26 Ekim 2014 Pazar

İĞNEYİ KENDİNE BATIRMAK

Bugün bir arkadaşım anlattı. Çok öfkeli ve şaşkındı.

Kızı 4. sınıfa gidiyor. Öğretmenin verdiği Türkçe dersinden bir ödevle ilgili annesine soru soruyor. Anne, yardımcı olmak için defterini istiyor yavrusunun. Çocuk defteri veriyor annesine... Anne ne görse beğenirsiniz...

Defter boş... Bomboş, tek bir sözcük bir yana, çizik bile yok defterde.

 Kızının bir hatası olabileceğini düşündüğü için, kızının bir arkadaşının annesini arıyor, Türkçe defterini kontrol etmesini istiyor. Aldığı yanıt aynı. Defter boş, bomboş. Öğretmen olduğum için bana dert yandı. Benim şaşkınlığım da ondan geri kalmazdı.

 Meğer öğretmen fotokopi veriyor ve onlardan çalışmalarını istiyormuş çocukların.

 Türkçe dersini fotokopi üzerinden veren bir öğretmen. Oysa Türkçe dersi sürekli yazmayı gerektiren bir derstir. En iyi öğrenme yollarından biri yazarak öğrenmedir.

 Hiç mi sözcük çalışması yapmadı, bu sözcükleri cümle içinde hiç mi kullandırmadı, metni anlamasını sağlamak için hiç mi soru yöneltmedi, hiç mi bir anı, bir öykü yazdırmadı, bir kitap özeti çıkarttırmadı, hiç mi dil çalışmaları yaptırmadı?

 Senin önemsemediğin, fotokopiye indirgediğin ders Türkçe dersi sayın öğretmen...

Çocuğun etkili ve güzel yazmayı - konuşmayı öğrenmesi gereken ders.

Çocuğun yazıyla veya konuşma yoluyla kendini ifade edebilme becerisi kazanması gereken bir ders. 

 Türkçe dersinin bu anlamdaki başarısı diğer derslerdeki başarının anahtarıdır.

Okuduğunu anlamayan, ifade yeteneği gelişmemiş bir çocuğun matematik dersinden başarılı olması beklenemez.

Hayatta başarılı olması neredeyse olanaksızdır.

 İtiraf ederim ki veliye şikâyetçi olmasını öğütledim.

Böyle bir öğretmen aldığı üç kuruş bile olsa o parayı hak etmiyor.

 Fotokopi öğretmeni...

 Ver çocuğun eline fotokopiyi, kendi okusun ya da okumasın, ne gam!.. Sen görevini yapmış oldun, öyle mi?

 O çocuğun sağlam bir anadil eğitimi alması o defterlerin yılsonuna kadar en az iki kez dolmasıyla orantılıdır.

"Defterin dolması" derken, emekten, yazmaktan, anlatmaktan söz ediyorum sayın öğretmen...

 Emekli bir Türk dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak, seni şiddetle kınıyorum kolaycı, beleşçi öğretmen.

19 Ekim 2014 Pazar

DELEGELİK: KURT KAPANI

DELEGELİK: KURT KAPANI
Öyle görülüyor ki siyasi partilerdeki delegelik sistemi defolu bir sistem oldu.
Demokrasiyi içine sindiremeyenlerin,
Parti içinde demokrasiye tahammülü olmayanların,
Parti içinde diktacılık oynayanların,
Siyasi entrikalarını ilelebet sürdürmek isteyenlerin  sistemi…
Delegelik sistemi demokrasiye arkadan dolanmak isteyenler için gerekli…
Delegelik sistemi parti üyeleriyle uğraşmak istemeyen kolaycılar için gerekli…
Üyelerin açacağı beklenmedik sorunlara karşı kendini koruma altına almak isteyen yöneticiler için gerekli…
Düşünün… Mahalle bazında delege seçiliyor. Hiç kimse “Ben adayım.” diye ortaya çıkmıyor. Birilerine “Sen bizim adayımızsın.” denmiş ve mahalle üyelerinden oy isteniyor. Bu durumun istisnaları yok mu? Elbette var. Ama istisnalar kuralı bozmuyor işte.
O delegeyi belirleyen tek ölçü, onun kullanılabilirliği…
Acı ama gerçek…
Niğde’de, örnek veriyorum, üye sayısı 3000… Bu üç bin kişinin aklına güvenmezmiş gibi “Hadi, seni temsil edecek kişileri belirle.” deniyor.
Partisinin il başkanını seçmek için üyeye fırsat verilmiyor, her nedense üç bin üye adına karar yetkisine sahip 160 kişi söz sahibi oluyor.
İl başkanı mı seçilecek, belediye başkan adayı mı belirlenecek, milletvekilliği adayları mı belirlenecek gelsin delegeler, delege sultası.
Yaşanan süreçlerin hiçbir anında, hiçbir gelişmede üye yok.
Beni yönetecek il başkanını üye olarak ben seçmeliyim.
Beni yönetecek belediye başkan adayını üye olarak ben seçmeliyim.
Beni temsil edecek milletvekili adayını üye olarak ben seçmeliyim.
Kerameti kendinden menkul, benim hoşuma gitmeyecek her türlü hatayı yapma potansiyeline sahip biri benim adıma partide söz sahibi olacak. Bırakın kendi hatamı ben yaparım.
 
Bir de doğal delegelik var ki, evlere şenlik.
İl, ilçe başkan ve yöneticileri doğal delege.
Belediye meclis üyeleri falan doğal delege.
Neden? Kimse güya nedenini bilmiyor.
Ama işlerine bir geliyor ki… Tadından yenmez.
DELEGELİK SİSTEMİ SİYASİ PARTİLER İÇİN BİR KURT KAPANIDIR.
DEMOKRASİYİ İÇİNE SİNDİREMEYENLERİN,
DEMOKRASİYE ARKADAN DOLANANLARIN
YA DA
 DEMOKRASİYE EL ENSE ÇEKMEK İSTEYENLERİN SİSTEMİDİR.
O KADAR.

İBRETLİK BİR ÖYKÜ


İBRETLİK BİR ÖYKÜ

Bugün, Niğde CHP İl Başkanlığı seçimi yapıldı.

Seçim başa baş sonuçlandı. O yüzden bana göre, kazanan ya da kaybeden olmadı. (Oy kullanmayı beceremeyen iki delegenin oyu sayılsaydı 79-79 gibi bir sonuç çıkacaktı.)

Bu delege sisteminin CHP’nin başına bela olduğunu ne zaman anlayacaklar acaba?

Bütün bunlar bir yana, oldukça sakin ve barış havasında bir seçim oldu. Artık sandalyeler uçmuyor havada. Bunu da gençler başardı diye düşünüyorum. Sonuçlar açıklandıktan sonra iki aday konukları selamlamak için birlikte çıktılar sahneye. Sarmaş dolaş, saniyelerce sarılarak kutladılar birbirlerini. El ele indiler sahneden.
Bayıldım bu görüntüye.
Hayırlı olsun.

****

Yazının başlığı şimdi anlatacağım olayla ilgili.

Milli Eğitim Müdürü Celalettin Ekinci zamanında yaşanmış. (Hani şu okulların veli toplantılarını camilerde yaptıran zat.)

Ben bugün duydum. Olayın kahramanı anlattı. Nutkum tutuldu, duyduklarıma inanamadım.

Niğde’de 455 okul müdürü Sungur Bey Kolejinde yapılacak bir toplantıya çağrılır. Toplantı resmî bir toplantıdır. Sadece yer olarak özel bir okul seçilmiş. (Toplantı için koca ilde yer yokmuş gibi.)

Arkadaşımız salonun kapısına yöneldiğinde kapıda görevli iki öğrenci ve iki görevli öğretmen “Ayakkabılarınızı çıkarın. Bize böyle bir talimat verildi. İçeri ayakkabıyla giremezsiniz.” diyerek içeri girmesine engel olurlar. Arkadaşımız bakar ki; Milli Eğitim Müdürü ve yardımcılarına terlik veriliyor; bütün müdürler, “analarından, üstü başı çamur olarak eve girdikleri için azar işiten çocuklar” gibi ayakkabılarını çıkartmış, çoraplarıyla içeri girmekteler. Hepsi, ama hepsi… Anlı şanlı Atatürkçü, demokrat, solcu, sosyalist geçinenler de dâhil… (Önce tek tek isim yazsam diye düşündüm ama sonra vazgeçtim. Utandırmak yersiz, hele bir de bu kadar süre geçmişken.) Tıpış tıpış ayakkabı çıkarmışlar.

Bizimki çıkarmam diye direnince ayağına terlik getirmişler ama benim direnişçi yiğit arkadaşım reddetmiş.

Daha sonra, her örgütlü insan gibi, kendilerine reva görülen bu muameleyi üyesi olduğu sendikaya bildirmek istemiş, telefon etmiş. Durumu anlatmış önce, “Gelin gözlerinizle görün bu rezaleti” demiş. Sendika temsilcilik başkanı ne dese beğenirsiniz?

“Sende çıkar, gir.”

Bir şok da buradan…

Bir zamanlar; zalime, zulme, sömürüye karşı çatır çatır eylem yapan, üyelerinin hakkını çiğnetmemek adına yöneticilerinin kendilerini ortaya koydukları sendikanın başkanının verdiği yanıt:

“Sende çıkar ayakkabını, gir.”

 Bizim kelle koltukta çalıştığımız sendika.

“Vay başıma, vaylar başıma, nerelere gidem, kimlere anlatam.” türünden bir kafa karışıklığı yani.

Eskiden olsa, o sendika tam kadro o salonu basar, kimsenin ayakkabısını çıkartmasına izin vermezdi.

Bizim arkadaşımız zeki… Hemen fotoğraf çekmiş. Çekmiş çekmesine de…

O şanlı Atatürkçü dostlarımızdan biri, “O görüntüyü benim haberim olmadan çektin. Sil. Silmezsen savcılığa şikâyet edeceğim. Sana ne benim ayağımı çıkarmamdan. Ben inançlı biriyim. Camiye de giderim, namazımı da kılarım. Adamların kendi kuralları var, ben ona uyarım.” vesaire dememiş mi…

Sanırsın ki, vatandaş camiye girerken ayakkabı çıkarmadı.

Sanırsın ki o toplantı bir cemaatin dini toplantısı. İçerde zikir çekilecek.

Sanırsın ki Türkiye Cumhuriyetinin Milli Eğitim Bakanlığına bağlı 455 okul müdürü bir cemaate kabul etme törenine katılmak için oradalar.

Gezi direnişi sırasında zamanın başbakanı “Ayakkabılarıyla camiye girdiler.” diye şikâyet etmişti ya, aklıma o süreç geldi.

Uygar bir dünyada, Avrupa Birliğine girmek için bir yerlerimizi yırtarken, Laik Türkiye Cumhuriyetinde (!) olana bakın.

Üstelik bunlar, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortak adaya nasıl kulp takmışlardı, hatırlayın. İçlerinden biriyle, bizzat tartıştığım için bu olayda, bu kadar keskin tepki veriyorum ben.

Nasıl bir ikbal beklentisi böyle bir küçülmeyi, aşağılanmayı göze aldırır insana? Bilemiyorum.

İronik olan da o arkadaşlarımızın daha sonra müdürlük görevinden alınmaları. Tepki çığlıkları semalardan daha silinmedi.

Bizim isyankâr ve ilkeli arkadaşımız ise bu olay sonrası soluğu Gaziantep’te almıştı. Dava açtı, yorucu bir hak arama mücadelesi verdi ve geri döndü.

“Geçmiş olsun.” Ne diyelim başka. Burası Türkiye… Olur böyle şeyler.

Not: Arkadaşımın anlattıklarını sözcük sözcük değil, eski deyişle mealen ve kısaltarak yazdım. Ama zerre kadar abartmadım.

13 Ekim 2014 Pazartesi

KİTAP KIYIMI - 3

İSKENDERİYE KÜTÜPHANESİ-  KÜTÜPHANE KIYIMLARI 3

En önemli ve korkunç kıyım M.Ö. 3. Yüzyılda Mısır’ın İskenderiye kentinde kurulmuş olan İskenderiye Kütüphanesine yapıldı.

Sanat ve bilim dünyasının en önemli eserlerinin toplandığı bu bina o çağlarda dünyanın en büyük uygarlık merkezi olarak kabul ediliyordu.

Bir kütüphane ve bir müze olan bu dev yapıda, o devirde bilinen bütün ülkelerdeki hayvan ve bitkilerin bir örneği vardı. Ayrıca botanik bahçesi ve bir rasathane bulunuyordu. Otopsi yoluyla insan vücudunun incelenmesi için bir anatomi salonu açılmıştı. Bu bilim sitesinde fizik, kimya, tıp, astronomi, matematik, felsefe, edebiyat ve fizyoloji bilgileri için evler yapılmıştı.

“İskenderiye Kütüphanesi 900.000 el yazmasıyla Antikçağın en büyük dermesine sahip bir kütüphanesiydi. Kütüphanede büyük bir çalışan kadrosu da görev yapıyordu. Eserlerin papirüslere yazılarak rulo şeklinde saklandığı belirtilmektedir. Kral tarafından desteklenen bu kütüphane yayınevi işlevini de görüyordu. Bu kütüphane büyük bilim insanlarına da ev sahipliği yapmıştır. Matematik bilgini Öklides, mekanik bilimci Arkhimedes, tıp bilimci Herofilos, gök bilimci Eratosthenes, Batlamyus gibi isimler bu kütüphanede çalışmışlardır.

Müzenin en önemli bölümü kütüphanesiydi. Kütüphanenin müdürü, bulabileceği her yazılı eseri alma yetkisine sahipti. Mısır’a giren her kitabın buraya götürülmesi mecburiyeti vardı. Kitabın burada bir nüshası çıkarılıp sahibine verilir, kitabın aslı ise kütüphanede kalırdı. Bir taraftan da yurt dışına gönderilen memurlar, başka ülkelerde buldukları kitapları satın alıp, getirirlerdi. Böylece, o zamana kadar birçok bilime ait dağınık halde ve kaybolmaya mahkûm durumda olan eserler emin bir yerde toplanmış oldu.”

Yaygın kanıya göre, çıkan çeşitli fanatik görüşler nedeniyle, antik Pagan tapınakları ve yapıların imhası sırasında Hıristiyanlar tarafından yakılmıştır. Bizans İmparatoru I. Theodosius’un  M.S. 391 yılında, Hristiyanlık inancına aykırı bulduğu için “Yakın” emri verdiği söylenir. Kütüphaneden kalan tüm eserlerin şehrin hamamlarında yaktırıldığı söylenmektedir.

Bir başka iddia da Hz. Ömer'in talimatıyla yakıldığıdır. Ancak bu iddia zayıf bir iddia olarak görülmektedir.

Yani, bu katliam, din yobazlarının ve dini bir afyon olarak kullananların en önemli icraatlarından biridir.

Ortadan kaldırılan sadece yüzbinlerce kitap ve insanlığın binlerce yıllık bilgi birikimi değildi. Adı bu bilim yuvasıyla özdeşleşmiş olan birçok düşünce insanı ya katledildi ya hapse atıldı ya da kaçmak zorunda kaldı.

Bunların en önemlilerinden biri, ilk kadın filozof ve ünlü matematikçi Hypatia idi.

Hypatia, İsa’dan sonra 400'lü yıllarda İskenderiye’de yaşamıştı. Döneminde ilerici ve kiliseye aykırı düşünceleri ile tanınan bir yeni Platoncu’ydu.

Bu kişiliğinden ötürü İskenderiye Kütüphanesi'nin yakılışında da ön saflarda rol almış olan Hıristiyan keşişler tarafından, 415 yılında çok vahşi bir şekilde öldürüldü. Bu nedenle o tarihten bu yana, İskenderiye Kütüphanesi ile Hypatia'nın adı hep birlikte anılıyor.


KİTAP KIYIMI 2


KÜTÜPHANE KIYIMLARI 2

1-      M.Ö. 330 Persepolis Kütüphanesi’nin yakılması: Makedonya İmparatoru Büyük İskender ( ki kendisi bilime çok önem veren bir lider olarak bilinir) Persepolis Kütüphanesi’ni yakmıştır. Zerdüştlüğün oniki bin manda derisine altın harflerle yazılmış olan Avesta adlı kutsal kitabı da buna dâhildi. Kaynakların belirttiğine göre, kütüphaneyle birlikte yalnızca 2 milyon dizelik Pers tarihi değil, yüz binlerce kitap da yandı. Derler ki İskender Büyük Pers İmparatorluğunun geçmişiyle bağlarını kopararak yok etmeyi amaçlamıştır.

2-      M.Ö. 212 ‘de Çin’in mitolojik beş kraldan biri olan Chin Shin Huang Çin’le ilgili bütün kitapların ve edebi eserlerin yakılmasını emretmiştir. Büyük kraliyet kütüphanesi de dâhil bütün kütüphaneler yok edilmiş ancak bazı metinler mağaralarda ve manastırlarda saklanmışlardır. 100 yıl sonra Wang Tao-Shih isimli Taocu bir rahip, bazı mağarada yer alan bu kütüphaneleri bulmuştur.

3-      M.S. 490 İskenderiye Kütüphanesi’nin yakılması: Bu konuda çeşitli iddialar vardır. Biri şudur: Amr İbn-ül As, Mısır’ı fethettiği zaman, Halife Ömer’e bir mektup yazdı. Mektubunda, “Burada çok sayıda kütüphane ve içinde binlerce kitap var. Bunları yakayım mı yoksa bırakayım mı?” diye sordu. Hazreti Ömer de şöyle yanıtladı: “Kitapları incele… Eğer yararsız şeylerse, yak. Yok, eğer yararlı şeylerse, yine yak. Çünkü halk, o kitapları okudukça, onlara uymaktan vazgeçmeyecekler, eskiyi unutmayacaklar ve bize, yani yeniye-yeniliğe sürekli düşman olacaklardır!”

İkinci iddia ise bağnaz Romalı ve- veya- Bizanslı Rahiplerin yakmış olmasıdır.

4-      M.S. 700 yüzyılda Katolik el yazmalarının yakılması: Cahil ve mutaassıp papazlar ilk Katoliklerden kalma 10.000 ruloluk el yazmasını yakmışlardır.

5-      M.S. 783, Bizans kitaplıklarının yakılması: İsoryalı Leon Bizans kitaplığında ki 300.000 kitabı yakmıştır.

6-      M.S. 789, Torur, Nantes ve Toledo kitaplıklarının yakılması: Charlemagne, içinde binlerce kitap bulunan bu kütüphaneleri ateşe vermiştir.

7-      M.S. 1300 yıllarında Haçlıların İstanbul’da yaktığı kitaplar: İstanbul’a ele geçiren Haçlılar, İstanbul’u yağmalarken kitaplıkları da ateşe vermişlerdir.

8-      M.S. 13 yüzyılda Cengiz Han’ın yaktığı kitaplar: Moğol İmparatoru Cengiz Han ele geçirdiği kentlerin ilk önce kütüphanelerini yaktırmıştır. 1260’da acımadan yaktırdığı Bağdat Kütüphanesi ’de bunlar arasındaydı.

9-      M.S. 13 yüzyılda Moğol Hülagü’nün Bağdat’ta ki Bâtıni Kütüphanesi’ni yakması: Hülagü, önce Alamut Kalesi’ndeki Bâtıni Kitaplığı’nı daha sonra da Bağdat’ta ki elyazmalarını yaktırmıştır.

10-   M.S. 14 yüzyılda Ortaçağ Avrupası’nda Katolik Kilisesi’nin yaktığı kitaplar: skolastik düşüncenin kıskacında ki Ortaçağ Avrupası’nda, Katolik Kilisesi’nin doğmalarına aykırı bilgilerin yer aldığı binlerce kitap, bu kitapları yazanlarla birlikte yakılarak yok edilmiştir.

11-   M.S. 15 yüzyılda İspanyol Engizisyonunun yaktığı Endülüs kitapları: İspanyol Engizitörleri, çok değerli Arap Endülüs kitaplıklarını yakmışlardır.

12-   M.S. 16 yüzyılda İspanyolların Maya ve İnka elyazmalarını yakması: Amerika’nın keşfinden sonra gözü dönmüş İspanyol istilacıları ve bağnaz papazları (Diaga de Landa) gibi çok sayıda Maya ve İnka elyazmalarını yakmışlardır.

13-   1933 yılının Ocak ayında Nazilerin iktidara gelmesinden sonra ülkede iktidara muhalif yazarların, aydınların kitapları kütüphanelerden, kitabevlerinden ve evlerden toplatılarak 10 Mayıs 1933 günü başlayarak yüz bine yakın kitap kamyonlarla yüklenerek meydanlarda lise öğrencilerine yaktırıldı. Kitapların yakıldığı ilk gün Berlin opera meydanında 70 bin kişi kitaplar alev alırken alkışlarla (!) izledi. (Onları gelecekte, çoğu fırınlarda yakılan 6 milyon Yahudi’nin ve sakatından eşcinseline daha nice insanın vebali altında bırakacak olan da aynı coşkuydu.)

14-   Berlin Kütüphanesi ( MS. 1945): Rusların eline geçmesin diye Naziler tarafından yakılmıştır.

15-   Bağdat Kütüphane Ve Tarih Müzesi (9 Nisan 2003): binlerce yıllık 17 bin tarihî eser ve yüzbinlerce el yazması kitap, önce Amerikalı tarihî eser kaçakçıları, sonra da Bağdatlılar tarafından yağma ve talan edildikten sonra yakılmıştır.

16-   Türkiye’de de kitap yakma örnekleri 1940'lı yıllara dayansa da genellikle “Askeri darbelerle” birlikte gelen bir gelenek oldu. Kitabı her zaman devlet yok etmedi. Bazen insanlar korktukları için, başları derde girmesin diye kitaplarını yakmak zorunda kaldı. Bizzat benim 200 civarındaki kitabım 12 Eylül kurbanı oldu.

Dünün Başbakanı R.T. Erdoğan “Yani öyle kitaplar vardır ki bombadan daha tesirlidir” diye konuşmuştu. Bu sözleri sarf etme nedeni olan Yazar Ahmet Şık 375 gün cezaevinde kaldı.

Ve ilgi çekici birkaç tane daha… (Onlarcası içinden seçtim.)

·         Paflagonya’da (bugün Kastamonu, Sinop ve Çankırı’nın bulunduğu bölge) 160 yılında gerçekleşen bu olayda, tarihte şarlatan olarak bilinen sahte peygamber Alexander’ın emriyle Epikür’ün kitapları çarşı meydanında yakılmıştı.

·         Roma İmparatoru Diocletian yeni dinin hızla artan inananlarına karşı açtığı savaş doğrultusunda tüm Hıristiyan kitaplarının yakılmasını emretti. (303)

·         Batı Roma İmparatorluğu’nun önemli generallerinden biri olan Flavius Stilico, gizli ilimlerle ilgili olduğu tahmin edilen Sibyllian Kitapları’nı yaktırdı. Bir inanışa göre tüm eski felaketleri içeren bu kitaplar sayesinde olacak doğal felaketlerin tarihini belirleyebilmek mümkündü. (400 yılı civarı)

·         İtalyan rahip Girolamo Savonarola’nın takipçileri Floransa’da bulabildikleri tüm dine aykırı kitapları (Bocaccio’nun Decameron’u ve Ovid’in tüm eserleri başta olmak üzere) toplayıp yaktılar. Ateşi canlandıran ürünler arasında kozmetikler, oyun masaları ve açık saçık resimler de vardı. (1497)

VE YİNE BİZ:
Gazeteci Mümtaz İdil’in bir haberi:

“Kimin dikkatini çekti bilmiyorum ama televizyon kanallarından biri bugün Milli Kütüphane’en147 ton kitabın kilosu 15 kuruştan hurdacılara verildiğinin haberini yaptı. Yetişebilen sahaflar bazı kitapları kurtarmıştı belki, ama kurtarılanlar anlaşıldığı kadarıyla “devede kulaktı”. Dile kolay, tam 147 ton Ermenice, Rumca, Osmanlıca, İngilizce, Rusça ve Almanca kitaplar hurdaya çıkarılmıştı.”

Bu haber 2013 yılına ait. Mümtaz İdil Soruşturma başlatıldığını yazmış. Sonuç muamma.

Görüldüğü gibi her yakılan, yok edilen kitap insanlığa saplanan öldürücü bir hançer gibidir.

Ben, yapabilirsem eğer, bunlardan bazılarının uzun öykülerini de yazacağım.

İlki İskenderiye Kütüphanesi…

KİTAP KIYIMI - 1



Diyarbakır’daki Ziya Gökalp müzesinin ve Siirt İl Halk Kütüphanesinin insan müsveddesi yağmacılar tarafından yakıldığını duyunca, bu yazıyı yazma isteğimi engelleyemedim.

Bir Gün Gazetesi yazarı Aydın İleri’nin yazısını okurken kararımı verdim.

“Kitapların ve kütüphanelerin aydınlığı kararmasın. Kütüphaneler yanarsa insanlık yanar. Kütüphanelere, kitaplara, insanlara kıymayın efendiler…”

Kütüphaneler ve müzeler insanlığın binlerce yıldır biriktirdiği bilgilerin, insanlık birikimlerinin, tarihin saklandığı; bu depolar vasıtasıyla gelecek kuşaklara aktarıldığı yerlerdir.

Uygarlık müzelerde, kütüphanelerde biriktirilir.

İnsanlık müzelerde ve kütüphanelerde vücut bulur.

Kitaplar tarih boyunca bilginin kaynağı olan çok değerli hazinelerdir. Olumsuz bir durumda da ilk zarar gören de yine onlardır.

Egemenler her zaman bilgiyi en büyük düşman olarak görmüşlerdir.

Cehalet her zaman bilgiden korkmuştur.

En çok da, din üzerinden siyaset yapanların bu vahşete neden oldukları görülmektedir.

Yakılan, yok edilen kütüphaneler, kitaplar, yağmalanan müzeler insanlığın ortak belleğinin ve ortak geçmişinin de yok edilmesine de yol açmıştır. Yakılan kitaplar tarihte büyük boşluklar oluşmasına neden olmuştur. İnsanlığın ortak aklı hafıza kaybına uğramıştır.

Uygarlık tarihi sırf bu nedenle bir mitoloji, efsaneler, masallar tarihine dönüşmüştür.

Tarih boyunca farklı coğrafyalarda olsa da benzer durumlarla karşılaşmak dikkat çekicidir.

9 Ekim 2014 Perşembe

ANTALYA, ANTALYA, ANTALYA


Altın portakal film festivalinde, ön jüri tarafından festivale katılmaya hak kazanan Gezi Olayları Belgeseli festival komitesi tarafından yarışma dışı bırakıldı. Komite başkanı Yılmaz Erdoğan Efendi sadece kem küm etti.
Derken, belgeselin yapımcısı, bir kaç sahnede kırpma yaptıktan sonra festivale kabul edildiklerini açıkladı.
Bugün ise festivale, belgesel dalında katılan 13 filmden 11 tanesinin, bu sansürü kınamak amacıyla, festivalden çekildiğini öğrendik.
Diğer yapımlar yola devam eder mi? Şimdilik bilmiyorum.
Bildiğim, bu Yılmaz Erdoğan iyice kantarın topuzunu kaçırdı. Yalakalıkta sınır tanımıyor.  Bir insan, ancak bu kadar alçalır.
Sol-sosyalist birikimin sırtından, Hakkâri’nin bir köyünden çıkıp, özünü unutmadan, olağanüstü zekâsı ve yeteneği ile parlayan sanatçı resmi çok hoşumuza gitmişti. Bayılmıştık; oyunlarına, filmlerine ve şiirlerine. Yılmaz Güney’in komik olanıydı. Sevmiştik delikanlı Mükremin’i.
Kim derdi ki gün gelecek devran dönecek, devranla birlikte Yılmaz Erdoğan da yalayıcı olacak diye.
Neyse...
Antalya’da iyi şeyler olmuyor. Çok kötü kokular geliyor.
Fazıl Say’ın kurduğu, evrenselleştirdiği, uluslararası alanda itibar kazandırdığı piyano festivalinden Fazıl Say kovuldu, düşünebiliyor musunuz?
Yerine kim getirildi dersiniz?
Gürer Aykal...
Fazıl Say’ın, dünyada her yerde verdiği konserlere çanta gibi taşıdığı Gürer Aykal...
İronik olansa bir zamanlar benim bu Gürer Aykal’a da büyük hayranlık duymamdı. Sevgi Soysal yaşasaydı, eniştesi hakkında ne düşünürdü ki?
Bende bir uğursuzluk var; kimi sevsem, beğensem, takdir etsem, hayranlık duysam böyle oluyor.
Antalya belediyesi AKP’ye geçince RTE ve AKP sanatın içine bizzat sanatçı tayfasının tükürmesini sağladılar. Yani tükürme olayı şekil değiştirdi. (Antalya belediyesinin kaybedilmesine neden olanların yedi ceddine bir kalay ve kına gönderelim de…)
NE DERSİNİZ YILMAZ ERDOĞAN'I PROTESTO ETMEYE... VAR MISINIZ?

6 Ekim 2014 Pazartesi

DİLİM, GİYDİRİR BANA KİLİM.

Bir meslek hastalığı beni ele geçirmiş durumda.
Dil meselesi…
Kim olursa olsun, nerede olursa olsun dili bozuk kullananları yakalıyorum. Özensiz konuşanları, taklitçileri, moda peşinde koşanları, düşünmeden her duyduğu sözcüğün, deyişin üstüne atlayanları ve bu şekilde farklılık yaratmaya çalışanları, dikkat çekmeye çabalayanları…
Bir süredir bir söyleyiş şekli, bir cümle kuruluşu aklıma takılıyor. Önceleri “Bir iki tane özentili ve abartılı söyleyiştir, farklı bir ifade arayışında olanların uydurmasıdır, geçicidir.”diye düşünmüştüm. Ancak bir de baktım ki hayatın her alanına, apaş modası gibi sıçramış.
“Ol-” (olmak) yardımcı eyleminin olur olmaz her yerde bağımsız eylem olarak kullanılmasından söz ediyorum.
Bugün, markette, bir adamın satıcıya “Hayırlı işlerin olsun.”dediğini duyunca bu konu üzerinde durmaya karar verdim.
 Bu sayfalarda bazı dostlarım da birbirlerine “Hayırlı günlerin olsun, Sağlıklı günlerin olsun.”, "Rahmet olsun.", Hayırlı bayramlar olsun." gibi dilekler iletiyor. (Her kullanımı örneklendirme olanağım yok, takdir edersiniz.)
“Ol-” (olmak) eylemi Türkçe’de şu durumlarda kullanılır:
1-      Yardımcı bir eylemdir. Ad ve ad soylu sözcüklerle birlikte birleşik eylem yapılır.
“hasta ol-, gönüllü ol-, neşeli ol-, barışsever ol-, karamsar ol-“ gibi…
2-      Eylem olarak tek başına kullanılır. Bu kullanımı sınırlıdır.
 “Elmalar oldu, üzümler oldu”gibi… Yani olgunlaşmak, yenebilir hale gelmek anlamında.
3-      İlgeç (edat) olarak kullanılır.
“-Baban sana bu yüzden kızacak. –Olsun, varsın kızsın.”
“-Sakın geç kalma! –Olur.”
 “-Kimler geliyor, bakıver. –Oldu, şimdi bakarım”
4-      Yardımcı bir eylem olarak çekimli bir eylemle birlikte birleşik eylemler yapar.
“Görüyor ol-, bitmiş ol-, gelecek ol-….”
“Bu iş böylece kapanmış oldu.”
“Herkesle birlikte gidecek oldum.”
“ Onu tanıyor olmak yetmedi.”
“ Biz de böylece o filmi görmüş olduk.”
“Söylediklerinde yanılıyor olmalı”
Türkçe cümle yapısında “Hayırlı günlerin olsun, Sağlıklı günlerin olsun…” gibi söyleyişler yoktur.
Dil canlı bir varlıktır. Ama kendine özgü kurallar çerçevesinde değişen gelişen canlı bir varlık…
Canımız istedi diye, farklı bir ifade şekli olsun diye sözcükleri, cümle yapılarını zorlayamazsınız. Bunu yaparsanız dili zorlar, yozlaştırırsınız. Hele dilin asla modası olmaz. Eğer böyle yanlışlıklar moda diye yaygınlaşırsa dil bir iletişim aracı olmaktan çıkar. Kuşaklar birbirini anlamaz, kentli-köylü birbirini anlamaz. Okumuş-okumamış birbirini anlamaz.
Dip not:
Noktalama işaretlerini yerli yerinde kullanmayanların elinin altında bir yazım kılavuzu bulundurması zor değil.  “Yazmaya heves edenlerin düşündükleri ve yazdıkları dile saygı borcu olduklarını unutmamaları gerekiyor.”diye düşünüyorum.
 

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...