17 Kasım 2012 Cumartesi

SÜSEN - ZAMBAK

 


Yıllardır zambak olarak bildiğim bu çiçeğin adının "süsen" olduğunu öğrendim. Okuduğum romanlarda, öykülerde, şiirlerde adı geçen ve bende gizemli, egzotik çağrışımlar uyandıran süsen çiçeğinin, bildiğim zambak olduğunu öğrenmek canımı sıktı. Yüzüklerin Efendisi'nde yüzük kardeşlerinin yolu üzerinde sıksık ortaya çıkar bu çiçek. Tolstoy da sever bu çiçeği. Önleyemediğim merakım yüzünden süsen romantizmini yitirdi, mezarlık çiçeğine dönüştü. Aslında zambak olarak da severim bu bitkiyi, kokusuna bayılırım. Eskiden Eyüp Sabri zambak kolonyası üretirdi. Küçük şık şişelerde uçuk eflatun rengiyle çok hoş görünürdü. Hele kokusu, hele kokusu. Antakya’da, gördüğüm zambakları koparıp vazoya koyduğumu gören arkadaşlarım; "Bırak şu mezarlık çiçeğini." demişlerdi. Gerçekten de Hatay Reyhanlı’da mezarlıkta ot yerine zambak biterdi. O zamanlar buna çok şaşırdığımı anımsıyorum. Bir şiir okurken, süsene bir kez daha rastlamak, sonra internette görsellerde süseni aramak ve değişik renklerde, çok güzel ama gerçek yaşamda zambak olarak bildiğim çiçeği bulmak. Düşsel çiçeğim süsen, nasıl da zambağa dönüştü. Ah önleyemediğim merakım... Galiba öğrendikçe düşlerimizden ve coşkularımızdan uzaklaşıyoruz.


27 Ekim 2012 Cumartesi

KEMERHİSAR'DA DEMOKRASİ KAZANDI


KEMERHİSAR’DA DEMOKRASİ KAZANDI

27 Ekim 2012 Cumartesi günü, uzun, çok uzun bir aradan sonra Niğde’nin Kemerhisar Beldesinde demokrasi büyük bir zafer kazandı.

Cumhuriyet Halk Partisi, bu beldede uzunca bir süre elinde tuttuğu belediye başkanlığını son iki dönemde AKP’ye vermişti. Vermişti diyorum çünkü altın bir tepsi içinde adeta sunulmuştu. Siyasi anlamda bir sürü hata yapılmış ve sonuçta böyle bir hezimet yaşanmıştı.

Oysa bugün, CHP’nin, içtenlikle yanlışlıkları görüp, hataların üzerine gittiğini gördük.
Halk olmadan siyaset yapılamayacağı, masa başı pazarlıklarının, dar alanda kısa paslaşmaların siyasette yerinin olmadığı görülmüş.

Erdemli ve samimi bir yaklaşımla yapılması gereken yapıldı.

Belediye başkanlığı için kamuoyu yoklaması yapıldı.

Beş aday vardı.

Demokrasi kazandı, Kemerhisar kazandı.

Başından sonuna dek bu yarışı izlemeyi iş edindim.

Öncelikle katılımın çok fazla olduğunu söylemem gerek. İnsanlar mutluydu. Beş adayın destekçileri vardı elbette, ancak konuşmadan adaylarını anlayamıyordunuz. Herkes kolkola, hiçbir gruplaşma yok, ters bakışlara rastlayacak mıyım diye yüzleri tek tek inceledim, gördüğüm sadece sevinçli bir heyecan oldu.

CHP sağol, hep böyle ol.

Ben başka mutluluklar da yaşadım bu arada. Yıllardır görmediğim sevgili eski öğrencilerimi gördüm. Suat, Yaşar, Refik ve diğerleri, sevgili öğrencilerim. Bir bardak çaya geçmişi katık yapıp konuştuk. Ne güzel gençlerdi, ne güzel insan olmuşlar.

Gönendim.

Not: Bir saptama ve çok ama çok küçük, dostça bir eleştiri:

Keşke yöneticiler bütün adaylara AYNI MESAFEDE dursalardı.



 SONUÇLAR AÇIKLANIYOR.






 TAM 6 SANDIKTA 1800 KİŞİ OY KULLANDI.
 OY KULLANMAK İÇİN BEKLEYENLER...






 SONUÇLAR BEKLENİYOR.
 
MERAK İÇİNDE SAYIMI GÖZLEYENLER.


YÜZLERDEKİ KEYFİ SİZ DE GÖREBİLİRSİNİZ.
 

17 Ekim 2012 Çarşamba

Feride'nin Kısırı



Ailemin ve dostlarımın çok sevdiği, tarifini istedikleri özel kısır tarifimi paylaşıyorum.

MALZEMELER – 4 kişilik

1-      Köftelik bulgur – iki su bardağı dolusu

2-      Domates salçası – iyice dolu bir çorba kaşığı

3-      Biber salçası –                              

4-      Domates – rendelenmiş iki adet

5-      Bir orta boy kuru soğan

6-      Sarımsak – en az beş diş

7-      Karabiber – iyice dolu bir çay kaşığı

8-      Yenibahar - iyice dolu bir çay kaşığı

9-      İsot - iyice dolu bir yemek kaşığı

10-  Acı pul biber – arzuya bağlı olarak en az iyice dolu bir tatlı kaşığı

11-  Kimyon - iyice dolu bir çay kaşığı

12-  Kuru nane –bir tatlı kaşığı

13-  Yeterince tuz

14-  Bir miktar sıcak su

15-  İki limonun suyu

16-  Nar ekşisi – yeteri kadar (arzuya bağlı olarak en az yarım fincan)

17-  Bir su bardağı zeytinyağı (arzuya bağlı olarak daha fazla olabilir, kısır fazla zeytinyağını götürür.)

18-  Yeşil soğan – 10-15 adet

19-  Maydanoz – bir bağ

NOT: Eğer taze naneniz varsa kuru nane yerine yeşilliklerle birlikte bir avuç taze nane kullanın. Domates mevsiminde iseniz domates suyuyla ıslatın, yoğurun. İsot ve nar ekşisi bulamazsanız pek bir kayıp sayılmaz. Limon ve pul biber miktarını artırırsınız.

YAPILIŞI:

1-      Ayıklanmış yeşil soğan ve maydanozu ince ince doğrayın. (varsa taze nane de birlikte)

2-      Yoğurma kabına bulguru koyun. Tepsinin bir kenarında da ince doğranmış kuru soğan, salça, baharatlar, nane ve tuzu elle iyice karıştırın. Eğer bileğiniz güçlü ise hiç su eklemeden bulgur ve diğer malzemeyi çiğ köfte gibi yoğurursunuz. Kendinize güvenemiyorsanız, önceden hazır ettiğiniz sıcak suyla sadece bulguru az ıslatıp beş-altı dakika bekletip malzemeyi katarak yoğurursunuz. Arada ıslatmak için rendelenmiş domatesi eklersiniz. Bulgur yumuşamaya başladığında limon ve nar ekşisi eklenip karıştırılır. Sonra zeytinyağı eklenir ve karıştırılır. Tadına bakar, damak zevkinize göre eksiklikleri tamamlarsınız. En son olarak maydanoz ve yeşil soğan eklenir, yoğurmadan iyice karıştırılır.

Kısırımız çiğ köfteden yumuşak olması gerektiği için yoğururken soğuk su eklenebilir. Çünkü bulgurların niteliği farklı olduğundan kimi geç yumuşuyor ve katı oluyor.

3-      Tabanına marul döşediğiniz servis tabağına boşaltın ve servise hazırlayın.

4-      Yanında marul, turşu, mevsim salatası, doğranmış domates, salatalık gibi malzemelerle birlikte afiyet olsun. Ayran da çok iyi gider, unutmayın.

 NOT: Bu, melez bir tariftir ve tümüyle bana aittir. Lezzetinin de farklı olduğunu göreceksiniz.

 

 


12 Eylül 2012 Çarşamba



Anneannem, kötülerin kolay kolay ölemediklerini, sürüm sürüm süründüklerini söylerdi.

Buna inanmak istiyorum. Kenan Evren’in ve onun bütün işkencecilerinin, hastalığını bahane ederek mahkemeye göndermeyenlerin ölümü de böyle olsun istiyorum.

O yaşını büyüterek Erdal Eren’i astı, onun da yaşı küçültülüp asılsın istiyorum.

Hastaymış, tedavisi hemen kesilsin istiyorum. Kanserli aydınlara yutdışında tedavi izni vermediği için.

Anneannem, beddua etmemi hiç istemezdi. Günah olduğunu söylerdi.

Kusura bakma anacığım, ben bu günahı işleyeceğim.

Bir de Kenan Evren’in yargılanacağını sanarak referandumda evet oyu kullananlara da kallavi bir “selam!” gönderiyorum. Sonlarının aynı olmasını diliyorum.

Neylersin elimden yalnızca bu geliyor.

Kanayan yüreğimi her 12 Eylülde böyle soğutuyorum.

6 Eylül 2012 Perşembe

DOKUNMALAR

Eski Türk Edebiyatı Öğretmenimiz Nazik Erik “ölmüş”.
“Ölmek” sözcüğünü bilerek kullandım. Nazik Hanım, bir keresinde, ölmek sözcüğünü kullanan bizlere çok kızmıştı. Eskilerin; “uçmağa varmak, hakka ermek, vefat etmek, ışığı sönmek, aramızdan ayrılmak” gibi sözleri kullandığını söylemiş ve eklemişti:
“İnsan aziz bir varlıktır. Ölüm bir son değildir. Böyle kupkuru bir sözcükle “Bardak kırıldı.”dercesine bir insanın ölümünü haber vermek, ölülerimize hakarettir. Ölülerimizin hayırla yad edilmesi gerekir.”
Onun bu idealist yorumunun bir bölümüne katılmasam da ne demek istediğini çok iyi anlamıştım.
“Sözcüklerin gücü”nden söz ediyordu. Ağzımızdan çıkan her sözün taşıdığı anlamın dışında olağanüstü bir büyüsü olduğundan.
Sevgili Hocam oldukça uzun yaşadı ama dolu dolu yaşadı, nurlar içinde yatsın.
 Masallardaki sihirli değneklerden, sihirli kılıçlardan daha etkilidir sözcükler. Sözcüklerin çağrışımı o denli derindir ve insan zihni o denli sınırsızdır ki bir sözcükle bir insanı teslim alabilirsiniz.
Bilinçaltında yüzyıllardır bu gerçeği saklar dururuz. Bir illüzyonistin “abra kadabra, hokus pokus” gibi anlamlandıramadığımız sözcüklerin gücünü nasıl kullandığını anımsayın. Bu sözcüklerin bizde olağanüstü bir beklenti yarattığını farkındayız elbette.
Peki, bu büyüden habersiz olanlar…
İşte onlar Yılmaz Özdil’lik vakalar. Yani ağzı ishal olanlar.
Afyon’da cephane deposunda patlama oldu.
Bir bakan “Bunlar Hindistan’da da Pakistan’da da oluyor.” dedi.
Bir süredir bağırsak sıkıntısı yaşıyorum. Bu nedenle ishal oldum mu seviniyorum. Bu durumun en nefret ettiğim yönü klozet berbat oluyor. Temizlemekten nefret ediyorum, tiksiniyorum.
Ortalık kirlendi. Kimse temizleyemeyecek, şehit yakınları daha fazla üzülecek.
Eskiler “Gırtlak dokuz boğum.”derler. Yani söz söylemeden dokuz kez düşünmek gerekirmiş. Doğru da…
Lafını esirgemek anlamında değil elbette.
Öyle durumlar olur ki susmak cinayettir. Dokuz boğumla ilgisi yoktur, bahanesi de yoktur. Bahanesi kıvırtmaktır.
Hürriyet yazarı Taha Akyol'un dünkü yazısının girişinde kaleme aldığı cümleye ad koymak artık sizin ferasetinize ve geniş söz dağarcığınıza kalmış.
Taha Akyol “SAYIN Başbakan'a önce şunu belirteyim, AKP diye yazmamda bir kasıt yoktur. Yazımın başlığı tek satır olsun diye öyle yazdım.”satırlarıyla bir yalakanın ne kadar ileri gidebileceğini göstermiş. İnsan o yaşta, daha nasıl bir “baht” peşinde koşar ki?
Dün geceden beri ülke alt üst durumda. Bütün haberlerde o patlama. Olmasın mı? Elbette olacaktı. Ama kendilerine ciciş adını veren soytarılarla, onların yarışma programlarını nasıl karıştırdıklarıyla ilgili haberi aynı sayfada görmek insanın içini acıtıyor. Bu ucubeler aptal sarışını oynayarak milleti oyalayıp malı götürürken adam gibi adam olan milyonlarca genç işsiz; atamaları yapılmıyor, üniversite kapılarında sıra bekliyor. Onların anneleri de cicişleri izleyip oyalanıyor işte. Ne ironi ama.
Hayatımız ironi oldu.

ÖZÜR

Dokunmalar 2 başlıklı yazıda bir terslik oldu, nasıl oldu bilmem ama yazının karakteri yüzünden büyük harflerle yayınlandı. Kaldıramadım da. Ben yeniden yayınlamak istiyorum.

DOKUNMALAR 2

Eski Türk Edebiyatı Öğretmenimiz Nazik Erik “ölmüş”.
“Ölmek” sözcüğünü bilerek kullandım. Nazik Hanım, bir keresinde, ölmek sözcüğünü kullanan bizlere çok kızmıştı. Eskilerin; “uçmağa varmak, hakka ermek, vefat etmek, ışığı sönmek, aramızdan ayrılmak” gibi sözleri kullandığını söylemiş ve eklemişti:
“İnsan aziz bir varlıktır. Ölüm bir son değildir. Böyle kupkuru bir sözcükle “Bardak kırıldı.”dercesine bir insanın ölümünü haber vermek, ölülerimize hakarettir. Ölülerimizin hayırla yad edilmesi gerekir.”
Onun bu idealist yorumunun bir bölümüne katılmasam da ne demek istediğini çok iyi anlamıştım.
“Sözcüklerin gücü”nden söz ediyordu. Ağzımızdan çıkan her sözün taşıdığı anlamın dışında olağanüstü bir büyüsü olduğundan.
Sevgili Hocam oldukça uzun yaşadı ama dolu dolu yaşadı, nurlar içinde yatsın.
 Masallardaki sihirli değneklerden, sihirli kılıçlardan daha etkilidir sözcükler. Sözcüklerin çağrışımı o denli derindir ve insan zihni o denli sınırsızdır ki bir sözcükle bir insanı teslim alabilirsiniz.
Bilinçaltında yüzyıllardır bu gerçeği saklar dururuz. Bir illüzyonistin “abra kadabra, hokus pokus” gibi anlamlandıramadığımız sözcüklerin gücünü nasıl kullandığını anımsayın. Bu sözcüklerin bizde olağanüstü bir beklenti yarattığını farkındayız elbette.
Peki, bu büyüden habersiz olanlar…
İşte onlar Yılmaz Özdil’lik vakalar. Yani ağzı ishal olanlar.
Afyon’da cephane deposunda patlama oldu.
Bir bakan “Bunlar Hindistan’da da Pakistan’da da oluyor.” dedi.
Bir süredir bağırsak sıkıntısı yaşıyorum. Bu nedenle ishal oldum mu seviniyorum. Bu durumun en nefret ettiğim yönü klozet berbat oluyor. Temizlemekten nefret ediyorum, tiksiniyorum.
Ortalık kirlendi. Kimse temizleyemeyecek, şehit yakınları daha fazla üzülecek.
Eskiler “Gırtlak dokuz boğum.”derler. Yani söz söylemeden dokuz kez düşünmek gerekirmiş. Doğru da…
Lafını esirgemek anlamında değil elbette.
Öyle durumlar olur ki susmak cinayettir. Dokuz boğumla ilgisi yoktur, bahanesi de yoktur. Bahanesi kıvırtmaktır.
Hürriyet yazarı Taha Akyol'un dünkü yazısının girişinde kaleme aldığı cümleye ad koymak artık sizin ferasetinize ve geniş söz dağarcığınıza kalmış.
Taha Akyol “SAYIN Başbakan'a önce şunu belirteyim, AKP diye yazmamda bir kasıt yoktur. Yazımın başlığı tek satır olsun diye öyle yazdım.”satırlarıyla bir yalakanın ne kadar ileri gidebileceğini göstermiş. İnsan o yaşta, daha nasıl bir “baht” peşinde koşar ki?
Dün geceden beri ülke alt üst durumda. Bütün haberlerde o patlama. Olmasın mı? Elbette olacaktı. Ama kendilerine ciciş adını veren soytarılarla, onların yarışma programlarını nasıl karıştırdıklarıyla ilgili haberi aynı sayfada görmek insanın içini acıtıyor. Bu ucubeler aptal sarışını oynayarak milleti oyalayıp malı götürürken adam gibi adam olan milyonlarca genç işsiz; atamaları yapılmıyor, üniversite kapılarında sıra bekliyor. Onların anneleri de cicişleri izleyip oyalanıyor işte. Ne ironi ama.
Hayatımız ironi oldu.

24 Ağustos 2012 Cuma

DOKUNMALAR



Bir yarışma programı var, millet bayılıyor: “Ben Bilmem Eşim Bilir”

Kadın ve erkekler birbirlerine riyakârca “Aşkım, aşkım” diye salya sümük tezahürat yaparken bir anda yarışan eş hata yapıyor ya da başarılı olamıyor. Diğer eş az önce “aşkım” diye bağırdığı hayat arkadaşına bu kez “ oohaaa” diye bağırıyor. Üzerlerindeki cila bir anda dökülüyor. Hani meşhur deyişle 70 milyonun önünde eşine “oha” demek çok normalmiş gibi yarışma devam ediyor.

Ne mene bir yarışma olduğunu merak etmiştim, izledim, bitti.

 
Aslında bir başka yazı yazmıştım. Yılmaz Özdil’in bir sözü üzerine zülfiyare iyice bir dokunmuştum. Yılmaz Özdil, konuşurken ağzı ishal olanların iş yazmaya gelince kabız olduklarını söylüyordu. Ben de aklıma gelen birkaç adın nasıl ishal olduğunu anlattım ama ne yalan söylemeli, azıcık tırstım. 60 yaşından sonra, mahkemelerde, gözaltılarda hakaret suçlamasıyla sürünmeyi gözüm yemedi. Aklımdan kimleri geçirdiğim suç sayılmaz değil mi?

 
Yazmak derken Twitter’da dört sözcükle saçmalamaktan söz etmiyor Yılmaz Özdil. Böyle yazmayı Nihat Doğan’lara, Erol Köse’lere, Melih Gökçek’lere bırakmak gerek. Uğur Mumcu gibi yazmak örneğin, ya da Yaşar Kemal gibi yazmak. Yaşar Kemal diyerek uçtum sanırım. Kimse onun gibi olmaz, olamaz. (Bu arada, ne zamandır Bir Ada Hikâyesi’nin dördüncü cildini bekliyordum, eylülde piyasadaymış. Sevindim.)

Geçen yıl bir öğrencim bana bir ileti gönderdi. Şöyle yazıyordu: “nbr hcm” Yanıt vermedim doğal olarak ama üzüldüm, kendimi suçladım. Sonra “Kendine haksızlık etme, etrafına bir bak, suçun tümü sende değil.”diyerek avundum.

Okullarda yazma çalışmaları yapmaya zaman yok. Öğrenciler için varsa yoksa sınavlara hazırlanmak. Talep bu.

Kitap da yok. Az sayıda öğrenci düzenli olarak okuyor. Hemen hiç biri kendini yazarak ifade edemiyor.

Teknolojinin payı da var elbette, ancak bütün kabahat telefon ya da bilgisayarda değil.

Bir de veliler var. Çoğu çocuklarının neden kitap okuması gerektiğini anlamıyor. Bunu bir gereksinim olarak görmüyor.

Sistem zaten bu tür insanlar yaratmayı hedefliyor. Elbirliğiyle sistemin değirmenine su taşıyoruz.

Hadi takla at da görelim dendiğinde seve seve takla atacak insanlar geliyor.

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Sevgili Hocam Mazhar Kükey'i 35 yıl sonra yeniden görmek çok güzeldi. Uzun, çok uzun bir ömür diliyorum değerli hocama. Emekli olduktan sonra düşündüm de öğretmenliği bu denli sevmiş olmamın nedenlerinden biri Mazhar Kükey idi.

CİNNET HALLERİ


Ülkede herkes cinnet geçiriyor.
Sokağa çıkın, bakın. Şöyle insanın içini ısıtan bir bakışla, gülümseyerek etrafına bakan kaç kişi görürsünüz?
Herkes, her an kavga çıkarmaya, birilerine çatmaya hazır.
Bakışlar karanlık, öfkeli, suçlayıcı; insanlar nereden geleceğini bilemedikleri bir tehdit varmış gibi, hep savunmada.
Ben de öyleyim.

Emekli maaşımı ödeyen ama emekli ikramiyemi, “Sistemde görünmüyor.” gerekçesiyle vermeyen bankanın memurlarına çatıyorum. Haklıyım. Emekli sandığı “Paranızı gönderdik, gidin alın” diyor, maaşımı alıyorum ikramiye yok. Bankalar insanları kaz gibi görmekte yani.
Ne yani ben salak mıyım? Salak olmadığımı bankadakilere gerektiği gibi bildiriyorum ama sonuç değişmiyor. Bankadan elim boş ayrılıyorum.
Cinnete kaç adım kaldı?

Salı günü ilçenin pazarı. Normal günlerde bile trafik çok sıkıntılı. Salı günleri işkenceye dönüşür. Pazara gitmek için yola çıktık. Öğretmen evi civarında belediyenin çöp kamyonu tam önümde, yolun ortasında durdu. Çöpçüler indiler, hiç acele etmeden kenardaki çöp konteynırını sürükleyerek getirdiler, kamyona boşaltılar aynı sakin adımlarla. Güpegündüz, saat tam 10.30. Arkamda onlarca araba birikti. Aynı anda korna çalıyorlar. Bildiğim bütün küfürler aklıma geliyor, dilimin ucunda, eşimden utanıyorum.
Cinnete kaç adım kaldı?

Aynı gün. Dönüş yolundayım. Kavşakta ters taraftan tam da yolu ortalayarak bir kadın ve iki çocuk, akan trafiğe aldırmadan, geçiyor. Tam önümdeler. Durdum, elimle geçin diye işaret yaptım. Kadın eğildi, birşeyler söyledi, duymadım. Eşime sordum, “Allah belanı versin, manyak.”demiş.
Cinnete bir kaç adım kaldı.

Hastanede sıramı bekliyorum. Birkaç hanım geldiler, kapının önünde durdular üç-beş saniye. Etrafı şöyle bir süzdüler, sonra daldılar içeriye. Bekleyenler ayaklandı ama yapacak bir şey yok, döndüler ve yerlerine oturdular. Beklemeye devam…

Bir buçuk günlük cinnet halleri.
Gazete ve televizyon haberlerini, olanı biteni, aptal yarışmaları, dizileri saymıyorum bile.




17 Ağustos 2012 Cuma

ŞİİR ÜZERİNE


ŞİİR ÜZERİNE

Şiir sanatların en eskisi, bütün sanatların kaynağıdır. Şiir insandır. İnsanın söze taktığı kanattır. Sözün kanatlanmasıdır bütün çağlarda.

Kutsal kitapların dili şiir dilidir. İnsanoğlunun bütün kutsal metinlerinde şiir vardır. Destanların, efsanelerin, mitlerin, masalların dili şiirdir. Duaların dili şiirdir. Şiir tanrısal bir sanattır.

Şiir, doğadır, topraktır. Toprak gibi doğurgandır. Şiir berekettir insana sunulmuş. Şiir, kıtlıktır insanın acısı… Şiir yakan kavuran yıldırımdır. Şiir, tepeden tırnağa çiçek açmış bir badem ağacıdır. Bir uçurum kenarında tek başına ışıldayan sarı çiçektir.

Şiir, kayaların gölgesine sinerek avını gözleyen bir dağ aslanıdır. Şiir, toprağın özlediği sudur. Bir tavşanın ürkekliğinde, soylu bir atın kıvraklığında, bir çocuğun annesinin kollarında duyduğu güvende şiir vardır.

 Ayrılık, yoksulluk, ölüm şiirdir. Şiir haksızlığa baş kaldıran kavgadır. Savaşta şiir, barışta şiir vardır. Şiir çağlarca direnmektir. Şiir şahlanan bir atın sırtından inip şahlanan bir ata binen sözdür.

 Bizim kültürümüzde şair kutsanmış insandır. Kamlardan, baksılardan, şamanlardan bugüne yaptığımız yolculukta şairlerin halkın baş tacı olduğunu görürüz. Çağlar boyu egemenlerin, diktatörlerin, insana düşman olanların kâbusu, en büyük korkusu şairler olmuştur.

 Nesimi’den Pir Sultan Abdal’a, Namık Kemal’den Nazım Hikmet’e, egemenlere direnen, bu uğurda ölen, öldürülen, damlarda, zindanlarda, sürgünlerde çürütülmeye bırakıldıkları halde ışığını çağlar öncesinden çağlar ötesine yansıtan yiğitlere, o güzel insanlara selam olsun.





 




16 Ağustos 2012 Perşembe

ARTIK EMEKLİYİM

MERHABA,

Artık emekliyim.
Ve gönül rahatlığıyla bilgisayarda bir başka uğraş alanı açabilirim kendime.

Sınavlar yok, soru hazırlama yok, sınav kağıtlarını okumak yok, planlar yok, ders hazırlıkları yok, farklılık yaratmak adına kendini paralamak yok, türlü etkinlikler için program hazırlıkları yok, yok, yok... (Bu arada öğretmenlerin pek bir işe yaramadığını düşünen bakanı hayırla (!) yadedelim.)

Niyetim bu sayfalarda okuduğum kitaplardan, izlediğim filmlerden güzel yaptığım yemeklere kadar, yaşamla ilgili ne varsa gönlümde ve beynimde, paylaşmak...

Düşüncelerimi ve dilimi hiç bir zaman dizginleyemediğim için pek zor olmayacak sanırım.

Hadi bana kolay gelsin.....

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...