüyor ve bizi de kırıp geçiriyordu. Ben kısa kestim. Çok yaşayın siz, emi…
Ne çok ihtiyacım varmış insana, insanlarla gülüşmeye, ağlaşmaya, insanlarla kahkaha atmaya…
Bu arada; araştırdım, Google emmiye sordum. Ülkenin her yerinden o şifalı suya koşanlar varmış.
Ha, Enver kardeşim de 68’lidir. Hepimiz aynı dünya görüşüne sahibiz. Yıllar yıllar sonra aynı düşünceleri paylaşmak güzeldi. Eleştirel bakışımızı hiç bırakmamışız.

Ülker ve Güzin içimi hala sıcacık tutan “an”lar bıraktılar…
Ülker, beni evinde ağırladı demiştim ya, bununla kalsa iyi; kendisini beni koruyup kollamakla da görevlendirdi.

Durum şöyleydi:
Ülker önde, Güzin arkada… Bizler arada güle oynaya geziyoruz. Ülker ev sahibi, yol gösteriyor. Güzin arkamızı topluyor. Geçitlerde ya da karşıya geçilmesi gereken yerlerde Ülker, yolu kontrol ediyor, yolun ortasına kadar ilerliyor ama kollar iki yana doğru açık, kartal kanatları gibi. Avuç içi dışarıya dönük, trafiğe “Dur!” diyor. Bir ara arkasına doğru başını çevirip talimat veriyor kızlara. “Hülya’ya sahip çıkın.” Cahide’nin kardeşi, Sevgili Emine hemen yanımda, kolumda… (Bilmeyenlere; göbek adım Hülya’dır benim.)
Keyifle kikirdiyorum. Hoşuma gidiyor beni kollaması. Sakatlanmış ruhuma ilaç gibi geliyor. Çok da iyi oluyor, elimdeki bastonla bile zorlanıyorum… Kaldırımlar, bozuk parkeler tuzak gibi.
Kartal kanatlı arkadaşım…

Yolda yanımda, arkamda, önümde sürekli beni kollayan Güzin… Canım kardeşim, tuvalette kapıda bekleyen o, unuttuğum ceketimi alıp elime veren o, valizlerimi taşıyan o… Haa, Niğde’nin, Bor’un gelinidir Güzin, Güzin Bor. Bir de hemşerilik durumları var…
Ruhumun boşluğuna astığım iki portre daha…

Ve Nihal… Çiğdem’im, yavrum gibi bir illetle savaşıyor ama yakınmıyor, dertlenmiyor… Gözleri hep gülüyor ama bana öyle geliyor ki o güzel renkli gözlerin ardında bir hüzün gizli… Nihal’e bakarken, onunla konuşurken yüreğim titriyor. İyi olduğunu yazmış birkaç gün önce. Çok sevindim.
Necmiye yeni ameliyat oldu. Dikişlerini aldırıp gelmiş aramıza. Her zamanki gibi şen şakrak, sıcacık, sevgi dolu.

Herkesin bir derdi var… Dedim ya hüzün de boldu kahkaha da…
Bana öyle geldi ki bu kez o kahkahalar içimizdeki hüzünleri gizlemek için atıldı…
Bu yılki buluşma, burada eksik ve kısa anlatıldı. Daha çok kendimle ilgili bir yazı oldu. Oysa balık lokantasında yediğimiz kazığı, sakızlı kurabiye için dört dolanışımızı, bir top dondurmaya 70 lira vermemek için yarım top dondurma yiyişimizi ve herkesi ayrı ayrı anlatacaktım, olmadı işte.
Hepsini, herkesi yazmakta zorlandım.
Aramıza olmayanlar hastalık vb. sıkıntılar nedeniyle bizimle olamadılar. Hepsine sevgiler gönül dolusu.

Safiye Çelik, Necmiye Kırmızı Özbinici, Hicran Serçin, Süheyla Meker, Cahide Püskülcü ve Emine Yoğurtçu kardeşler, Emine Çevik, Nafize Doğrucu, Nihal Soykurum, Şükran Cibiroğlu, Ülker Yücealp, Güzin Bor, yaşadığımız güzellikler için tek tek teşekkürler hepinize. Sizleri çok seviyorum. Bana öyle iyi geldiniz ki…

Necmiye, okul yıllığı çıkarmakla görevlendirilenler arasındaydı. Benim için şunları yazmıştı yıllar önce: “Feride, bir gün sınıfımızın romanını yazacak. Bizler bekliyor olacağız.” Yazamadım canım kardeşim. Ama bu yazı borcumun bir bölümüne sayılsın isterim. Ömrüm olursa, bir gün, roman değil ama 24 kardeşliğin ayrı ayrı öyküsünü yazacağım. Bendeki anıları, aklımdaki ve yüreğimdeki izleri…

Dostluklar var olduğu kadar varız, anladım. Hayatımıza aldığımız insanlar kadar zenginiz, inandım.

 

 

 

4 Haziran 2024 Salı

Nazım Hikmet'e Saygı

 Halide Edip Adıvar, Nazım Hikmet'in şairliğini çok beğendiğini ama ideolojik şiir yazmasından ve ideolojisinden rahatsız olduğunu söyler.

Nazım, "İdeolojim sayesinde şair oldum." şeklinde bir yanıt verir.
İdeolojisi olmasaydı biz Nazım'a böyle sevdalanabilir miydik?
İdeolojisi olmasaydı Nazım geçmişten geleceğe ışık tutan bir güneş olabilir miydi?
Pek çok iyi şair var... Hangisi bu denli yüreklerde yer bulabildi?
Biz onun kavgasını sevdik, sevdalarıyla sevdalandık, dili dilimiz oldu, sözü sözümüz....
Aşağıdaki şiiri yazabilen biri artık sonsuzluğun sırrına ermiştir.
Halkının vicdanının sözcüsüdür.
***
Kara Yara
Birinci sayfada yatıyor iki sütun üstüne
iki çıplak yavrucuk,
birinci sayfada iki sütun üstüne
bir avuç kemik deri.
Delinmiş patlamış etleri.
Biri Diyarbakırlı, Erganili biri.
Kolları bacakları kargacık burgacık,
kafaları kocaman,
ağızları korkunç bir haykırışla açık,
birinci sayfada taşla ezilmiş iki kurbağacık.
İki kurbağacık
kara yaralı iki yavrum benim.
Yılda kim bilir kaç bininiz
acı suya bile doymadan gelip gidiyor...
Ve müsteşar bey :
(Kara Yaraya tutulası)
"Endişeye mahal yok," diyor.
3 Ağustos 1959
Nazım Hikmet

28 Nisan 2024 Pazar

Bir Siyasi Öykü

 İşte size bir adet "Ben demedim mi?" öyküsü...

Yazmayacaktım, hukukumuz vardı, saatlerce siyasi sohbetler etmişliğimiz vardı. O hakarete, o densizliğe, o cehalete çok öfkelenmiş olsam da kıyamamış, teşhir etmekten vaz geçmiştim. Ne de olsa müşterisiydim, evime gelmişti, evine gitmiştim.
Altılı masa kurulduğunda bu kadın arkadaş çok sevinmiş, ben de Meral Akşener nam müptezelin geçmişini iyi biliyor olsam da biraz umutlanmıştım. Sohbetlerimiz altılı masanın yaydığı pek de güvenli olmayan beklentilerle sürüyordu.
Bendeniz, bilirsiniz, sosyal medyada, özellikle siyasi konularda, sivriyimdir. Sözümü esirgemem, ucu kime dokunursa dokunsun kendimi kısıtlamam.
M. Akşener, daha masaya oturmadan “seçilecek aday” saçmalığı ile midemi bulandırdıydı. Sonra İmamoğlu ile yıvışık yakınlaşmalar, aday göstermeler falan derken kuşkularımı parantez içinde biriktirmeye başladım.
Kadının meramı üzüm yemek değil, bağcıyı dövmekti. Ağzını her açtığında “Ben bir projeyim.” diyordu. Attığı her adım ben bu ittifakın zoraki ortağıyım diyordu.
Bunun üzerine Facebook, Twitter gibi alanlarda düşüncelerimi yazmaya başladım.
Bu arkadaşımız bu eleştirilere çok çok kızmış. Tek hedefinin ben olduğum açıkça belli olan bir paylaşım yapmış. Bir süredir sabrettiği halde, kendisinin sevgili lideri olan Meral Akşener Hanımefendiye yapılan hakaretlere izin veremezmiş. Liderine yapılan hakaretler kendisine yapılmış sayılırmış. Kendisi arkadaşlıktan atmadan önce bizler (ben) çekip gitmeliymişiz vb.
Profilinde meslek alanına kuaför yazma yerine “siyasetçi” yazan (!) bu arkadaşı hemen uzaklaştırdım. Çok da üzüldüm. Kendimi sadece müşteri gibi görmediğim, değer verdiğim için içim acıdı. Eşi de kendisi de bana “abla” diye seslenirlerdi.
Uzun zamandır aklıma gelmemişti. Meral Akşener siyasete veda etti. Kendini kendi seçmenlerine ve dünyaya rezil etti, tarihe gömüldü ya… Aklıma düştü...
Merak ediyorum; o arkadaş şimdi hangi noktadadır, hala liderine sadık mıdır?
Merak işte…

16 Nisan 2024 Salı

Yaşar'a Üçüncü Mektup

 

16.04.2024

Sana yazmaya ara verdim Yaşar’ım. Gittiğinden beri gözyaşlarım dinmiyor. Yazarken çok ağlıyorum. Elimde değil. Yazmak sana ağıt yakmak gibi.

Kardeşlerim bayramı yalnız geçirmemi istemediler. Ev kalabalıktı. Yazma eyleminin, özellikle sana yazarken, benim için mahrem bir yanı var. Sorularla, anlamsız öğütlerle bölünmesini istemediğim bir mahremiyet.

Yazarken döktüğüm gözyaşı görülsün istemedim.

Bugün arka caddedeki markete gittim. Niyetim seninle attığımız adımları teker teker yaşamaktı.

Birlikte yürüyorduk, alışveriş arabası sendeydi. (Geçen yıllarda hızlı yürüyen sendin, geciken ben. Durur, beni beklerdin. İki yıldır tersine döndü işler. Ama gene de arabayı sen çekerdin. Dönüşte zorlandığın halde arabayı bana vermezdin.)

Espri yaptın, güldük. Pahalılıktan yakındın. Alışverişe çıkarken bir punduna getirip, pahalılık, kredi kartı limiti falan diyerek benim alışveriş çılgınlığımı dizginlemeye çalışırdın. Gene yaptın. Oysa ben kendimi sana ayarlardım. Elimi neye uzatsam önce yüzüne bakmayı alışkanlık edinmiştim. Sessizce yüzünden onay beklerdim.

Aklımda sen, yanımda sen, dalmışım. Bir dilenci kadın çıktı önüme, para istiyor. Birden öfkelendim. Aramıza girmiş gibi, sohbetimizi bölmüş gibi…

Sertçe kovaladım. “Bağırma bacım. İnşallah daha beter olursun.” dedi. Elimdeki bastonu işaret ediyor. Öfkem sabun köpüğü gibi söndü. Bedduası önemli değil, bağırmam yakışıksızdı. Seninle doluyken yüreğime öfke girmemeli.

Birlikte yaptıklarımızı yapacağım. Yol üstündeki marketlere girip fiyatlara, ürünlere baka baka alışveriş yapardık. Sonra adını bir türlü öğrenemediğim öğretmen hanımın kafe-lokanta karışımı küçük yerinde çay içer, dinlenirdik. Bizden hoşlanırdı, sanırım iki sevimli ihtiyarın sohbetini severdi. Bir türlü çay parası veremedik, almazdı. Biz de para vermenin yolunu bulmuştuk. Bir şeyler yer, çay içer yola revan olurduk.

Çok yorulduk mu Ercan’ı çağırırdık, koşar gelirdi Ercan, canım kardeşim.

Yapamadım, çok yoruldum, sensizlik yordu beni. İlk marketten alacağımı aldım ve döndüm.

Gece… Sabah çok yakın. Sen gidince uykularım da gitti. İki ay oldu gideli ve iki aydır böyle…

Apartmanın sesleri beynimi oyuyor. Kimi sesler senden gelir gibi. Sessizce ayaklarını sürüyorsun, duyuyorum. Kapılar açılıyor, kapanıyor, sensin.

Sabah kapı çalındı, sen ayaktasın, açarsın diye bekledim.

Sensizlik ölümden beter sevdiceğim. Yokluğun kıyametin kopması…

Gece gene yeni bir güne evrilmeye hazır.




İlk kez sensiz, sen olmadan bir film izlemeye niyetlendim. Tuhafıma gitti önce, sonra baktım yan koltukta uzanmış bana bakmaktasın, rahatladım. Filmi izledik.

Ben izlediğimiz filmleri yazdığımda şöyle bir bakar ve gülümserdin. Yazmayı ihmal ettiğimde “Ne o, yazmıyor musun?” deyişin geldi aklıma.

Senin kesinlikle seveceğin bir filmdi. Güney Afrika filmlerini ilgi çekici bulurdun zaten. Ben de beğendim.

Sensiz yapmak zorunda kaldığım her şeyden suçluluk duyuyorum.

Yaşar’ım, “Zamanla alışacaksın, kendini toparlaman gerek.” diyenlerden nefret eder oldum. Herkesin dilinde aynı laflar. Evirip çevirip aynı bayat öğütleri sıralıyorlar. Hele “Biz de yaşadık bu acıları, zamanla alışılıyor.” demiyorlar mı?

Ben güçlü bir kadınmışım. Değilim yahu… Güçlü biri değilim. Sevdiğini, tek dayanağını, tek varlığını, yüreğinin yarısını yitiren biriyim sadece.

Neden herkesin kendi acısının özel olduğunu, yaşanması gerektiğini düşünemiyorlar? Neden ben kendi acımı başkalarının tecrübeleriyle yaşamak isteyeyim?

Sen hastalandığından beri bir yerlere gidememiştik, biliyorsun. Şimdi ailem beni evde durmamam, gezmem konusunda zorluyor. Buna da içerliyorum. İyi niyet, sevgi falan kabul de ben sensiz nasıl giderim, bu evi, senin ayak izlerini, dokunduğun her bir nesneyi nasıl bırakırım?

Senin öksürüğünü, oflamalarını hala duyarken olmaz.

Dünya bildiğin gibi. Ülke de öyle… Ama artık bir şeyler değişecek gibi. CHP seçimi çok önde kazandı. Sevinirdin, mutlu olurdun yaşasaydın. Umudumu kesip de oy kullanmayacağımı söylemiştim ya hani, dayanamadım. Gittim ve oy kullandım. Sen de kullanmayacaktın sözde. Ama yaşasaydın giderdin, biliyorum. Ne derdin sen? “CHP seçmeni yeni gelin gibidir; hem ağlar hem gider oyunu kullanır.”

Aklını, zekasını, cesaretini sevdiğim, bir tanem.

Huzur içinde uyu sevdiceğim.

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...