28 Eylül 2015 Pazartesi

2010-2011 ÖĞRETİM YILINDA İLK DERS

ŞEHİT NURİ PAMİR LİSESİNDE 2010-2011 EĞİTİM VE ÖĞRETİM YIL AÇILIŞ PROGRAMINDA VERDİĞİM İLK DERSİN METNİNİ TEK BİR SÖZCÜK BİLE DEĞİŞTİRMEDEN AKTARIYORUM.
2015-2016 ÖĞRETİM YILINA SEVGİYLE....
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Değerli Meslektaşlarım, Sevgili Öğrenciler,
2010-2011 Eğitim ve Öğretim yılının ilk dersi için buradayım. Ancak bu konuşma bir ders olmayacak. Olsa olsa bir dertleşme, duyguların paylaşımı diyebiliriz konuşmama.
Buna Milli Eğitim Bakanlığının 2010/53 Sayılı genelgesini okuduğumda karar verdim.
Bu genelgenin giriş bölümünde yer alan “toplumsal hoşgörü” ifadesi yönümü belirledi.
Çünkü bu konunun gençlerimizin geleceği ve ülkemizin yarınları için ne denli önemli olduğunu çok iyi biliyorum.

Yaşadığım bir olayı paylaşacağım sizlerle.

Bayramda Hatay iline gezmeye gittik. Gezilecek yerlerle ilgili bir ön araştırmak yaptık. Antakya Kültür Müdürlüğünün hazırladığı bir tanıtım kılavuzunda görülmesi gerekli yerlerden birinin de Samandağ İlçesinde, Ermenilerin yaşadığı Vakıflı Köyü olduğu söyleniyordu. İlgimizi çekti. Üşenmedik, gittik. Musa Dağının yamaçlarında kurulu küçük, şirin, tertemiz bir köydü. Güler yüzlü, içten, sıcak insanların yaşadığı bir köy… Tarihi bir kilisesi vardı. Kilisenin bahçesinde köye özgü ev ürünlerinin satışını yapan bir bayanla tanıştık. Nasıl yaşadıklarından, çevreyle ilişkilerinden, eğitim sorunlarından söz ettik. Hoş görüden, aynı toprakları vatan bellediğimizden, aynı havayı soluyup aynı toprağın bereketini paylaştığımızdan söz ettik. Dinlerimizin bizi farklı kılmadığını anlattı bize.

İbadete açık bir kilise görmediğimizi, kiliseyi gezmek istediğimizi söyleyince bize kiliseyi gezdirdi. Kiliseye haftada bir kez, pazar günü papaz gelirmiş.Tarihi bir binaydı ama küçüktü.
İçerde sohbete devam ederken, biraz da dağın yamacında, yalıtılmış ve yalnızlık duygusu veren köyün içime boşalttığı hüzünle, o hanıma, barış, hoşgörü, sevgi adına bir mum yakmak istediğimi söyledim. Sevindi. Mumu yaktım. Bunun üzerine bana söylediği cümle şu dakikada bile yüreğimi titretiyor. “Allah kabul etsin.”

Ben, bir Ermeni kilisesinde barış ve hoşgörü adına bir mum yaktım. Ermeni asıllı vatandaşım da bana benim dinimin bir duasıyla karşılık verdi. “Allah kabul etsin.”

İşte bütün mesele bu. Asırlardır öyle kaynaşmıştık ki dualarımız bile birbirine karışmıştı.
Ve o an her şey silindi. Kötülük, düşmanlık, nefret, karanlık düşünceler hepsi bir anda yok oldu. Aramıza ekilen kötülük ve nifak tohumları tutmamıştı. Sevgi, hoşgörü, insanlık her şeye rağmen bir zafer kazanmıştı.

Ön yargısız, hoşgörüyle, barış içinde, sevgiyle birlikte olmak için hala umut vardı.
Kulaklarımda asırlar öncesinden Yunus Emre’nin sesi yankılandı.

“Yaratılanı hoş gör yaradandan ötürü.”

Yunus Emrelerin, Mevlanaların, Hacı Bektaşların ektiği insan sevgisi bu toprağın bereketidir.
Bu topraklar, onlarca uygarlığın harmanlandığı, her birinin diğerine karıştığı eşsiz bir mozaiktir.
Bu mozaiği açıklamak için şöyle bir örnek vermek mümkündür diye düşünüyorum.
Orta Asya’da büyük devletler kuran ulusumuz, İslamiyet’i kabul etti. İslam kültürüyle kendi kültürünü harmanladıktan sonra kuzeye, güneye, doğuya ve batıya yöneldi. Atının terkisine koyduğu heybesinde bu kültür vardı. Bu süreç uzun ve karmaşık bir süreçti. Her konduğu menzilde heybesinden aldığı bu kültürü o topraklara saçıyor, o topraklardan aldıklarını da kendininkiyle karıştırıyordu. En son durak Anadolu oldu.  Anadolu onlarca uygarlığın beşiği olan eşsiz bir coğrafyaydı.
Buraya, Anadolu’ya konduk.
Bu bereketli topraklar üzerine, bu coğrafyaya atımızın terkisinde taşıdığımız ve çoğaltıp zenginleştirdiğimiz o uygarlık kültürünü saçtık.
Birleştiler, karıştılar, barıştılar, çoğaldılar…
Dede Korkut Homeros’la, Şeyh Edebali Hammurabi ile buluştu.
Bunu sağlayan Yunus Emreler oldu:
Kâh, 

“Elif okuduk ötürü

Pazar eyledik götürü                                           

Yaratılanı hoş gör                                   

Yaradandan ötürü” dedi, gönüllere seslendi.

 
Kâh,

“Yunus Emre der hoca

Gerekse bin var hacca

Hepisinden iyice

Bir gönüle girmektir.” Dedi mutluluğun yolunu gösterdi.

 
Bunu sağlayan Mevlanalar oldu:

 Kâh,

“Gel, gel, ne olursan ol yine gel,

İster kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel,

Bizim dergâhımız,

Ümitsizlik dergâhı değildir,

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...”

Sözleri saçıldı yerlere ve göklere…

 
Kâh,

“Cömertlikte yardım etmede akarsu gibi ol

Şefkat ve merhamette güneş gibi ol,

Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol..

Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol,

Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol,

Hoşgörülükte deniz gibi ol,

Ya olduğun gibi görün...

Ya göründüğün gibi ol...”

Sözleriyle çağlar öncesinden çağlar sonrasına seslendi.

 Biz, işte bu mirasın sahibiyiz.
Ve sevgili öğretmen arkadaşlarım, sevgili öğrencilerim,
Buradan, taa yüreğimin derinliklerinden, tüm inancımla söylüyorum ki güzel günler görebilmek için, motorları maviliklere sürebilmek için, önyargısız hoşgörüye, sınırsız sevgiye ihtiyacımız var.
Hepinizi sevgiyle selamlıyorum.
Feride YAŞAR ÖZDEMİR

  

 

2 yorum:

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...