23 Aralık 2014 Salı

CHP VE BAĞIRSAKLARINDAKİ TENYALAR


 
Geçenlerde, birisi bana bir şeyler anlattı. (Sonra da başkaları) Hadi adını koyalım; bu anlatılanlar düpedüz dedikodu idi. Anlatan kişi duyduğunu aktarıyordu, kimden duyduğunu da… Biraz dertlenir gibi, ama daha çok kınar gibi. Dinlemesem olmaz, dinlesem daha beter… Öyle bir ruh hali içinde dinledim sonuçta.

Dinledim ve aklıma Mevlana’nın dizeleri geldi. Doğru anımsıyor muyum, bilmem ama sözler şöyleydi:

Kişinin kendine ettiğini
Edemez kişiye hiçbir fâni
Tutmazsa gerçek dost elini
Kendi kendiyle baş edemez.
Kişinin kendine ettiğini
Sarhoş edemez, ayyaş edemez
Mezar soyan nebbaş edemez...

Anlatılanlar CHP üzerineydi. CHP’linin CHP’ye ettiğini sarhoş edemez, ayyaş edemez, mezar soyan nebbaş edemez.

AKP diktasına karşı, herkesin eteklerindeki taşları dökerek birleşmesinin zorunlu olduğunu düşünmemden ve de ülkenin, halkın, çocuklarımızın, geleceğimizin korkunç bir tehlikenin eşiğinde olduğunu düşündüğüm için CHP iktidarını önemsiyorum. CHP içinde olan biten, beni fazlasıyla ilgilendiriyor bu yüzden.

Bu yüzden Süheyl Batum, Birgül Ayman Güler, Emine Ülker Tarhan vb. fazlasıyla öfkemi çekti.

Dayanışma, hoşgörü, anlayış, özveri içinde, birbirine sırt vermiş, yalansız, riyasız, en adil biçimde, ülkeyi ve partiyi her türlü çıkarın üstüne taşıma erdemini gösterebilen insanlar, CHP’liler olsa fena mı olurdu?

Seçim yaklaştı. Pek çok kişinin kalbindeki aslan uyanmaya başladı. Milletvekili olmak için çalışmalar, adam kafalamalar başladı.

Elbette bunda bir kötülük yok.

Kötü olan, aday olmayı isteyenlerin etraflarındaki insanların aklında ve yüreğinde olanlar.

Benim adayım seçilsin de “Dayanışma, hoşgörü, anlayış, özveri içinde birbirine sırt vermiş, yalansız, riyasız, en adil biçimde, ülkeyi, ülkenin geleceğini ve partiyi her türlü çıkarın üstünde yarına taşıma erdemini” sonra düşünürüz diyenler meydanlara döküldü.

İşte duyduğum öykü bu insanlardan biriyle ilgili. Kendisini tanıdığım için şaşırdığımı söyleyemem.

C. adında biri…

Aday olacağı söylenen (Bu arada kesinleşmiş bir adaylık da yokken) bir arkadaşımız adına kolları sıvıyor. (Aday dostumuzun da bundan kesinlikle haberi yoktur, eminim.) Rakip olacağını düşündüğü ve aday olmayı gönlünden geçiren bir başka adayla ilgili olarak, alıyor eline kara kalemi, başlıyor karalamaya. Belden aşağı, belden yukarı, o kıt aklıyla Allah ne verdiyse…
Saldırıya uğrayan bir kadın. Dürüstlüğünden ve insanlığından kimsenin kuşku duymadığı biri. Ailesi, özellikle babası demokrasi kavgasında ağır bedeller ödemiş üstelik.

CHP kadın kotası koymuştu hani.
Kadınların aktif politikaya girmeleri için teşvik gerekiyordu hani.
CHP kirli siyaset yapmayacaktı hani.
CHP Atatürk ilkelerini simgeleyen altı okun hakkını vermeye kararlıydı hani.

Kadına şiddetin, tecavüzlerin AKP hükümetinin iktidarında artış göstermesinin nedeninin kadın düşmanı ve kadını aşağılayan, kadını kafese kapatmayı hedefleyen politikaları olduğu bilinmekte.

Kadının doğuracağı çocuğun sayısına, nasıl doğum yapacağına, çalışıp çalışmayacağına iktidar karar veriyor. Kadını ikinci sınıf, aşağılık bir cinsel obje gibi görenler bunlar.

CHP bütün olanaklarıyla bu çağ dışı uygulamalara karşı savaşırken bir CHP’li çıkıyor ve rakip gördüğü bir kadına aynı argümanlarla saldırıyor.

Bay C…

Aslında bu yazı hiç yazılmamalıydı.
Çünkü bu Bay C. Pek çok kişi tarafından bilinir, o ileri geri konuşmaları, densizlikleri, dangalaklığı hiç sevilmez.
Güvenilmez biri.

Ama ortada bir haksızlık, bir çirkinlik var.

Ortada bir kadının onuru ve geleceği var.

“Sinek küçük ama mide bulandırır.” derler.

Bay C., ve başka Bay C.ler ayaklarını denk almazlarsa kendilerini de, başkalarını da, partilerini de sıkıntıya sokacaklar.

Bizden söylemesi… İyi niyetli bir anımsatma…

 

 

 

 

 

9 Aralık 2014 Salı

YUMURTALI MARUL SALATASI


Bu bloğu açmaya karar verdiğimde, sevdiğim yemekleri, okuduğum kitapları, izlediğim filmleri falan paylaşırım diye düşünmüştüm ama olmadı. Siyaset hep öne geçti. Ülkenin gündemi beni de adeta esir aldı. Şimdi bir nefeslik ara verip bir salata tarifi paylaşacağım.

Ne zaman öğrendim bu salatayı, anımsamıyorum. O kadar eski... Aile içinde yapıldı hep, dışarıda pek görmedim. Çok besleyici ve lezzetli olduğu için severek yedik her zaman. Anneannemin kimi zaman sadece bu salatayla doyduğunu anımsıyorum.

Ben mutfak işleriyle fazlaca haşır neşir olmaya başladığımda kimi eklemeler yaptım. Bence daha lezzetli oldu.

Paylaşalım bakalım, belki bir bilen çıkar. Bilmeyenler de yeni bir lezzet keşfetmiş olur.

YUMURTALI MARUL SALATASI

Yaklaşık 8 kişilik

MALZEMELER

1-      Marul (10-15 yaprak düz marul)

2-      Yeşil soğan (6-7 sap )

3-      Maydanoz (yarım demet)

4-      Taze ya da kurutulmuş nane (3-4 sap ya da bir çay kaşığı kuru)

5-      Bir çimdik karabiber

6-      Bir çimdik pul biber

7-      Limon (miktarı zevke göre)

8-      4 yumurta

9-      10-15 tane siyah zeytin

10-   Zeytinyağı (Tercihen sızma)

YAPILIŞI:

Yumurtaları iyice katı haşlayın ve soyun.

Marulu, yeşil soğanı, maydanoz ve naneyi ince kıyın. Yumurtaların üç tanesini doğrayarak yeşilliğe katın. Baharatları ekleyin. (Derin bir kap kullanmanız iyi olur.)

Ayrı bir kâsede bir fincan kadar zeytinyağını, yeterince tuzu ve limonu iyice çırpın. Malzemelerin üstüne dökün, karıştırın.

Salatayı servis tabağına alın. Kalan bir yumurtayı istediğiniz biçimlerde doğrayıp üstünü süsleyin. Zeytinleri de aralarına serpiştirin.

Afiyet olsun.

NOT: Bir çimdik reyhan, küçük bir diş sarımsak veya tat vereceğini düşündüğünüz bir başka malzemeyi de eklemek olanaklı.

 

7 Aralık 2014 Pazar

AKIL VE ONUR

Aile içinde her anlatıldığında herkesi kahkahalara boğan bir anımız vardır bizim.

Yıllar önce, her çalışan ebeveyn gibi, kardeşim ve eşi, minik akide şekerimizi, Gülsen’imizi kreşe verdi.

Gülsen iki yaşında var yok. Babası sabah bırakıyor akşam alıyor okuldan.

Bir gün, eniştem birkaç dakika geç kalmış. Gülsen, arkadaşlarının topluca servise binmesine imreniyor olmalı ki onlarla birlikte servise binivermiş.

Olacak bu ya, o gün, servisin asıl sürücüsü hastalandığı için oğlu kullanıyormuş aracı. Çocukları tek tek tanımadığından durumu farkında değil. Eline verilen adreslere tek tek çocukları bırakmış ama Gülsen öylece oturmakta. “Kızım siz nerede oturuyorsunuz? ”diye sormuş. Gülsen “Anneannemin karşısında” demiş. Adam bu kez “Anneannen nerede oturuyor?” diye denemiş şansını; Gülsen “Bizim karşımızda.” demez mi?

Adamcağız dönmüş okula geri gelmiş ve yana yana kızını arayan enişteme Gülsen’i teslim etmiş.

 Gazetelerde, bugün, şöyle bir haber vardı:

“Eski İçişleri Bakanı Muammer Güler, 17 Aralık operasyonunun ardından “şüpheli” olarak ifade verdiği Meclis Soruşturma Komisyonu’nda iki çocuğunun kariyerlerinin başında edindikleri servet konusunda Komisyon Başkanı Hakkı Köylü ile gerilim yaşadı. Çocuklarının mal varlıklarına ilişkin soruları yanıtlamakta zorlanan Güler, oğlunun danışmanlık şirketinin ne iş yaptığını bilmediğini söyledi. Sorular karşısında iyice bunalan Güler, bir ara, oğlunun üzerindeki bir ev için “Rahmetli annemin halen oturmakta olduğu evdir” dedi.”

"Rahmetli annenin halen oturmakta olduğu ev!…"

 Akide şekerimin iki yaşındayken söylediği sözler bu yüzden aklıma geldi.

 Zekâ yaşı iki yaşındaki bir çocuğa denk bir bakan.

 İnsan onur yoksunu olabilir ama…

Hem akıl hem onur yoksunu olmak berbat bir durum olsa gerek.

4 Kasım 2014 Salı

AH BEŞ YAŞIM… AH BABAM…


AH BEŞ YAŞIM… AH BABAM…

Çocukluğumda Bor’da bir cezaevi vardı.

Kayabaşı denilen mevkide. Tam yerini söyleyemem. Uzun zaman oldu.

Beş yaşındaydım. Dedem ya da annem her gün o cezaevine, babama yemek götürürlerdi.

Haftada iki- üç kez, kimi zaman daha fazla, beni de alırlardı. Yoksa kıyamet kopardı. Çok iyi anımsıyorum. O yaşta olanları, bugün, bunca zaman sonra böyle anımsamam çok tuhaf.

Anneannemlerde kaldık 13 ay, bize onlar baktı.

Dedem beni babamın yanına bırakır, akşam gelir alırdı. Şaşırtıcı değil bu. Babam “siyasî” idi çünkü. Bor Cezaevi'nin o güne dek gördüğü tek tahsilli mahkûm. Ayrıcalıkları vardı. Bütün cezaevi personeli saygı duyuyordu, mahkûmlar bir dediğini iki etmiyordu. İçeride çok rahat davranıyorduk. Herkesin çok çekindiği bir adam, müdür olmalı, avluya iner babamla sohbet ederdi.

Babamın ikinci kattaki ranzasına tırmanır, otururdum. Sigara dumanından göz gözü görmezdi. Babam bana gazete okurdu. Bir şeyler anlatırdı, masal gibiydi anlattıkları. Şimdi tek bir sözcük bile aklımda kalmamış. Büyüdükten sonra fark ettim ki babam çok konuşkan biri değildi. Beş yaşındaki sevgili kızıyla ne konuşurdu o ketum adam.

Uykum gelirdi… Sigara ve ter kokulu battaniyeyi burnuma kadar çeker uyurdum.

Annem hamileydi babam içeriye girdiğinde. Leyla, babam içerdeyken doğdu. Ferda, çok küçüktü, anımsaması olanaksız. Onu sık götürmezlerdi babama. Belki birkaç kez. Dedim ya, ben çok ağlardım, zaptemezlerdi.

Leyla’nın doğduğu günü de anımsıyorum. Sonradan dediklerine göre zor bir doğum olmuş. Ben durumu tam anlamıyorum. Kız oldu dediler, adı Filiz olacak dedi anneannem. Başladım sızlanmaya, teyzem kucağına aldı beni, “Filiz değil, Leyla olacak.” dedim. Anneannem “Sen anlamazsın” diyecek oldu sanırım, kendimi yere attığımı anımsıyorum. Kardeşimin adı Leyla oldu. Anneannem bana hiç kıyamazdı. Ne çok şımartırdı beni.

Bir gün, annemle babama yemek götürmek üzere çıktık. Çok soğuk karlı bir gündü. Her taraf buz. Annemin çok tatlı çimen yeşili bir mantosu vardı. Ayaklarında da ince topuklu ayakkabılar. Bir elinde sefertası, bir elinde ben. Çıkmaz sokağın başına geldik, annemin ayağı kaydı, yere düştü, sefertasındaki çorba üstüne döküldü. Annem doğruldu, ağlamaya başladı. Birlikte ağladık, ağladık, ağladık. O gün babama yemek gitti mi, anımsamıyorum.

Komşumuzun kızı Suzan, benim yakın arkadaşım, okula başlayacak. Yaşım küçük, ben gidemiyorum. Ama o kadar üzgünüm, o kadar kederliyim ki, bana kıyamadılar. Suzan’ın dayısı öğretmendi. Bir yolunu buldu, beni de Suzan’la birlikte okula yazdırdı.

Babam çıktığında Leyla ona uzunca bir süre yaklaşmadı, zor ısındı. Bunu ben anımsıyor muyum, yoksa bana çok sık anlatıldı da benim anım haline mi geldi, bilmiyorum. Çünkü kafamda fotoğrafik bir anı değil bu.

Sonradan öğrendim. Babam, mahkemesi başlar başlamaz memuriyetten ayrılmış. Hüküm giydikten sonra memuriyetinin düşmesine fırsat vermemiş. Çıktıktan sonra rahatça dönmüştü görevine.

Akıllı adamdı, çok… Ve fedakârdı alabildiğine.

37 yaşındaki karısını 7 çocukla bırakıp göçüp gitmesi tek kötülüğü oldu...

Demek ki evlatlar atalarının kaderini de miras alıyorlar… Kader dedim ya, pek öyle değil, kader değil yani. Eğitim belki… Belki biraz genetik durumlar.

Ne bileyim işte, ama ben o babanın kızı olduğum için hep gurur duydum.

 

 

1 Kasım 2014 Cumartesi

ADI DAHA KONMADI


Sevgili yeğenim Bilgesu'nun yazmaya hevesini biliyordum. Arada yazdıklarını okur ve çok beğenirdim.
Şiir yazdığını bilmiyordum. Gönderdiği şiirleri okuduğumda büyük bir şaşkınlık yaşadım.
O küçücük yüreğinde ne derin duygular biriktirmiş, o sevgiyle gülen gözlerinin arkasında ne düşünceler yuva yapmış, bilmiyordum.
Ama çok gurur duydum, gönendim.
Bu güzel dizeleri paylaşmazsam olmazdı.
Bakalım sizler ne diyeceksiniz?
----------------------------------------------------------

 
Ben kimseye uymuyorum
Kalabalıklar arasındaki tek sessizliği buluyorum  
Canı yanan bir ağacın varlığına olan inancımı  
Yol kenarındaki bir kaplumbağanın telaşsızlığını   
Kendi içime gömüp kendimle anıp gülüyorum

***

İçim Nazım dolmuş
Yüreğim Piraye gibi atıyor
Gözlerim Münevver olmuş, mahmur
Sözlerim telaşlı Balaban gibi
Ama gel gör ki
Sadece ürkek bir kuş memleketli...

 

Kaç kez dilemiştim maviye bakarken kırmızıyı görmeyi
Bilmem ne kadar oldu ateşin içindeki buz eriyeli
Korkaktı ve akla daima uzaktı
Ama bakıyordu biliyordum
Uzaktan o hasretli gönül kokan bahar…

 
Yarın bilinmiyorsa bizim için, biliniyorsa karanlık içindi
Yaşamak için zincirleri tek tek koparırken
Onu seviyorsan senin, sevmiyorsan sessizliğindi
Karşıya geçmek için son bir fırsatsa ellerin
Sımsıkı tutuyorsa sevgin, tutamıyorsa dizelerindir...

 
Sana bırakacağım en değerli mirasımdır kelimelerim canım kardeşim
Maviliklerde büyütmek istediğim aşk eğer benden önce gitmişse bitiş çizgisine
Benim yerime de yaşa onu öp gözlerinden
Lakin hala geride kalmış bekliyorsa
Benim yerime de düşle uzat ömrünü


Kapanmış dişlilerin arasındaki tek tük yağ damlası
Yerin üzerinde koca bir delik altında insan fazlası
Taş mı o ne olduğu belirsiz kalbin
Saksı da hoş, ellerinde çirkin insan kavgası...

 
Ayraçlardan bile oyuncak yapan bizlerdik
Sayfaları çevirirken hem kendini kaybeden hem de bulan delilerdik
Az biraz yok değildi kafamızda hani
Hepimiz beklerdik doktor kapısında
Tahtaları eksik demişlerdi her birimize
Hatta daha da ileri gidip bir saksıyı naçizane beynimize benzetmişlerdi
Üşenmemişlerdi asırlarca yerde duran yapraklara basmaya
Haliyle kalkıp da gidememişti hiçbiri
Şimdi hala aynı yerimizdeyiz
Delilik ise sürekli ilerleyen zamanla gelişen
Üretirken tükettiğimiz basit bir besin.
 
ANKARA
BİLGESU ÖZBİLEN
 
 
 
 
 
 
 

26 Ekim 2014 Pazar

İĞNEYİ KENDİNE BATIRMAK

Bugün bir arkadaşım anlattı. Çok öfkeli ve şaşkındı.

Kızı 4. sınıfa gidiyor. Öğretmenin verdiği Türkçe dersinden bir ödevle ilgili annesine soru soruyor. Anne, yardımcı olmak için defterini istiyor yavrusunun. Çocuk defteri veriyor annesine... Anne ne görse beğenirsiniz...

Defter boş... Bomboş, tek bir sözcük bir yana, çizik bile yok defterde.

 Kızının bir hatası olabileceğini düşündüğü için, kızının bir arkadaşının annesini arıyor, Türkçe defterini kontrol etmesini istiyor. Aldığı yanıt aynı. Defter boş, bomboş. Öğretmen olduğum için bana dert yandı. Benim şaşkınlığım da ondan geri kalmazdı.

 Meğer öğretmen fotokopi veriyor ve onlardan çalışmalarını istiyormuş çocukların.

 Türkçe dersini fotokopi üzerinden veren bir öğretmen. Oysa Türkçe dersi sürekli yazmayı gerektiren bir derstir. En iyi öğrenme yollarından biri yazarak öğrenmedir.

 Hiç mi sözcük çalışması yapmadı, bu sözcükleri cümle içinde hiç mi kullandırmadı, metni anlamasını sağlamak için hiç mi soru yöneltmedi, hiç mi bir anı, bir öykü yazdırmadı, bir kitap özeti çıkarttırmadı, hiç mi dil çalışmaları yaptırmadı?

 Senin önemsemediğin, fotokopiye indirgediğin ders Türkçe dersi sayın öğretmen...

Çocuğun etkili ve güzel yazmayı - konuşmayı öğrenmesi gereken ders.

Çocuğun yazıyla veya konuşma yoluyla kendini ifade edebilme becerisi kazanması gereken bir ders. 

 Türkçe dersinin bu anlamdaki başarısı diğer derslerdeki başarının anahtarıdır.

Okuduğunu anlamayan, ifade yeteneği gelişmemiş bir çocuğun matematik dersinden başarılı olması beklenemez.

Hayatta başarılı olması neredeyse olanaksızdır.

 İtiraf ederim ki veliye şikâyetçi olmasını öğütledim.

Böyle bir öğretmen aldığı üç kuruş bile olsa o parayı hak etmiyor.

 Fotokopi öğretmeni...

 Ver çocuğun eline fotokopiyi, kendi okusun ya da okumasın, ne gam!.. Sen görevini yapmış oldun, öyle mi?

 O çocuğun sağlam bir anadil eğitimi alması o defterlerin yılsonuna kadar en az iki kez dolmasıyla orantılıdır.

"Defterin dolması" derken, emekten, yazmaktan, anlatmaktan söz ediyorum sayın öğretmen...

 Emekli bir Türk dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak, seni şiddetle kınıyorum kolaycı, beleşçi öğretmen.

19 Ekim 2014 Pazar

DELEGELİK: KURT KAPANI

DELEGELİK: KURT KAPANI
Öyle görülüyor ki siyasi partilerdeki delegelik sistemi defolu bir sistem oldu.
Demokrasiyi içine sindiremeyenlerin,
Parti içinde demokrasiye tahammülü olmayanların,
Parti içinde diktacılık oynayanların,
Siyasi entrikalarını ilelebet sürdürmek isteyenlerin  sistemi…
Delegelik sistemi demokrasiye arkadan dolanmak isteyenler için gerekli…
Delegelik sistemi parti üyeleriyle uğraşmak istemeyen kolaycılar için gerekli…
Üyelerin açacağı beklenmedik sorunlara karşı kendini koruma altına almak isteyen yöneticiler için gerekli…
Düşünün… Mahalle bazında delege seçiliyor. Hiç kimse “Ben adayım.” diye ortaya çıkmıyor. Birilerine “Sen bizim adayımızsın.” denmiş ve mahalle üyelerinden oy isteniyor. Bu durumun istisnaları yok mu? Elbette var. Ama istisnalar kuralı bozmuyor işte.
O delegeyi belirleyen tek ölçü, onun kullanılabilirliği…
Acı ama gerçek…
Niğde’de, örnek veriyorum, üye sayısı 3000… Bu üç bin kişinin aklına güvenmezmiş gibi “Hadi, seni temsil edecek kişileri belirle.” deniyor.
Partisinin il başkanını seçmek için üyeye fırsat verilmiyor, her nedense üç bin üye adına karar yetkisine sahip 160 kişi söz sahibi oluyor.
İl başkanı mı seçilecek, belediye başkan adayı mı belirlenecek, milletvekilliği adayları mı belirlenecek gelsin delegeler, delege sultası.
Yaşanan süreçlerin hiçbir anında, hiçbir gelişmede üye yok.
Beni yönetecek il başkanını üye olarak ben seçmeliyim.
Beni yönetecek belediye başkan adayını üye olarak ben seçmeliyim.
Beni temsil edecek milletvekili adayını üye olarak ben seçmeliyim.
Kerameti kendinden menkul, benim hoşuma gitmeyecek her türlü hatayı yapma potansiyeline sahip biri benim adıma partide söz sahibi olacak. Bırakın kendi hatamı ben yaparım.
 
Bir de doğal delegelik var ki, evlere şenlik.
İl, ilçe başkan ve yöneticileri doğal delege.
Belediye meclis üyeleri falan doğal delege.
Neden? Kimse güya nedenini bilmiyor.
Ama işlerine bir geliyor ki… Tadından yenmez.
DELEGELİK SİSTEMİ SİYASİ PARTİLER İÇİN BİR KURT KAPANIDIR.
DEMOKRASİYİ İÇİNE SİNDİREMEYENLERİN,
DEMOKRASİYE ARKADAN DOLANANLARIN
YA DA
 DEMOKRASİYE EL ENSE ÇEKMEK İSTEYENLERİN SİSTEMİDİR.
O KADAR.

İBRETLİK BİR ÖYKÜ


İBRETLİK BİR ÖYKÜ

Bugün, Niğde CHP İl Başkanlığı seçimi yapıldı.

Seçim başa baş sonuçlandı. O yüzden bana göre, kazanan ya da kaybeden olmadı. (Oy kullanmayı beceremeyen iki delegenin oyu sayılsaydı 79-79 gibi bir sonuç çıkacaktı.)

Bu delege sisteminin CHP’nin başına bela olduğunu ne zaman anlayacaklar acaba?

Bütün bunlar bir yana, oldukça sakin ve barış havasında bir seçim oldu. Artık sandalyeler uçmuyor havada. Bunu da gençler başardı diye düşünüyorum. Sonuçlar açıklandıktan sonra iki aday konukları selamlamak için birlikte çıktılar sahneye. Sarmaş dolaş, saniyelerce sarılarak kutladılar birbirlerini. El ele indiler sahneden.
Bayıldım bu görüntüye.
Hayırlı olsun.

****

Yazının başlığı şimdi anlatacağım olayla ilgili.

Milli Eğitim Müdürü Celalettin Ekinci zamanında yaşanmış. (Hani şu okulların veli toplantılarını camilerde yaptıran zat.)

Ben bugün duydum. Olayın kahramanı anlattı. Nutkum tutuldu, duyduklarıma inanamadım.

Niğde’de 455 okul müdürü Sungur Bey Kolejinde yapılacak bir toplantıya çağrılır. Toplantı resmî bir toplantıdır. Sadece yer olarak özel bir okul seçilmiş. (Toplantı için koca ilde yer yokmuş gibi.)

Arkadaşımız salonun kapısına yöneldiğinde kapıda görevli iki öğrenci ve iki görevli öğretmen “Ayakkabılarınızı çıkarın. Bize böyle bir talimat verildi. İçeri ayakkabıyla giremezsiniz.” diyerek içeri girmesine engel olurlar. Arkadaşımız bakar ki; Milli Eğitim Müdürü ve yardımcılarına terlik veriliyor; bütün müdürler, “analarından, üstü başı çamur olarak eve girdikleri için azar işiten çocuklar” gibi ayakkabılarını çıkartmış, çoraplarıyla içeri girmekteler. Hepsi, ama hepsi… Anlı şanlı Atatürkçü, demokrat, solcu, sosyalist geçinenler de dâhil… (Önce tek tek isim yazsam diye düşündüm ama sonra vazgeçtim. Utandırmak yersiz, hele bir de bu kadar süre geçmişken.) Tıpış tıpış ayakkabı çıkarmışlar.

Bizimki çıkarmam diye direnince ayağına terlik getirmişler ama benim direnişçi yiğit arkadaşım reddetmiş.

Daha sonra, her örgütlü insan gibi, kendilerine reva görülen bu muameleyi üyesi olduğu sendikaya bildirmek istemiş, telefon etmiş. Durumu anlatmış önce, “Gelin gözlerinizle görün bu rezaleti” demiş. Sendika temsilcilik başkanı ne dese beğenirsiniz?

“Sende çıkar, gir.”

Bir şok da buradan…

Bir zamanlar; zalime, zulme, sömürüye karşı çatır çatır eylem yapan, üyelerinin hakkını çiğnetmemek adına yöneticilerinin kendilerini ortaya koydukları sendikanın başkanının verdiği yanıt:

“Sende çıkar ayakkabını, gir.”

 Bizim kelle koltukta çalıştığımız sendika.

“Vay başıma, vaylar başıma, nerelere gidem, kimlere anlatam.” türünden bir kafa karışıklığı yani.

Eskiden olsa, o sendika tam kadro o salonu basar, kimsenin ayakkabısını çıkartmasına izin vermezdi.

Bizim arkadaşımız zeki… Hemen fotoğraf çekmiş. Çekmiş çekmesine de…

O şanlı Atatürkçü dostlarımızdan biri, “O görüntüyü benim haberim olmadan çektin. Sil. Silmezsen savcılığa şikâyet edeceğim. Sana ne benim ayağımı çıkarmamdan. Ben inançlı biriyim. Camiye de giderim, namazımı da kılarım. Adamların kendi kuralları var, ben ona uyarım.” vesaire dememiş mi…

Sanırsın ki, vatandaş camiye girerken ayakkabı çıkarmadı.

Sanırsın ki o toplantı bir cemaatin dini toplantısı. İçerde zikir çekilecek.

Sanırsın ki Türkiye Cumhuriyetinin Milli Eğitim Bakanlığına bağlı 455 okul müdürü bir cemaate kabul etme törenine katılmak için oradalar.

Gezi direnişi sırasında zamanın başbakanı “Ayakkabılarıyla camiye girdiler.” diye şikâyet etmişti ya, aklıma o süreç geldi.

Uygar bir dünyada, Avrupa Birliğine girmek için bir yerlerimizi yırtarken, Laik Türkiye Cumhuriyetinde (!) olana bakın.

Üstelik bunlar, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortak adaya nasıl kulp takmışlardı, hatırlayın. İçlerinden biriyle, bizzat tartıştığım için bu olayda, bu kadar keskin tepki veriyorum ben.

Nasıl bir ikbal beklentisi böyle bir küçülmeyi, aşağılanmayı göze aldırır insana? Bilemiyorum.

İronik olan da o arkadaşlarımızın daha sonra müdürlük görevinden alınmaları. Tepki çığlıkları semalardan daha silinmedi.

Bizim isyankâr ve ilkeli arkadaşımız ise bu olay sonrası soluğu Gaziantep’te almıştı. Dava açtı, yorucu bir hak arama mücadelesi verdi ve geri döndü.

“Geçmiş olsun.” Ne diyelim başka. Burası Türkiye… Olur böyle şeyler.

Not: Arkadaşımın anlattıklarını sözcük sözcük değil, eski deyişle mealen ve kısaltarak yazdım. Ama zerre kadar abartmadım.

13 Ekim 2014 Pazartesi

KİTAP KIYIMI - 3

İSKENDERİYE KÜTÜPHANESİ-  KÜTÜPHANE KIYIMLARI 3

En önemli ve korkunç kıyım M.Ö. 3. Yüzyılda Mısır’ın İskenderiye kentinde kurulmuş olan İskenderiye Kütüphanesine yapıldı.

Sanat ve bilim dünyasının en önemli eserlerinin toplandığı bu bina o çağlarda dünyanın en büyük uygarlık merkezi olarak kabul ediliyordu.

Bir kütüphane ve bir müze olan bu dev yapıda, o devirde bilinen bütün ülkelerdeki hayvan ve bitkilerin bir örneği vardı. Ayrıca botanik bahçesi ve bir rasathane bulunuyordu. Otopsi yoluyla insan vücudunun incelenmesi için bir anatomi salonu açılmıştı. Bu bilim sitesinde fizik, kimya, tıp, astronomi, matematik, felsefe, edebiyat ve fizyoloji bilgileri için evler yapılmıştı.

“İskenderiye Kütüphanesi 900.000 el yazmasıyla Antikçağın en büyük dermesine sahip bir kütüphanesiydi. Kütüphanede büyük bir çalışan kadrosu da görev yapıyordu. Eserlerin papirüslere yazılarak rulo şeklinde saklandığı belirtilmektedir. Kral tarafından desteklenen bu kütüphane yayınevi işlevini de görüyordu. Bu kütüphane büyük bilim insanlarına da ev sahipliği yapmıştır. Matematik bilgini Öklides, mekanik bilimci Arkhimedes, tıp bilimci Herofilos, gök bilimci Eratosthenes, Batlamyus gibi isimler bu kütüphanede çalışmışlardır.

Müzenin en önemli bölümü kütüphanesiydi. Kütüphanenin müdürü, bulabileceği her yazılı eseri alma yetkisine sahipti. Mısır’a giren her kitabın buraya götürülmesi mecburiyeti vardı. Kitabın burada bir nüshası çıkarılıp sahibine verilir, kitabın aslı ise kütüphanede kalırdı. Bir taraftan da yurt dışına gönderilen memurlar, başka ülkelerde buldukları kitapları satın alıp, getirirlerdi. Böylece, o zamana kadar birçok bilime ait dağınık halde ve kaybolmaya mahkûm durumda olan eserler emin bir yerde toplanmış oldu.”

Yaygın kanıya göre, çıkan çeşitli fanatik görüşler nedeniyle, antik Pagan tapınakları ve yapıların imhası sırasında Hıristiyanlar tarafından yakılmıştır. Bizans İmparatoru I. Theodosius’un  M.S. 391 yılında, Hristiyanlık inancına aykırı bulduğu için “Yakın” emri verdiği söylenir. Kütüphaneden kalan tüm eserlerin şehrin hamamlarında yaktırıldığı söylenmektedir.

Bir başka iddia da Hz. Ömer'in talimatıyla yakıldığıdır. Ancak bu iddia zayıf bir iddia olarak görülmektedir.

Yani, bu katliam, din yobazlarının ve dini bir afyon olarak kullananların en önemli icraatlarından biridir.

Ortadan kaldırılan sadece yüzbinlerce kitap ve insanlığın binlerce yıllık bilgi birikimi değildi. Adı bu bilim yuvasıyla özdeşleşmiş olan birçok düşünce insanı ya katledildi ya hapse atıldı ya da kaçmak zorunda kaldı.

Bunların en önemlilerinden biri, ilk kadın filozof ve ünlü matematikçi Hypatia idi.

Hypatia, İsa’dan sonra 400'lü yıllarda İskenderiye’de yaşamıştı. Döneminde ilerici ve kiliseye aykırı düşünceleri ile tanınan bir yeni Platoncu’ydu.

Bu kişiliğinden ötürü İskenderiye Kütüphanesi'nin yakılışında da ön saflarda rol almış olan Hıristiyan keşişler tarafından, 415 yılında çok vahşi bir şekilde öldürüldü. Bu nedenle o tarihten bu yana, İskenderiye Kütüphanesi ile Hypatia'nın adı hep birlikte anılıyor.


DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...