21 Aralık 2016 Çarşamba

Canım "yılbaşı tebriği" almak istiyor.

Canım "yılbaşı tebriği" almak istiyor. 
Hani bir zamanlar (sanki milattan önceymiş gibi) üşenmeden bütün sevdiklerimize ayrı ayrı yazdığımız süslü kartlardan. Kokulu olanlar bile vardı. Sade olanlar, üç boyutlu olanlar, fotoğraf olanlar, resim olanlar, simliler...
Kırtasiyeciler yetmez gibi postanenin önünde, işlek kaldırım kenarlarında tezgahlarda...
Kuyruklar bile oluşurdu bazan. 
Öğrenci harçlığımla en az elli kart gönderirdim.
Herkese ayrı...
Ama asla aynı sözcükleri kullanmazdım. Herkes için söylenecek güzel, samimi, sıcacık sözlerim vardı.
Anneme babama gönderirdim ama kardeşim Ferda'ya ayrı yollardım. Karşılığı da öyle olurdu. Diğerleri küçüktüler.
Arkadaşlarım, yakın-uzak akrabalarım, komşularımız, aile dostu büyüklerimiz... Kim varsa...
Hiç birini atlamazdım. Hiç kimse de beni unutmazdı.
"Tebrik" almak çok büyük mutluluklarla doldururdu içimi.
Sadece yılbaşında değil, bayramlarda da...
İyi ki bazılarını hala saklıyorum.
Ne güzel olurdu yeniden kart yazmak, kart almak...
Çok canım istedi, çoookkk....

BİR SUİKAST

Lanet gribi azıcık uzaklaştırır gibi oldum.
Gündem yoğun; dehşet verecek kadar ani değişen bir gündem.
Bir de bu suikast geldi.
Bir ülkede böyle suikastların olması hayra alamet değildir, korkunç sonuçlara gebe yarınlar bekliyor.
Bir ülkede böyle suikastler tesadüfen ortaya çıkmaz. Hep bir planın parçasıdırlar.
Birinci dünya savaşının görünürdeki nedenini anımsayın.
Çok kaygılıyım, çok...
Dünya savaşı değil ama ülkede iç savaşa hazır olun. Bunu söyleyenlere gereksiz komplocular dediğimi anımsıyorum.
Değilmiş. Ya da öyle görünüyor.
Böyle düşüncelerle boğuşurken aklıma Göktürk Yazıtları geldi.
Bütün yazıtların tam metinlerini defalarca okuduğum için, bunu birden anımsamam doğal.
 "Demir Kapıya kadar kondurmuş. İkisi arasında pek teşkilâtsız Gök Türkü düzene sokarak öylece oturuyormuş. Bilgili kağan imiş, cesur kağan imiş. Buyruku bilgili imiş tabiî, Cesur imiş tabiî. Beyleri de milleti de doğru imiş. Onun için ili öylece tutmuş tabiî. İli tutup töreyi düzenlemiş. Kendisi öylece vefat etmiş."

İnsan kendi ülkesi için kaygılanıp acı çektiğinde kendi tarihine bakacak elbette.
Bir halk benzer hataları kaç kez yapar?
Tarihten ders almayı bilmediğimiz için mi tekerrür edip duruyor?
Ve hala başkanlık diretmesi...
Neyin bedelini ödemekteyiz?
Bir başkanlık kaç can eder?
Kan ne zaman duracak?
Dinle afyonlanan bir akıl hastasını hangi ucube akıl polis yaptı?
Hiç kimse dönüp aynaya bakmayacak mı?
Tünelin sonunda ışığı görecek miyiz?
Ya çocuklar... Çocuklarımız... Onlar nası bir ülkede yaşayacaklar?

Çocuklarımızın payına başka hangi acılar yazılı?

7 Aralık 2016 Çarşamba

SİYASETTE SAMİMİYET NEREDE BAŞLAR, NEREDE BİTER

Bu ulusalcıların büyük bölümünün, özellikle Sözcü gazetesinde yazan ulusalcıların, sağı solu belli olmuyor.
Birilerinin kuyruğunda sürüklenip durmaktalar.

Ergenekon duruşmaları sırasında, muhaliflerce yapılan açıklamaları, verilen sözleri anımsayın:
“Basın özgürlüğüne kilit vuruldu. Fikir özgürlüğüne kilit vuruldu. (1)  Bir gün gelecek, devran değişecek ama biz, sizin bize yaptıklarınızı yapmayacağız, sizin haklarınızı, düşünce özgürlüğünüzü, basın özgürlüğünü, düşünceyi açıklama özgürlüğünüzü sizin adınıza savunacağız, sizin için de demokrasi mücadelesi vereceğiz. Bu bir kurmacadır, kanıtlar kurmaca, duruşmalar kurmaca, suçlamalar kurmaca. Biz, ileride, siz yargılanırken sizin için, sizin haklarınız için savaşacağız. Keser dönecek, sap dönecek, gün gelip hesap dönecek; ama biz size oh olsun demeyeceğiz.”
Bunlar doğru sözlerdi.
Demokrasi adına söylenmesi gereken sözlerdi.
İntikam yerine, gerçekten demokrasiye inananların söylemesi gerekli sözlerdi.
Güzel olan buydu. Toplum barışı böyle kurulur, kurgulanabilirdi.

Bu içerikte çok yazı arşivlerde duruyor.
Baransu için, Altan kardeşler ve diğer cemaat ve iktidar yandaşı yazarlar -çizerler için söylenen sözler unutulmadı. (1)
Bu kişiler, kendi gazetelerinde yargısız infazlarda bulunurken, hedef gösterirken, kumpasın basın ayağında görevlerini yerine getirirken, hem en şiddetli sözlerle eleştirildiler hem de günün birinde, basın özgürlüğü, düşünce özgürlüğü bağlamında korunacakları, bizim onlar kadar alçalmayacağımız, onlara savunma hakkı vereceğimiz vesaire söylendi durdu.

Tekrar ediyorum, o yazılar arşivlerde… Açın bakın.

Sözcü Gazetesi, Cumhuriyet Gazetesi, Ulusal Kanal, Halk TV, Oda TV, bütün muhalif yazar – çizerler,  CHP, o zamanki İşçi Partisi… Kısaca bütün muhalefet bu görüşteydi. Herkes, ama ayrımsız herkes.

Gün geldi, devran döndü, egemenler birbirine düştü.
O kumpasları kuranlar, o kumpasların içinde yer alanlar, bütün o süreci yönetenler birbirine girdi.
Çıkar çatışması…
Adı, nedeni ne olursa olsun…

Şimdi o sözleri anımsayıp sözünü tutan, tükürdüğünü yalamayan bir CHP, bir Kılıçdaroğlu kaldı ortada.
Herkes tuhaf bir kindarlıkla, cemaatçi yazarlar (Onlarla birlikte ilgisiz bir yığın muhalif gazeteci, yazar yargılandığı halde) yargılanıyor diye “Basın özgürlüğü, insan hakları, düşünce özgürlüğü, halkın haber alma özgürlüğü, masumiyet karinesi, demokrasi, hukukun üstünlüğü vb. konularda söylediklerini unuttular.
Aslında unutmadılar da unutur gibi yaptılar.
Tutarsızlık arşa çıktı. (1 ve 2 birlikte)
Döndüler CHP içindeki muhalefetin çığırtkanlığına soyundular.
Dikkat edin, çığırtkanlar, Ergenekon davalarının hiçbir yerinde yoklardı. Tutuklanmadılar, gözaltına alınmadılar.
Ahmet Şık…
Uğradığı mağduriyeti de, o günlerdeki ve bugünkü sağlam duruşunu da unutulabilir miyiz?
Daha bugün çıktığı Medya Mahallesi’nde, dün nasıl karşı çıktıysa, bugün de, aynı şekilde basın üzerindeki, gazeteciler üzerindeki baskıya karşı çıkıyor. Ayırımsız… Kendisini yargısız infaz edenlerin özgürlüğünü bile…
Üstelik hakkında Cemaatin kriptosu olduğu iddiasıyla yeni bir soruşturma açıldığı halde. Cemaatin bütün kirli çamaşırlarını ortaya döktüğü için yaşadıkları ortada oysa.
Neymiş, muhteremler, o gazetecilerin adının meydanlarda anılmasına çok kızmışlar?
İyi de orada anılanlar sadece isimler değil ki…
Gazeteciler… Görevlerini nasıl yaptıklarını tartışmıyoruz. Gazetecilere ve gazetelere zincir vurulur mu? Bunu tartışıyoruz.
Nazlı Ilıcak’ı da, Altan kardeşleri de Bavulcu Baransu’yu da hiç mi hiç sevmem. Gebermeleri için çok da dua ettim geçmişte.
Ama şimdi, tutarlı davrandı, insana yakışanı yaptı, kindar olmadı, basın özgürlüğünün, demokrasinin yanında olduğunu kanıtladı, dün söylediklerinin arkasında durdu diye Kılıçdaroğlu’na hiç kızamam.
Bana göre başına geleceği bile bile yiğitçe davrandı.
“Cemaate nefretiniz sadece Ergenekon, Balyoz kumpasıyla mı ilgiliydi?” diye sorarım.
AKP,  darbe girişimini kendi lehine bir fırsata dönüştürdüğünde sustular.
Örneğin  kafası kesilen erin hesabını hiç biri, korkudan soramadı, CHP sordu.
Darbenin bir anda RTE’nin elini güçlendirmesi, yaşanan tuhaflıklar, cemaatin siyasi uzantılarının neden yakalanmadığına ilişkin sorular vb. pek şaşırtmadı da Kılıçdaroğlu’nun basın özgürlüğü bağlamındaki tavrına pek şaşırdılar, pek kızdılar.
Hala KHK hakkında aklı başında, tutarlı bir yazı yazanı ben görmedim. Bazı sözcü yazarları, iki Kılıçdaoğlu’na, bir iktidara vuran yazılar yazıyor, haklarını yemeyelim.
Örneğin Muharrem İnce hapşırsa haber yapan sözcü, Kılıçdaroğlu ve çalışmaları hakkında neden ilgisiz?
Örneğin Halk TV, neden, tam da şu sıra, CHP içindeki muhaliflere gaz veren, ateşi körükleyen bazı yazarları yeniden kadroya dâhil etti? Gizli sahibi Baykal olduğu için mi?
Örneğin, Baykal, CHP Genel Başkanını suçlamak için neden Ahmet Hakan’ı seçti?
Üstelik konuşma talebi Baykal’dan gelmiş, sorulmasını istediği soruları A. Hakan’a kendisi vermiş. Bu nasıl iştir. A. Hakan şimdilerde saray ne diyorsa onu yapıyor, biliyorsunuz.

Amaç “CHP ve yöneticileri Türkiye yansa umursamıyor.” mesajı mı vermek?
Amaç, CHP seçmenine; “CHP’ye, yöneticilerine hiç güvenme, onları birbirini yemekten seninle uğraşmaya vakti yok.” demek mi?

Ben kendi adıma, o yazar ne demiş, bu yazar ne yazmış diyerek onun bunun peşinde koşanlardan değilim.
Çok şükür kendi aklım var, okuyorum, değerlendiriyorum, düşünüyorum.
Bu yüzden kimi zaman aykırı olabiliyorum.
Aykırılığımı seviyorum. Beni özgür kılıyor, ayakta ve hep tetikte olmamı sağlıyor.
Sıradanlıktan, ezberden, başkalarının fikirlerinin peşine takılmaktan kurtarıyor beni.

Dip Not:
(1)
Yılmaz Özdil 12 Mart 2014
“Kimlerin evinin basılacağını, henüz evler basılmadan önce TRT’den yayınladılar. Tayyip Erdoğan, bunlar daha işin başı, daha neler gelecek dedi. Nereden biliyordu nelerin geleceğini? Sahte haham’ı TRT’ye çıkardılar, genelkurmay başkanlarına çeteci dedirttiler. Yandaş gazetelerin manşetlerinde idam sehpaları kurdular, haysiyet cellatlığı yaptılar, köşe yazılarında tutuklanacakların listelerini yayınladılar, Nazi Almanyası’ndaki gibi, adeta kapıları işaretlediler. En iyi hangi gazeteciler küfür ediyorsa, o gazetecileri makam uçağına aldılar. PKK itirafçılarına itibarlı adam muamelesi yaptılar”
(2)
“Bundan tam iki ay önce, 12 Nisan 2013 Cuma günü, Ulusal Kanal’da Ümit Zileli’nin sunduğu “Sesli Gazete” adlı programın canlı yayındaki konuklarından biri, Kanada’dan görüntülü olarak katılan Tuncay Güney idi. Programın diğer konukları Dr. Serhan Bolluk ve Avukat Vural Ergül idi. Dr. Serhan Bolluk, Avukat Vural Ergül ve Ümit Zileli, Kanada’dan katılan Tuncay Güney’e Ergenekon Davası ile ilgili birçok soru sordular. Sorulan tüm sorulara kendi açısından cevap veren Tuncay Güney de Dr. Serhan Bolluk’a şu soruyu sordu: “Serhan Bey, CIA’nın ‘Ümmet Çöksün’ adlı bir projesi vardır. Siz, Aydınlık olarak CIA’nın bu projesinde görev aldınız mı?” Sanırım benim gibi binlerce izleyici o anda, Dr. Serhan Bolluk’un bu soruyu şiddetle reddetmesini, Tuncay Güney’i böyle bir soru sormuş olduğu için azarlamasını bekliyordu. Ama ne oldu biliyor musunuz? Dr. Serhan Bolluk bu soruya cevap vermedi, araya başka laf karıştırıp geçiştirmeye çalıştı! Tuncay Güney, yumuşak bir yaklaşımla, sorusunu yineledi: “CIA ile ilişkiniz nedir Serhan Bey?” Dr. Serhan Bolluk yine bu can alıcı soruyu cevapsız bıraktı! Canlı yayın programı bitinceye kadar, Tuncay Güney aynı soruyu iki kez daha sordu: “Serhan Bey, siz CIA ile birlikte bir projede çalıştınız mı? Evet ya da hayır deyiniz, CIA ile ilişkiniz nedir Serhan Bey?” Uzun süre Aydınlık gazetesinin başyazarlığını yapan, İşçi Parti’sinin seçkin üyesi Dr. Serhan Bolluk, bu sorulara cevap vermedi/veremedi! Şimdi ben merak ediyorum. İki ay önce yayınlanan bu programda Tuncay Güney’in cevap alamadığı sorular İşçi Partilileri, Ulusal Kanal izleyicilerini ve Aydınlık gazetesi okurlarını hiç rahatsız etmedi mi? ABD’nin gizli istihbarat servisi CIA ile birlikte proje üretmekle suçlanan ve bu suçlama karşısında kendisini savunamayanlar, halkımıza ABD karşıtı olduklarını, Ulusalcı cephenin önderliğini yaptıklarını söylerlerse inandırıcı olabilirler mi?” Yılmaz Dikbaş 12 Haziran 2013

NOT: Yazı acele yazıldı ve gözden geçirilmedi. Gördüğünüz yazım ve noktalama yanışlarını hoş görün.


1 Aralık 2016 Perşembe

ÜRÜN ETİKETİ-ANAYASA

Bugün, her zaman alışveriş yaptığımız marketin bünyesindeki De facto mağazasından bir bluz aldım.
Etikette taksitli fiatı, peşin fiatı ayrı olduğu halde kasada taksit yapamayacaklarını söylediler.
Eşim, etiketin üzerindeki bilginin taahhüt olduğunu, taksit yoksa etiketi değiştirmeleri gerektiğini söyledi.
Kasiyer kız "Anayasa değişti amca." demez mi?
Eşim, malum emekli öğretmendir, "Anayasa mı yasa mı", sırf bu yüzden yasa mı çıkardınız, anayasayı mı değiştirdiniz? diye gürlemeye başlamıştı ki kasadaki çocukların bocalamalarını görünce fırçadan vazgeçti.
Ellerini iki yana çaresizce açarak bana döndü ve ve "Duydun mu?" dedi.
Yaş ortalamaları 20 var yok. İki kız...
Marketin taksitli satış yapmaması yüzünden mağazada da taksitli satışların iptal edildiğini söylemeye çalışıyorlar akıllarınca.
Etiketi değiştirmeyi unutmuşlar...
Anayasanın ne demek olduğunu bilmiyorlar.
...
Eve gelinceye dek bunu konuştuk. Eşimin şaşkınlığı hala geçmiş değil.
Şimdi MHP destekli anayasa değişikliğine gidiliyor ya...
Referandumda bu gençler de oy kullanacak.
Anayasanın ne olduğunu bilmeyen kızımız anayasayı değiştirecek.
Bununla kalsa iyi; başkanlık sistemini değiştirerek Cumhuriyetin canına ot tıkayacaklar...
Valla, bunlar yapacak.
Eşimi takıldım:
"Şükret hadi, bu çocuklara kanun hükmünde kararnameyi de anlatmak zorunda kalabilirdin."
Zavallı çocuklara bir acıdım ki.. Veballeri aslında bizim boynumuzda...

15 Ekim 2016 Cumartesi

“BENİM HALİM MEMLEKETİN HALİ.”

“BENİM HALİM MEMLEKETİN HALİ.”

Bor Devlet hastanesinde, son zamanlarda iki doktora gittim.
İlki göz doktoru…
Niğde Devlet Hastanesindeki sürekli doktorum Kürşat Ramazan Bey izinde… Ameliyatlarımı Kayseri’de oldum ama o takip ediyor durumumu. Sonsuz güveniyorum ona.
Bor Devlet Hastanesine gittim çaresiz.
Genç bir adam. Biraz ilgisiz biri… Oraya zorla oturtmuşlar sanki…
Ancak zordayım, muhtacım. Çare yok…
Gözümde yanma ve kaşıntı var. Bulanık da görüyorum. Sıkıntımı anlattım. Beş yıldır bir göz mücadelesi verdiğim için de dosyayı önüne koydum.
Dosyaya bakmadı bile, gerek olmadığını söyledi. Niğde’ye gönderdi beni film için.
Dedim ya, çok sıkıntı çektim. Sol gözümde yüzde seksen görme kaybı var. Sağ göze dayanarak yaşıyorum. Retina delinmesiyle başlayan beş ameliyatla devam eden bir süreç.
Apar topar Niğde’ye gittim, film çektirdim. Mesai bitmeden çok önce yetiştirdim filmi.
Bu “sureta” doktor, filme baktı ve sağ gözümde retina delinmesi olduğunu, bunun bir darbe sonucu ortaya çıktığını, kendisinin müdahale imkânı olmadığını, üniversite hastanelerinden birine gitmem gerektiğini söyledi.
Haydaaa….
Sol göz zaten görmez. O sıkıntıyı bir de sağ gözümde yaşama ihtimali ırmak oldu boşandı gözlerimden . Gözleri görmeyen bir emekli öğretmen… Okuyamayan yazamayan bir yarım insan…
Ertesi gün soluğu Kayseri Maya Göz Hastanesinde Ameliyatlarımı yapan Ali Bey’de aldım.
Beni muayene etti, filme baktı ve bombayı patlattı.
“Ablacığım, senin gözün sapasağlam. Bu filmde o sonucu nasıl gördü o meslektaş, anlayamadım. Seni bu denli büyük bir paniğe sürüklemeye hakkı yoktu. Dosyana bakmadı mı?”
Sevineyim mi öfkeleneyim mi, şaşırdım. Eşim ve dostumuz, kardeşimiz Serkan sevinç şoku yaşıyor ama benim beynim ve kalbim durdu resmen.
Doktorun adını öğrenince hiç şaşırmadı Ali Keskin. Meğer bu doktor suretini iyi tanırmış…
Ayrıntıyı vermeyelim, ayıp olur.
Bir süre sonra Niğde'de Kürşat Bey’e kontrole gittiğimde durumu anlattım . Filmi görmek istedi. Baktı ve Ali Bey’in söylediklerini tekrarladı.
Bor Devlet Hastanesindeki göz doktoru… O.U.
Sen o diplomayı al VE…
Bu yaşımda bana yaşattığın korkuyu (Masrafları saymıyorum bile…) bin misliyle yaşayasın, dilerim.
Bildiğim bütün ilenmeleri ve uygun, olumsuz sözcükleri senin için harcadım, bilesin…
***
İkincisi Nöroloji Doktoru Özge Hanım…
Çok genç, ama insanın yüzüne bakarken bile güven duygusu verebilen bir kadın.
Ellerimdeki uyuşma nedeniyle EMG randevusu vardı. Cihazın başına oturduk. Bileklerime elektrotları bağladı, gerekli uyarıları yaptı.
Bir süre sonra bir terslik olduğunu hissettim.
Her işlemi defalarca yapıyor, “Olmadı.” Diyor, elektrotların ucundaki minik keçeleri yerleştiriyor, bir daha deniyor, gene olmuyor.
Başını kaldırdı ve
“Teyzeciğim, çok özür dilerim. Bu keçeler bozuldu, idareden defalarca talep ettim ama bana kulak vermediler. ‘Elindekilerle idare et.’ dediler. Az önce hatırlattım gene. Yapacakları firmayı aramak, hepsi bu. Cihaz garanti kapsamında zaten.”
“Siz bekleyin, ben şimdi dönerim.” dedi ve çıktı.
Odasından telefon ettiğini duyuyorum, sesi titriyor. “Hastama durmadan elektrik veriyorum, ben bunaldım, utanıyorum, olmuyor, doğru sonuç alamıyorum. ”diyor.
Bu gencecik, sorumluluk duygusu nedeniyle perişan olmuş doktorun sesi yükseliyor, iyice titreyen ama haykıran bir ses tonuyla şu sözleri fırlatıyor karşısındakine:
“Ben temizlikçiyi ne yapacağım, O ne anlar EMG cihazından? Keçe, diyorum, eskidi, diyorum, iyi sonuç vermiyor, diyorum. Temizlik yaptırmayacağım ki ben.”
Ben donakaldım, duyduklarıma inanamadım.
Kızcağız yanıma geldi; “Koca hastane sorumlusu bana temizlikçi göndermeyi teklif etti teyzeciğim. Ben ne yapacağım, söyler misin lütfen?”
Göz pınarlarına hapsetmeye çalıştığı gözyaşları artık sızmaya başlamıştı. Dayanamadım, sarıldım.
Yapacak bir şey yoktu, bağlantıları söktü kolumdan, telefonumu aldı, keçeler gelince arayacağını söyledi. Başka hasta olmadığı için acele etmedim, konuştuk biraz, teselli etmeye çalıştım. Sinirleri iyice harap olmuş yavrucağın.
Anne baba öğretmen, İstanbul’da yaşayan göçmen bir ailenin kızı. Öğretmen ana baba güzel yetiştirmişler evlatlarını. Sorumluluk sahibi, idealist, cesur… Daha ne olsun.
İki gün sonra beni aradı. İdareden bir şey çıkmayınca kendisi İstanbul’da tanıdığı insanlara telefon etmiş, parası cepten elbette. Keçeler gelince beni arayacak. Telefonda özür dilemeye devam ediyor.
İnsanın sahip olmak isteyeceği bir evlat…
Bu ülkenin ihtiyacı olan ama asla değerini bilmediği bir doktor.
Sevgili Doktor Özge Altıntaş…
Bahtın ve yolun açık olsun. Sen hastanı başından savmadın, korkutmadın, ihmal etmedin.
Sen bu ülkeye ve bu ilçeye birkaç beden büyüksün.
Acı çekeceksin, sürekli mücadele içinde olacaksın.
Seni anlamayacaklar, anlamak istemeyecekler. Kendilerini, kim olduklarını görmekten korkarlar çünkü.
Acısını senden çıkaracaklar.
Kendi zavallılıklarının fark edilmesinden korkacaklar.
Kurulmuş düzenlerini, rahatlarını bozuyorsun çünkü.
EMG cihazının elektrotlarındaki keçeyi, temizlikçinin paspasıyla karıştıran beyinleriyle, yakalarında doktor rozeti ya da idareci kartıyla mutlu mesut yaşayıp gideceklerdi.
Bu yüzden sana kolay gelsin sevgili çocuğum. İşin hiç de kolay değil.
***
İki doktor portresi çizdim size.
İlk örneği gördüğünüzde hepsini onun gibi sanmayın.

İkincisini gördüğünüzde de bütün doktorların öyle olduğunu sanıp çürük yumurtaları ayıklamayı unutmayın. 

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Adı Ahmet

Bu sabah, hiç tanımadığım bir erkek, elinde küçücük bir sarı çiçek, usulca yaklaşıp "Merhaba" dedi.
Aynıyle vâki...
Sevgili Kardeşim İsmet'i bekliyordum kapının önünde.
Hiç tanımadığım bir erkek, elinde küçücük bir sarı çiçek, usulca yaklaşıp "Merhaba" dedi.
Dört yaşlarındaydı.
Annesiyle, karşıdaki marketten alışveriş yapmışlar dönüyorlardı.
Öyle güzel, öyle ciddi, elindeki ekmek torbasını sallayarak yürürken, eğildi, yolun kenarından bir çiçek kopardı. Bahçeden yola firar eden bir sarı çiçek...
Bana yaklaştı. Ben şaşkın. Ben sevinç içinde...
"Teyzeciğim, merhaba, bu çiçeği size vermek istiyorum."
Annesinin yüzünde alışkın bir gülümseme...
Aldım ve dilim döndüğünce teşekkür ettim.
Yanıma oturmak için izin istediler. On dakika kadar sohbet ettik.
Adı Ahmet...
Ahmet gitmek istemedi, annesi ısrar edince kalktı. Boynuma sımsıkı doladı kollarını, bir an geri çekildi. "Gözlüğünüzü kıracaktım az daha"dedi.
Gözlüğümü arkama attım, ben de açtım kollarımı.
Sımsıkı sarıldık.
Annesine (Atanamamış bir öğretmendi) tekrar görüşmek istediğimi söyledim.
Ahmet iyice uzaklaşıncaya kadar el salladı.
İçim hala sıcacık.

3 Ağustos 2016 Çarşamba

AŞK DAİMA AŞK

AŞK DAİMA AŞK

 Annabel Lee

Senelerce senelerce evveldi

Bir deniz ülkesinde

Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz

İsmi; Annabel Lee

Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten

Sevmekten başka beni

O çocuk ben çocuk, memleketimiz

O deniz ülkesiydi

Sevdalı değil karasevdalıydık

Ben ve Annabel Lee

Göklerde uçan melekler

Kıskanırlardı bizi

Bir gün işte bu yüzden göze geldi

O deniz ülkesinde

Üşüdü bir rüzgârından bulutun

Güzelim Annabel Lee

Götürdüler el üstünde

Koyup gittiler beni

Mezarı oradadır şimdi

O deniz ülkesinde

Biz daha bahtiyardık meleklerden

Onlar kıskanırdı bizi

Evet! Bu yüzden 'Şahidimdir herkes ve deniz ülkesi'

Bir gece rüzgârından bulutun

Üşüdü gitti Annabel Lee

Sevdadan yana kim olursa olsun

Yaşca başça ileri

Geçemezlerdi bizi

Ne yedi kat göklerdeki melekler

Ne deniz dibi cinleri

Hiçbiri ayıramaz beni senden

Güzelim Annabel Lee

Ay gelir ışır, hayalin erişir

Güzelim Annabel Lee

Orda gecelerim uzanır beklerim

Sevgilim sevgilim hayatım gelinim

O azgın sahildeki

Yattığın yerde seni...

 

Edgar Allan Poe

Çev. Melih Cevdet Anday

 

AŞK DAİMA AŞK

 

Ben yaşlarda olup da gençliğinde, kanın deli deli coştuğu o romantik dönemlerde, bu şiiri okuduğunda veya duyduğunda gözleri dolmayan ergen var mıdır?

 

İyi şiir okuduğumu düşünen öğretmenlerim beni ta ilkokuldan başlayıp hayli şımartmışlardı.

Lise yıllarımdaydı. Sınıfın tek kız öğrencisiydim. İlk teyzemden duyduğum bu şiiri çok severek ve duygulanarak okurdum. Sınıf arkadaşlarımın, beni gözleri dolu dolu dinlediklerini anımsıyorum. Eh, sınıfın kalanının erkek olduğu düşünülürse, ben, şımarmak için yakaladığım bu fırsatı nazlanmadan değerlendirirdim.

O aşk gözümüzde büyüdükçe büyür, ne yüce, ne ulaşılmaz hallere girerdi, bilseniz.

Deli deli 0akan kanımızı, kafamızda esen deli rüzgârları yönlendirecek şiirler yoktu, yasaktı.

Nazım’ı birkaç şiiriyle bilir, gizli gizli okurduk. Onun dışında emek eksenli, sınıf eksenli toplumcu şiirler okunabilemezdi(!...)

Aşk şiirleri vardı.

İçerden ve dışardan aşk şairlerini ve şiirlerini iyi bilirdik. Atilla İlhan’ın aşk şiirleri, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın aşk şiirleri… Diğerleri…

Aşk vardı sadece…

Yunus Emre’nin ilahi aşkı bizde sadece aşktı.

“Aşk imiş her ne var âlemde

İlim bir kıyl ü kâl imiş ancak.” diyen Fuzuli de öyle…

***

Sonra edebiyat öğretmenim günün birinde Pol ve Virjini’yi tutuşturdu elime. Romeo ve Jüliet ne ki…

Bir güzel, bir büyük aşk…

Ben aşkı o denli narin ve kırılgan bir duygu olarak anlatan başka bir kitap okumadım sanırım.

Şimdi yeniden okusam…

Yooo… Öylece kalsın. Bazı duyguları yitirmemek gerek.

***

Gene o yıllarda, (Sanırım onu okul kütüphanesinden almıştım.) Anjelik serisi geldi. Yazarını unutmuşum. Baba Alexsandre Dumas’nın mı, oğul Alexsandre Dumas’nın mı yapıtıydı diye düşünerek araştırınca bir karı kocanın, Anne ve Serge Golon’un yazdığını öğrendim.

Güzel ve romantik maceralar, tarih fonunda egzotik, gizemli, bir o kadar kırılgan ve sadık bir aşk…

***

Adaşımın aşkını biraz marazi bulurdum. Kâmran’a çok kızardım. Feride'nin gizini ele veren doktora da… İhanet ödüllendirilmiş gibidir orada. Ama devir başka bir devirdi. Bir romanda da olsa bir kadının aşk acısını unutmak için kendini Anadolu köylerine vurması kolay değildi. (Anadolu dediysem, Marmara Bölgesi, İstanbul dışı yani.) Nereden baksan bir devrim…

***

Başka aşklar okudum sonraları…

En muhteşem aşk Memet ve Hatçe’nin aşkıdır bana göre. Memet’in Hatçe’yi sevdiği gibi sevilmeyi kim istemez?

Bazı insanlar aşk için doğmuş gibidir. Nazım böyledir. Aşk adamıdır o. Bütün aşkları gerçektir, sağlamdır, büyüktür. Riya yoktur hiçbirinde…

 

Ama Makber şairinin aşkında bir riya varmış gibi gelir bana.

Makber şiiri, şairin en özensiz şiirlerindendir. Güzelliği de oradan kaynaklanır bence. Ama gene de bir sahtecilik hissederim. Belki bana öyle geliyordur…

Nedeni “Mezardan kalk, hayatımın günlerini birlikte tamamlayalım. Sen öldün, ben de yaşamam” falan derken hemencecik ve yeniden âşık olması mıdır?

****

Türkülerimizde çok büyük, sıcacık aşklar vardır. Acı dolu, yakıcı, kavruk aşklar.

“Sevdaluk eyi şeydir, ben daa yeni başladım.” diyen ozanın aşkı acemicedir ama içinizi ısıtır, aşka yeni başlayan o genci yüreğinizde korumaya alırsınız hemen.

“Güzelliğin on par' etmez bu bendeki aşk olmasa.” diyen âşık, aşkın evrenin her bir zerresinin aşkla var olduğunu, evrenin aşkla güzelleştiğini anlatır.

“Lambada titreyen alevin üşümesine” neden olan aşk nasıl bir dermansız aşktır, söyler misiniz?

Var mıdır Karacaoğlan üstüne büyük aşklar, ayrılıklar, acılar yaşamış başka bir kişi?

İşte bir şiirin, Annabel Lee Şiirinin bendeki çağrışımları bu…

Sanırım genç arkadaşlar da bu şiiri sevecekler…

Çünkü bütün evren alt üst olsa da aşk ölümsüzdür.

Yer ve gök çarpışıp arada kalan ne varsa ezip un ufak etmediyse; aşk, ayaklarını toprağa, başını göğe yasladığı içindir.

Aşk ola...

23 Ocak 2016 Cumartesi

FIRINDA KAŞARLI PATATES KÖFTESİ

Evde çimlenmeye yüz tutmuş patatesleri bir an önce tüketmek gerekti.
Ne yapmalı diye düşünürken, aklıma böyle bir şey yapmak geldi. Bütünüyle doğaçlama ve uydurma. Sonuç sevindirici oldu. Çünkü eşim severek yedi.
O anda kullandığım ölçüler, üç kişilik köfte çıkardı.  Unutmamak için yaptıklarımı not aldım.
İşte paylaşıyorum.

FERİDE’NİN FIRINDA KAŞARLI PATATES KÖFTESİ

Üç Kişilik

1-      Üç adet ortadan irice patates

2-      İki yemek kaşığı süzme yoğurt

3-      İki dolu yemek kaşığı un

4-      Yarım demet maydanoz

5-      Bir çay kaşığı fesleğen

6-      Yarım çay kaşığı karabiber

7-      Yeterince tuz

8-      Altı irice dilim kaşar peyniri

Yapılışı:

Büyükçe bir kâse alınız. İçine;

Patatesleri soyup yıkayınız ve çok küçük doğrayınız. (Cacık için doğranmış salatalık gibi küçücük)

Maydanozu incecik kıyınız.

Unu, fesleğeni, yoğurdu, karabiberi ve tuzu ekleyip iyice karıştırınız.

Borcam tepsinin içini zeytinyağı ile yağlayınız. (yağı azıcık fazla koymak iyi olur.)

Hazırladığınız malzemeyi altı eşit parçaya bölerek her bir parçayı elinizde hafifçe yuvarlayıp üstünü yine hafifçe bastırarak az düzleştiriniz, tepsiye diziniz.

Önceden 200 derecede ısıtılmış fırına koyunuz. 45-50 dakika pişiriniz.

Kenarları, üzeri ve altı iyice kızardığında kaşar dilimlerini üzerlerini kapatacak şekilde yerleştirip, birkaç dakika daha pişirdikten sonra fırını söndürünüz ve beş dakika daha fırında bekletiniz.

Servise hazır. Afiyet olsun.

(Baharatlar dâhil malzemeleri azaltıp çoğaltabilirsiniz.)

7 Ocak 2016 Perşembe

MEKTUPLAR VARDI ESKİDEN


MEKTUPLARLA SOLUKLANIRDIK.

 




Bir zamanlar (oldukça eski zamanlardı) yaşamımızda “mektup” dediğimiz bir araç vardı.

Alanı da yazanı da çoğu zaman sonsuz mutluluklara gark eden bir iletişim aracı. Her zaman mutlu etmezdi elbette… Ayrılıklar, ölümler, hastalıklar, kavgalar, kazalar da hep bu yolla gelirdi bize.

Ama mutluluk, sevinç hanesi ağır basardı.

Ne aşklar, ne yürek çırpıntıları, daha ilk sözcüklerde kalbin duruvermesine neden olan ilk gençlik sevdaları…

Evladını askere, okumaya, çalışmaya, yuva kurmaya gönderen ana babaların, bir dirhem korku, çokça endişe ve tümüyle sevgi dolu satırları…

Kardeşlerin herkesten saklayıp da birbirlerine açtıkları yürekleri…

Okuma – yazma bilmeyen ninenin köy öğretmenine, kendi sözcükleri ve üslubuyla dikte ettirdiği özlemi…

Okuma - yazmayı askerde öğrenen Mehmet’in “Evvela selam eder…”düzenindeki sevinç, özlem, buram buram içtenlik kokan mektupları…

Okullarda bir mektubun nasıl yazılacağı konusunda saatler süren bilgiler verilir, kurallar anlatılırdı.

Ama kimse uymazdı bu kurallara, uyamazdı. Çünkü mektup akılla değil, yürekle yazılırdı. Gönlümüzden kopup gelen duyguların da sınırı, kaydı şartı olmazdı. Sevgi kalıba girmez ki…

 
Uzun, çok uzun yıllar önce, kardeşim Ferda, bana bir mektup yazmıştı.

Ben Samsun’da öğrenciydim. Yıl kaçtı, bilmiyorum. Ferda öğretmen okulunda, kuzenim Dursun da tam o sıralarda evlendiğine göre 1972 ya da 1973 yılı olmalı.

Mektubun fotoğrafını da paylaşacağım.

Tam beş metre uzunluğunda bir yazı.

Bütün içtenliği ile neler yazmamış ki canım kardeşim…

Gurbetteki sevgili ablasına, sılanın kokusunu gönderebilmek için iki mektup arasında yaşananların tamamını anlatmış. Fıkralar, şiirler, sevdiği artistlerin fotoğrafları cabası.

Kuzenimizin evlenmesi, düğün nedeniyle alınan ciciler, kendi öğretmenleriyle ilgili tatlı dedikodular, zayıf olan derslerini nasıl kurtardığı, kardeşimiz Kemal’in iyileşen yaraları, Çiğdem’in ne denli tatlı bir çocuk olduğu…

Bütün dünyası…

Bütün duyguları, sevinçleri, heyecanları…

Üstelik, hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan… Ama asla sıkmadan… Açık, tertemiz bir dil ve anlatım.

Canım kardeşim benim.

Ne güzelmiş mektuplarımız…

Ne olağanüstü bir dil eğitimi imiş mektup yazmak…

Ne denli eşsiz bir paylaşmaymış…

Seni çok seviyorum, demekmiş.

Sana çok değer veriyorum, sana saygı duyuyorum, demekmiş.
 

Şimdilerde teknoloji kullanılarak gönderilen “nbr, mrb, tşk, kib” tarzı ifadelerin neresinde sevgiyi, şefkati, saygıyı, dostluğu bulabilirsiniz?

 
Korkarım, mektuplarla birlikte inceliğimizi, duyarlılığımızı, şafkatimizi de yitirdik.

Acı, çok acı…

 

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...