21 Aralık 2021 Salı

Şeb-i Yelda

 Dün yılın en uzun gecesi, kış dönencesi idi. İranlılar buna "Şeb-i Yelda" (en uzun gece) derler.

İran'da 2000 yıldan fazla zamandır 20 Aralık'ı 21 Aralık'a bağlayan gece kutlanan ve günlerin kısalmasının son bulduğunun habercisi olan bu kutlamaların kökenleri Güneş Tanrısı Mithra’nın doğumuna dayanır. Bir zerdüşt geleneğidir. Yeni yılın başlangıcı olarak kabul edilirdi. Romalıları, sonra da Hristiyan geleneklerini etkilediği düşünülüyor. Noel kutlamalarının başladığı tarihle arada üç dört gün olması bu tezi doğrular gibi görünüyor. (21 - 25 Aralık)
Bu gece yapılan kutlamaların eski bir Türk geleneği olduğu doğru değildir. Ancak İran kültürünün etkisiyle Azerbaycan gibi Türk coğrafyalarında bilinir ve kutlanır.
İran ve Arap edebiyatlarıyla Divan edebiyatında kullanılan çok yaygın bir metafor, bir mazmundur. Sevgilinin uzun ve siyah saçları şeb-yeldadır.
Tıpkı noel gibi kutlamaktan kimseye zarar gelmez. Yeterki gönüllerdeki sevgi ve dayanışmaya vesile olsun.
"Şeb-i yelda"nız kutlu olsun.
(Şeb-i yelda gecesi demek yanlıştır. Çünkü şeb zaten gece demektir.)

Üç Şair Üç İnsan


Ortalık açmış, uyandım. Dedim, artık gideyim,
Ama önce şu yoksul insanı memnun edeyim.
Bir de baktım ki tek onluk bile yokmuş kesede;
Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sâde!
O zaman birdenbire içimden şu sonsuz hasret koptu:
Ya hamiyet duygusundan mahrum yaratılsaydım ya da param olsaydı!
***
Yukarıdaki şiir Mehmet Akif Ersoy'un Seyfi Baba adındaki manzum hikayesinin son dizeleridir. Yoksul ve hasta dostunun başında bir gece geçiren şairin sözlerine dikkat edin:
"Ya hamiyet duygusundan mahrum yaratılsaydım ya da param olsaydı!"
Yoksul dostuna parasızlık yüzünden yardım edemeyen şairin üzüntüsü...
Şiiri günümüz Türkçe'sine çevrilmiş haliyle internetten aldım.
Mehmet Akif dini bütün bir müslümandır. İslam birliği için (Panislamizm) çaba harcamıştır. Şiirlerinde din yoğun olarak kendini gösterir. Kur'an ayetlerini yorumlayan şiirler yazmıştır.
Ama aynı zamanda toplumsal mesajları olan manzum hikayeleri de vardır ve Seyfi Baba bunlardan biridir.
Ömrünce hakkı, adaleti, erdemi, vicdanı, merhameti, insan sevgisini yüceltmiş biridir.
Yoksuldan, emekten, ezilenden yana olmuş zulme karşı çıkmıştır. Çünkü ona göre vicdanlı olmak, insan olabilmek dinin temel buyruğudur.
******************
Ben duyarım, duyumsarım
Bizim oranın sızısı bu
Binip kara bir buluta Sıvas ilinden
Sıvas rüzgârında uçup gelmiş Helallik dilemeye.
Ey yüreğimin onmaz acıları
Ey beynimin dinmez sancıları
Suç ne bende, ne de sende
Suç seni karanlıklara gömenlerde
Ne de olsa yurttaşımsın
Kapalı olsa da bütün vicdan kapıları yüzüne
Bilmelisin bir yerin var canevimde.
***
Aziz Nesin'le Mehmet Akif'in doğum günleri aynı.
Yukarıdaki dizeler de Aziz Nesin'in. Sivas Acısı adlı şiirin son iki bendi.
Aziz Nesin, ateisttir, komünisttir. Toplumcu gerçekçi bir şairdir.
Şiirlerdeki insani duyarlılığın, vicdanın, erdemin birebir aynı olduğunu düşünüyorum ben. Kendisini yakmaya çabalayanları bile affedebilen bir yürek...
*******************
YİRMİNCİ YÜZYILIN İLK YARISI
Yirminci yüzyılın ilk yarısı,
Ölüm çağı oldu,
Zulüm çağı oldu,
Yalan çağı oldu..
Yirminci yüzyıl insanları,
Asıp kestiler,
Kesip biçtiler,
Tepeler gibi ölü yığıp
Deryalar gibi kan içtiler.
Çocukları ağlattılar,
Kadınların ırzına geçtiler.
Yirminci yüzyıl, insanların
Ağlamasın da kimler ağlasın?
***
Bu şiir de Cahit Külebi'den. Doğum günleri aynı. Külebi ne İslamcı ne ateist... Şiiri yorumlamaya gerek var mı? Yurdunun bütün acısını büyük bir duyarlılıkla yüreğinden şiire aktarmış bir şair....
******************************
İster dindar, ister ateist, ister sıradan biri...
Sapmadan eğilip bükülmeden, kimseye yanaşmalık yapmadan yüreğini ve sanatını ortaya koymuş insanlar...
İnsan olmaktan asla vazgeçmemiş, haktan, adaletten, ezilenden, emekten, insandan yana olmuş, zulme ve karanlığa direnmiş insanlar.
Ruhunu üç otuz paraya satmamış adam gibi adamlar...
*
Önce insan olmak; sonra ne isterseniz olun ama aklınızı ve yüreğinizi kiraya vermeyin.

17 Aralık 2021 Cuma

MERCİMEK KÖFTESİ-TÜRKÜLER-ANILAR

 Söylemesi ayıp, Yaşar mercimekli köfteyi sever. Köfte yapacağımı söylediğimde sevindi. Belli etmez ama ben seziyorum.

Eskilerin dediği gibi, benim elim elimi tutmaz. … Yaptığım yemeklerin asla birebir aynısını yapamam. Dilerim bu da güzel olur, diyerek başlıyorum işe.

Önce müzik… Destanlaşan Türküler…İlk üç beş türküyü aklım yemekteyken dinliyorum. Çok güzel türküler, olağanüstü yorumlar.

Yemeğin hazırlıkları tamam, sonrası kolay. Müzik dinlerken yaptığım yemeklerin güzel olduğuna inanıyorum.

Ben türküleri çok severim. Çocukluğumdan beri böyle. Annem sanat müziği söyler ve dinlerdi, türkücü olan babamdı, severdi türkülerimizi. Söyleyemezdi, beceremezdi ama çok severdi.

“Ankara’da Yedim Taze Meyveyi” türküsünü bir başka severdi. Bir de “Ham Meyveyi Kopardılar Dalından” türküsü vardı. Bir keresinde radyoda bu türküye eşlik ederken, annem dalga geçmişti. Babacığım, hemen susmuş ama sonra bu türküyü sadece dinlemekle yetinmişti.

Belki de çok sonraları, sanat müziğine mesafeli oluşum hem “saray müziği” ne duyduğum sınıfsal bir tepkiden hem annemin babamla masumca şakalaşmasının içimde bıraktığı kekremsi tattan kaynaklandı, bilmiyorum.

Ama hakkını vermeliyim, annem çok güzel söylerdi. Eşsiz bir kulağı vardı. En zor şarkıları hiç detone olmadan, her bir notayı doğru basarak billur gibi sesiyle öyle bir okurdu ki…

İlk okul dördüncü sınıftayım. Annem evimizin upuzun “tahtalısında” bir yandan çamaşır yıkıyor, bir yandan da şarkı söylüyor.

Evimizin bulunduğu çıkmaz sokağın diğer yakasında Asumangil oturur. Asuman benim can arkadaşım. Annesi bana seslendi: “Hülya, Bayrak mı, Meteoroloji mi, şarkı nerede çalıyor?” Ben avazım çıktığı kadar bağırıyorum, hem komik bulmuşum hem gururluyum, “Teyze, annem söylüyor, radyo kapalı.” Anneciğim çoktan susmuş bile, utanmış canım benim.

Eskiden sık sık elektrikler kesilirdi, bilirsiniz. Annemin hiç nazlanmadan bize konserler verdiği o karanlık akşamları ne çok severdik. Babasız akşamlar, babasız yıllar. Ama o karanlık akşamlarda öğrendik birbirimize tutunmayı. 7 kardeş, yedi can ve eteğini tuttuğumuz annemiz.

Böyle kendimi müziğe kaptırmış, beynimin dört bir tarafından akın eden anılarla yüreğim incelmiş köfte yapıyorum. Tuhaf… Müzik, anılar ve köfte…

Türkünün ilk notası kulağıma çalınır çalınmaz başımı kaldırdım. Sıra Kırklar Dağı’nın Düzü’ne gelmiş bile. (Suzan Suzi) Beni darmadağın eden bir türküdür bu. Zaten bu albümlerde, adı üstünde destanlaşmış türküler var, her biri diğerinden üstün. Ama bu… Yorumcunun da katkısı elbette var.

İşi bıraktım, dışarıya baktım.

Karşıdaki apartmanla bizim aramızda bembeyaz kelebekler uçuşuyor, lapa lapa…

Haydaaaa…

Türkünün hüznü yerini akıl almaz bir sevince bırakmaz mı? Nasıl güzel yağıyor, inanılır gibi değil. Balkona çıktım, pencereyi açtım, yarı belime dek dışarı sarktım. Kar tanelerinin yüzüme, kollarıma düşmesinin tadını çıkarıyorum. Göğe bakıyorum, kanatlanmış gibi kocaman tanecikler uçuyor yukarıda.

Üşüdüm, işimin başına döndüm.

Sarı Gelin türküsü öyküsüyle geldi göz pınarlarıma yerleşti. Ağlamaklıyım. Göz ucuyla dışarıya bakıyorum. Kar taneleri irileşti.

“Seni vermem ellere leylim aman aman

Leylim aman aman leylim aman aman suna yarim

Niceki bu canımsa ay nenen ölsün sarı gelin aman

Sarı gelin aman sarı gelin aman suna yârim”

Bir anda her bir kar tanesi annesinin sevdiceğinden koparıp aldığı Sarı Gelin’in sevdiği gencin ahına, ilenmesine dönüştüğünü duyumsadım. Sonra hemencecik kovdum o duyguyu.

Saf, temiz, masum kar taneleri…

İçimde baharlar açtıran kar taneleri…

Şairi şairliğinden utandıran türküler, bu toprağın insanının öyküsü olan türküler art arda kar taneleri gibi düşüyor yüreğime. Saf, temiz, gerçek, yalın, çırılçıplak… Gizlisi saklısı olmadan.

Anılar…

Türküler..

Mercimek köftesi bitti…

“Şairim,

Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası,

Ayak seslerinden tanırım.

Ne zaman bir köy türküsü duysam,

Şairliğimden utanırım.

Şairim,

Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum,

Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim,

Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm.”

Bedri Rahmi’nin dediği gibi, türküler bizi arındırıyor.

İnsan yüreğinin ve belleğinin ne zaman, neyi, nasıl yapacağı bilinmez. Hiç ilgisi yokmuş gibi görünse de tutar köftenin yanına duyguları koyar, anıları koyar, yaşamı koyar. Bütün yalınlığı ve gerçekliği ile yaşamı…

Kar hala yağıyor, tutacak gibi. Dilerim sabaha bembeyaz bir merhaba deriz.

(Bu arada itiraf etmeliyim, köfte çok güzel olmuş.)

 

 

 

3 Kasım 2021 Çarşamba

 Kimi zaman çiçeklerimle aramızda sessiz bir bağ, bir iletişim olduğu duygusuna kapılıyorum.

Son bir buçuk hafta içinde, annemin hastalığı, annem için koştururken kendimi kaptırınca benim hastalanmam, Yaşar'ın keyifsizliği derken dış dünyada olup bitenler, ülkemin komaya sokulması falan büyük bir moral çöküşü yarattı bende.
Hiç tadım tuzum yoktu.
Ama bu kaktüs, bu muhteşem varlık kimbilir kaçıncı kez, dokuz mudur, on mudur, sayamadım, böyle açmaya yeltenince; hem de kasımda, kışa girmişken, içimdeki yaşama sevincini yeniden canlandırdı.
İlk bahardan beri dur durak bilmedi, açtı.
Büyülü gibi...
Ne zaman kararıp kalsam, ne zaman kararıp kalsak, ucundan kıyısından güneşi yakalayıveriyouz.
Yaşar da ben de sabah sabah neşelendik işte.
Sevgili dostlarım, içinizdeki neşeye, yüreğinizdeki güneşe mukayyet olun ha...
Umudunuz, aydınlığınız hiç eksilmesin.

22 Ekim 2021 Cuma

Sonbahar Kokuyor

 



Sokaklar tenhalaşmış.

Sonbahar kokuyor.

Birkaç genç kadın, birkaç yaşlı adam ve biz.
Gençler ve çocuklar okulda. Yalnızca gelip geçen araçlar... Rüzgârın telaşsız, usulca, dingin serin serin esmesi bu yüzden.
Serinlik hoş… Hafifçe ürperdim ama hoşuma gitti.
Çıkarken kapattığımız televizyondaki konu hala dilimizde. Ancak dışarıya çıkar çıkmaz acıtmaz oldu.
Sonbahar kokusu ve rüzgâr; alnımın ortasına, göğsüme küçük şamarlar vuran rüzgâr iyi geldi.
Yaşar da benimle yolda yürüyor. Kaldırıma çıkmak, bozuk kaldırım taşlarına takılmadan yürümek Himalayalar’a tırmanmak gibi. Kaldırımları inişli çıkışlı tasarlayan, binalardan yola 45 derecelik eğimli kaldırımlar yapan zihniyete kallavi bir selam.
Sonbahar kokuyor. Kışı hisseder gibi olduk. Keyfimi kaçırmasına izin vermemeliyim bu kaldırımların.
ATM bozukmuş, görevli uğraşıyor, bekledik, umutsuz. Market işimizi bitirelim, dedi Yaşar.
Markete girdik çıktık.
İki üç parça temizlik malzemesi 150 lira... Of anam offfff...
ATM yarım yamalak çalışıyor, vaz geçtik.
Canımız bir de çay çekti ki…
Aykut’un Yeri kalabalık. Çay için masa işgal etmeyelim, dedik; Aykut Gönülalan’ı selamladık, yürüdük.
Kızıl Elma Parkı’ndaki çay bahçesi hedefimiz. Yeşilçam Kafe…
Keyfimiz yerine geldi yeniden. Geleneksel karşılıklı fotoğraf çekme ritüelimizi yineledik.
Tabelada bir Zeki Müren resmi, şarkılarından birinden bir dize: “İşte benim Zeki Müren” Duvarlarda bütün Yeşilçam emekçilerinin portreleri. Hakkıyla Yeşilçam Kafe…
Bahçedeki masalar toplanmış, herkes içerde, biz içerde oturmayacağız. Küçük bir masa bulduk, çaylar geldi. Hala fotoğraf çekmekteyiz.
Parkın içinde sonbahar salına salına geziyor. Çam ağaçları yemyeşil ama hemen yanlarındaki ağaçlar yaprak döküyor. Sarı, kırmızı… Rüzgâr önünde yapraklar hışır hışır savruluyor.
Facebook’a göz attım şöylece. Gözüm de bozuk, sadece bakabiliyorum.
Bilgisayarım hasta, malum. Organ nakli gerekti, daha taburcu olmadı.
Kendimle ilgili hoş olmayan bir şeyi farkına vardım. Meğer ben bilgisayara çok bağlanmışım. Bütün gün, dört duvar arasında bilgisayar ve kitap… Yaşamın sınırlarını böyle çizmişim meğer. Film, dizi, gazete, sanat, edebiyat, şiir, müzik, siyaset, corona; ne varsa bilgisayarda… Ama gerçeklik duygusu yok, elini uzatıp dokunamadığın, tadına bakamadığın bir sanal evren.
Kalktık. Yaşar çantaları taşırken zorlanıyor. Kaygılanıyorum. Parktan çıkasım yok aslında. Derken telefon çaldı. Arayan bilgisayarcı. Benim hasta iyileşmiş.
Eve döndük
Dışarda sonbahar kokusu.
Yaşar yeniden çıktı bilgisayar için. Acele etmesini hiç istemedim.
Ve …..
Bilgisayar geldi. İşte ben de geldim. Herkese iyi geceler.
***
19.10.2021, gece

20 Eylül 2021 Pazartesi

Toprak Kokusu

 Yağmur çiseliyor.

Seriler serildi, illa yağacak, yağmazsa olmaz.
İnsanlar ellerinde örtüleriyle bağlarına koşacaklar üzümleri yağmurdan korumak için.
Bu telaş gerekli, yağmur yağmalı, illa yağmalı.
Üzüm bozanlar, armut bozanlar, geç erikleri bozanlar aldırmaz yağmura, biraz daha hızlanırlar, eller hızla çalışır. Bağırış, çağırış, talimatlar havada uçuşur.
İnsanoğlu kaç, doğa tut.
Haftalardır bir damla suya hasret toprak şerha şerha yarıldı. Nefes alırken burnunuz, ağzınız, boğazınız kurur, yanarsınız; sıcak toprak, sıcak asfalt kokusu yakıcıdır.
Eylül cömerttir, salıverir yeryüzünün üstüne bereketini.
Toprak yağmuru çok özlemiştir, çok.
Toprağa düşen ilk damlalardan sonraki toprak kokusu, güzelliğini bu özleme borçludur.
Pencereden sarktım gövdemin yarısıyla.
Onca beton yığınının, asfaltın engelleyemediği kokuyu iyice içime çektim.
Eskiler, toprak kokusunu içine çekmenin ölüm getireceğini söylerlerdi. Saçmalık... Ama inanırdık.
Oysa o koku, şimdi sağ ve esen olduğumu duyumsatıyor bana.
Sonra, çok çok uzun yılların gerisinden bir perde aralandı.
Bizim bağlardan birindeyiz.
Annem Gürsel’e gebe. Karnı burnunda derler ya, öyle. Ferda, Leyla, ben bağın kenarında bir ağacın altında oynuyoruz. Annem ve anneannem üzüm topluyorlar. En küçük amcam getir götür işleri yapıyor.
61 güzü.
Birden bire havayı bir toz bulutu kapladı. Arkasından kıpkırmızı ejderhalardan oluşan bir bulut ordusunun son hızla üstümüze geldiğini fark ettim. Aynı anda, kardeşlerimle benim üstüme atlayan amcam gövdesiyle bize siper oldu. Ardından gelen o zifiri karanlık ne kadar sürdü, bilmiyorum.
Küçüktüm 7-8 yaşlarında olmalıyım. Ancak bu olay o denli taze bir fotoğraf ki belleğimde. Bunca zaman sonra belleğim ara ara bu görüntüleri gün yüzüne çıkartır.
Sandıkları taşıyan at arabasının babamla geri dönmesi, anneannemin kanatlarıyla sarıp sarmaladığı annemi karanlığın içinden bize doğru taşıması, korkup ağlayan bebek Leyla, bana sarılmış Ferda, dehşet içinde ben.
Babamın anneannem ve annemi arabaya bindirmesi, amcamın bizleri kucağında arabaya taşıması, yağmurla üstümüze inen çamur…
Ağaçlarda elma kalmamış; kasırga, bağlarda omcaları karıklardan sıyırıp almış.
Tam bir felaket…
Bu denli taze anı mı olur? 60 yıl öncesinden böyle çırılçıplak çıkıp geliverir mi anılar?
Ve o koku… O korkunç kum fırtınasından hemen sonra başlayan yağmurun topraktan alıp burunlarımıza taşıdığı koku.
Her yağmur sonrası ben o kokuyu yeniden duyuyorum. Karanlığı kovalayan koku. Kurtuluşumuzun kokusu gibi geliyor bana.
Dilerim serilerden zararsız toplanır kuru üzümler. Her bir tanesinde alın teri var. Kuru üzüm kutsal meyvedir bu yüzden.

26 Ağustos 2021 Perşembe

YAZMAK İLAÇ GİBİ

 Yazmak için duyguları soğumaya bırakmamak gerekiyor. Duygular da düşünceler de kendi zamanlarını biliyorlar; hazır olduklarında yazılmalı… Zaman yüreğinizdekini de aklınızdakini de çekip alıyor, bir köşeye tıkıştırıyor, tozlandırıyor, üstüne küller serpiyor.

Söylenmemişlik, yaşanmamışlık duygusunu tetikliyor ve bir yanınız hep eksik kalıyor.

O eski zaman öğretilerinin öğüdü doğru değil; unutmaya, zamanın ilacına sarılmaya çabalamak yüreği zorluyor, yoruyor.

“Zamana bırak” öğretisi insani değil bence. İnsanın aklını ve yüreğini unutmaya çabalamak için harcaması… Ne denli boş çaba…

Kafamızdakileri, göğüs kafesimizin içindekileri bir yolunu bulup nehirlere bağlamak gerek. Aksın, aksın, aksın… Yıkacaksa yıksın, yakacaksa yaksın, yaratacaksa da yaratsın. Aksın ki yerine yeni güzellikler, yeni yaşanmışlıklar, umutlar ve hatta kederler gelip yerleşebilsin.

On gün önce, Yaşar’la Yeni Çarşı’da gezerken yaşadığım o tuhaf, o korkunç tacizi, duyduğum nefreti, sonrasında o nefretin yol açtığı yaraya serin serin üfleyen hoş sevinçleri, heyecanları yazmadım. Yazarsam yazdıkça kanayacağımı düşündüm. Hepsi topu topu üç saat içinde olup bitmişti. Yazsam rahatlardım ama erteledim.

Şimdi, şu an yazmaya karar vermem de bir kaybımın acısı yüzündendir. Çok eski bir dostumu, kankamı, yoldaşımı, bir yiğit Yılmaz’ı anlatacaktım.

Nedense, önce bunları yazmalıyım, diye düşündüm.

Lafı uzatır mıyım, bilmem… Ama umurumda da değil.

Yaşar’la ben, bir türlü yan yana yürüyemiyoruz. Çarşı kalabalık. Çoğu genç. Üstümüze üstümüze geliyorlar; kaçan, yol veren biz oluyoruz. Bir ara dayanamadım ve beni yol kenarındaki tezgâhlara sıkıştıran bir grubu azarladım.

Bunaldım, arkama bakmadan kaçasım var.

Kulağımın dibinde bir ses patladı, ama ne ses…

“Maşallah, maşallah, nasıl da takmış takıştırmış bu yaşta, elde baston, yürüyemiyor bile.” O “maşallah”ı öyle bir vurguluyor, öyle bir şiddetle fırlatıyor ki ağzından.

İrkildim, kafamı çevirdim; ben yaşlarda hamam böceği kılıklı bir kadın, yüzüme pişkin pişkin sırıtıyor.

Daha ağzımı açamadan, saniyeler önce, çocuk arabasıyla beni sollayıp önüme geçen bir genç kadın (Çağdaş bir kılık, eli yüzü düzgün) “Anne bir şey mi oldu?” diye sordu. Bu kez o densiz, yobaz yaratığa söyleyeceklerimi yuttum ve kızına “Annenizin çenesi çok düşmüş, ayar gerekiyor.” dedim, yürüdüm.

Dönüp Yaşar’a baktım. Tepkisini merak ediyorum. Adamcağız kalabalıkta taa gerilere düşmüş. Hiçbir şey duymamış, görmemiş.

Attığım her adımda içim kabardı; öfkem katlanıyor, volkan gibiyim. Dönüp bastonumu kadının kafasında parçalayasım var. Hayatım boyunca böyle bir saldırıya, böyle bir tacize uğramadım. Hem de bir kadından.

Kadının tepkisi yaşıma… Genç olsam kılığımı hoş görecek. Kızını gördüm, askılı bir buluz, dar bir pantolon…

Bende gördüğü fazlalık bir kolye… Ömür boyunca içinde sakladığı ezikliği yaşayamadıklarına karşı nefrete dönüştürmüş bir kadın. Korkunç…

Çarşıda gezinmek değil amacımız; birkaç parça çamaşır alacağız. Vurduk sinemanın önüne çıkan yokuşa. Köşede yıllardır alışveriş yaptığımız çamaşırcı var, epeydir uğramadıydım.

Adam yok, karısı ve kızı işin başındalar. İkisinin de başı kapalı. Az önceki darbeden sonra onları görünce gerildim biraz. Ama nasıl güler yüzlüler… Bir anda içimin zehrini alıverdiler.

Çıktık, Yaşar Mahmut’la Hayri’yi görmek isteyip istemediğimi sordu. Beni sorarlarmış hep. Görmek isterlermiş. Hemen kabul ettim. Birkaç eski dost yüzü görmek, konuşmak iyi gelecekti.

Mahmut Özcan emekli öğretmen arkadaşımız. Hayri ve Ahmet benim eski öğrencilerimden. Üç kardeş omuz omuza verdiler, bir kahve işletiyorlar. Emeklerini birleştiren, ekmeği kutsallaştıran üç güzel insan.

Pazarı boydan boya gezerek gidiyoruz. Tek tük bastalar ( J) kurulmuş; çoğu yerli sebzeler, meyveler. Kara üzüm görünce sevindirik oldum. İçim tatlandı sanki. Hemen yanaştık, mis kokulu, baldan tatlı kapkara üzümler… Niğde dışında yaşayan hemşerilerimizin affına sığınırım.

Kahvehaneye vardık. Mahmut kapı önünde dinleniyor. Birkaç kişi daha. Bizi görünce fırladı, sarılamadık. Yumruklarımızla selamlaştık ama içeriden Hayri iki kanadını açarak kartal gibi uçtu geldi, sarıldı sımsıkı. Nicedir görüşmüyorduk. Corona korkmuştur bu muhabbetten. Sonra Ahmet geldi. Birkaç tanıdık daha. Kapının önüne masaya halkalandık. Sohbetin canına okuyoruz. Laf lafı açıyor, sevgi-dostluk som somut masanın üstünde. Gelen geçen biraz yadırgı bakıyor ama benim aklım, yüreğim çoktan yundu yıkandı, arındı. Umurumda değiller.

Uzunca oturduk, özlem giderdik. Kalktık. Nicedir kendimi böyle gönenmiş, zenginleşmiş hissetmiyordum.

Yolunuz düşerse Özcanlar’ın kahvesine uğrayın, bir selam verin, bir bardak çaylarını için. Bu corona belasından epey sıkılmışlar; dostluğunuzu, desteğinizi sunun.

 

                                                                                                                                            

 

 

 

 

13 Haziran 2021 Pazar

GEZİNTİ DERKEN...

 Yaşar akşamdan pazarlığa durdu benimle: “Yarın gezintiye çıkacağız, erken kalkmalısın.” diyor. İyi güzel de meret uykunun ne zaman geleceğini bilmiyorum ki…

Erken yatsam, kafama bir şey takılmış olsa, koydunsa bul uyku hazretlerini… Üstelik kafaya takacak milyonlarca şey varken...
Korktuğum başıma geldi, uykuyu yele verdim ama gene de davranıp kalktım sabaha.
Bugün aylaklık edeceğiz. Tam aylaklık ama!
Yola koyulacağız, zaman hanım kulağımıza ne fısıldarsa…
Niğde’nin yeni kurulan semtlerinden birinde, bizim buralarda dedikleri gibi “Birbirlerine bok yeme otur.” diyen, şekilsiz, abus, her biri diğerinden daha berbat mimari örneği beton kulelerin arasında zaman hanıma da güven olmaz, bilirim. Ne bulacak da önümüze koyacak?
(Üstelik bu binaların yerinde, çok değil, 15 yıl önce zümrüt yeşili bağlar vardı, Anımsadıkça içimi titreten güzellikler…)
***
Vurduk yokuşa… Hastaneye dek oldukça dik bir yokuş var. Eskilerden “yorgunu yokuşa sürmek” diye bir deyim vardır. Aklıma o geldi.
Yol kenarında bir apartmanın bahçesinden kiraz ağacı uzanmış yola doğru. Pıtırak gibi kiraz ama henüz olgunlaşmamış. Bir kadın, yanında dört çocukla, yolun o tarafına geçip yanaştılar ağaca. Kadın yüksekçe duvarın üzerine çıkardı iki oğlunu. (Diğerleri küçük, biri henüz arabada.) Kiraz ağacına giriştiler. Kadın boyunun yettiği yerlerden alıp küçük oğlana veriyor. Duvardaki çocuklar hem toplayıp hem yemekteler. Kirazlar ham ama aldırmıyorlar.
Kafam karıştı. Kendilerine ait olmayan bu bahçenin kirazını böyle fütursuzca, arsızca, kimseden utanıp saklanmaya bile gerek görmeden yağmalayan bu kafa yapısına kızsam mı?
Pazardan o çocuklara yarım kilo kiraz alamayan bir anne için üzülsem mi? (Böyle bir olasılık da var elbette.)
***
Yokuşun yorgunluğu hüzünle sarmalandı, dizlerim ağırlaştı, ayaklarımı sürüyorum.
“Az sabret” dedi Yaşar. “Seni Aykut’un Yeri’nde dinlendiririz.”
“Aykut kim?” dedim. Tanıdığı bir lahmacuncuymuş, ara sıra eve sipariş verdiğimiz lahmacunlar oradan gelirmiş.
Balkona oturduk, Aykut’la tanıştım. Çaylarımız geldi, yudumlarken sohbet ediyoruz kendi aramızda. Sanırım biraz yüksek sesle konuşuyordum. (Meslek hastalığı, yavaş konuşmayı bilmem ki!) Endüstri Meslek Lisesinden eski bir öğrencimden söz ediyordum Yaşar’a; Aykut geriden atıldı: “Feride Hocam! Valla sizsiniz. Tanımadım maske yüzünden. Ben de öğrencinizim Endüstri Meslek Lisesi’nden.”
Bir şaşkınlık, bir sevinç…
Ne yalan söylemeli Yaşar benden çok heyecanlandı, sevindi. Yorgunluk, diz ağrıları hak getire.
Hooop, sohbet üçlü sohbete dönüştü. CHP’den, günlük siyasetten girdik anılardan çıktık.
Oturmaya, yemek yemeye gelenleri görünce masa işgal ettiğimizi fark ettim, davrandık, Aykut’la vedalaştık. Çok yaşa Aykut!
***
Fertek’e uzaktan bir selam veriyoruz, bir defaki gezintide o tarafa doğru yürüyelim, diyoruz.
Eskiden çevresinden dolaştığım ama içine hiç girmediğim bir park var. Geriden çölün ortasında vaha gibi duruyor. Zümrütten kocaman bir benek. Eski belediye başkanlarından Mümin İnan yaptırmıştı. Yaşar gezmiş, biliyor, girelim, dedi girdik.
Çok şaşkınım. Bir sürü ağaç; çam ağaçları, akça ağaçlar, meyve ağaçları… Çimler yemyeşil. Bölge engebeli, kayalık malum. Parkın bu engebeli hali çok güzel. Çimler yeni biçilmiş. Sarhoş eden bir çim kokusu…
Bir kameriye bulduk, oturduk. Park kalabalık. Cıvıl cıvıl çocuk sesleri. Keplerini cübbelerini giymiş onlarca çocuk oradan oraya koşturuyor. Yakınlardaki bir okuldan olmalı, mezuniyet pikniği var. Veliler, öğretmenler yayılmışlar çimlerin üstüne. Mutlular… Veliler ve çocuklar öyle mutlu ki o anda dünya yıkılsa umurlarında olmaz. Ne güzel.
Ama corona salgını umurunda değil hiçbirinin. Kucak kucağa, omuz omuza oturulmuş yer sofrasına.
***
İki minik haylaz bir sokak tekirini kovalıyor. Kedicik bizim çardağa sığındı. Bir hamlede yan taraflardaki ahşap parmaklıklara tırmandı ama dünya tatlısı iki oğlancık peşini bırakmadılar. Onlar da geldiler. Konuk sayısı üç. Oğlancıklarla sohbet ediyoruz. Altlarından girdim, üstlerinden çıktım, lafa tuttum, kediyi unutturdum. Hayvancağız atladığı gibi gözden kayboldu. Bizimkiler aldırmadı; benden hoşlanmışa benziyorlar. Anneleri gelip alana dek konuştuk.
Yaşar, kalkalım istersen, dedi. Yok, dedim, aylaklık hoşuma gitti. Bugün aylaklık günümüz ya, dedim.
İki aylak telefonlarımızı çıkardık, birbirimizin fotoğraflarını çektik, bir sürü…
Hava güzel. Biraz gazete okuduk, orasından burasından haberleri konuştuk ama fazla takılmadık can sıkan haberlere.
Gene geliriz, diyerek kalktık.
Şöyle gelmiş geçmiş belediye başkanlarını düşündüm. Hiçbiri böyle bir ağaçlandırma çalışması yapmamıştı. Kentin dışında, yeni semtlerden birinde beton kulelerin arasında soluk alınabilecek bir park.
Yiğidi öldür, hakkını yeme, demişler. Mümin İnan’la, taban tabana farklı siyasi görüşlerden olsak da, geçmişte çok şiddetli siyasi çatışmalar yaşanmış olsa da, övgümü esirgemeyeceğim bir iş yapmış doğrusu. Parkı güneye doğru açmışlar. Bir bina var orada. Millet kıraathanesi yazıyor kapıda. Ama kimse yok. O boş kıraathane yerine parkı abad etmek vardı, bankları, çardakları yenilemek vardı.
Bunu konuştuk dönüşte.
***
Aylaklık yapacağız dedik ya, hakkıyla aylaklık yaptık valla. Eve yakın bir kafeye uğradık çay içmek için. Kafenin adı,(Online) ikramların adı İngilizce. Kapıda asılı olan “Hoş geldiniz” tabelası ile “içli köfte ve mantı” dışında Türkçe sözcük yok. Sürekli geliyoruz, seviyoruz burayı ama buna kafayı takmadan duramıyorum işte.
Ancak çalışanlar can çocuklar, güler yüzlü sıcak, saygılı… Yetiyor.
Kurulduk dışarıdaki divanlara, mis gibi çaylar geldi. Doğrusu dışarda içtiğim çayların en güzelini burada içiyorum. Kapının önünde bir kaktüs var. Benimkinden. Hemen telefonu çıkarıp çiçeklerinin fotoğraflarını gösteriyorum, sizinki de böyle açacak, diyorum en bilmiş halimle. Çocuklar beğeniyorlar.
***
Eve dönüyoruz.
İçimizi serinletecek, yorgun dizlerimize, ayaklarımıza can suyu verecek umudu, “sol memenin altındaki cevahiri” eksik etmemek gerektiğine bir kez daha iman ediyoruz.
Zaman hanım, mucizeler yaratabiliyor. Kime, ne zaman, ne gösterecek, bilmesek de mucizelere inanmak gerek diye düşünüyorum.
Zaman hanıma inanmak gerek.





6 Mayıs 2021 Perşembe

6 MAYISTI

Üç yavrusunu nasıl da sevgiyle kucaklamış.

Ferda utangaç, yüzünü babamızın eliyle kapatmış.
Ben babamın kokusuna sığınmışım.
Henüz bir yaşındayken melek olan Hikmet Feridun kucakta...
Sonradan beş kardeşim daha oldu. Her birimizi ayrı ayrı böyle sevdi, böyle kolladı. Yemedi yedirdi, giymedi giydirdi.
Memur maaşıyla sıkıntı da çekti ama hiç belli etmedi.
Aydındı, Köy Enstitülüydü, bilgeydi.
Bütün dünyayla barışıktı; sadece faşistler, yobazlar bir de Menderes canını sıkardı.
Bu yüzden hapislerde yattı.
Ailesine, akrabalarına çok düşkündü.
Bir fiske vurmadı hiç birimize.
Annem, bu kadar çocukla aynı anda uğraşmanın sıkıntısıyla bize kızdığında babamın hoş görüsüne sığınırdık. Annem "Akşam babanız gelince..." diye başlayan tehditler savuramadı hiç bir zaman.
Yaşam nasıl yordu onun o güzel yüreğini, bilemedik.
6 Mayıs'tı.
İş dönüşü, pazardan aldığı sebzeleri apartmanın dış kapısına bırakıp, babacığını karşılamaya koşan henüz üç yaşındaki tombik Çiğdem'imizi omuzlarında dört kat yukarıya taşıdı, arkasından pazar filelerini getiren kardeşlerimin elinden alıp, anneme neler aldığını gösterirken anacığımın kucağına yığıldı ve bir daha da uyanmadı.
6 Mayıs'tı.
Benim mezun olmama bir buçuk ay vardı, bana duyurmadılar.
Mezuniyetimi ne büyük bir hevesle beklediğini anlattılar. Tören için yeni bir takım yaptırdığını...
Mezuniyetimin öyküsü acı, buruk bir öyküdür bende.
6 Mayıstı.
Sadece 47 yaşındaydı.
Işıklar içinde uyu babam.

4 Mayıs 2021 Salı

Sular Aka Aka Yatağını Bulur

Eskiden bir konuda korkak ve cesaretsizdim; beni geren ilişkileri bitirme, aklımla ve kalbimle artık taşıyamayacağımı düşündüğüm insanlardan uzaklaşma...

Yaş almak pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da beni daha pervasız, daha cesur, daha akıllı yaptı.
Burnum samimiyetsizliğin kokusunu hemen alıyor. Riyayı, yalanı, umursamazlığı, olumsuz duyguları zifiri karanlıkta bile görebiliyorum.
Aklımla bitirdiğimi gönlümde de hemen bitiriyorum. Umurumda olmuyor, çok fazla üzüntü de duymuyorum bundan. Çünkü aldığım koku kötü ve zehirli.
Zaman çok tuhaf bir şey. Her insana verdikleri de aldıkları da farklı ve hiç adil değil.
Bu nedenle, kimimizin üstünden silindir gibi geçerken, kiminin tavuğuna "kış" bile demedi.
Değiştik, dönüştük, akıllandık, aptallaştık...
Dün dünde kaldı.
Geçmişe ve geçmişte kalan insanlara duyduğum saygı baki ama o insanlarla anılardaki ilişkiyi sürdürmek her zaman mümkün olmuyor, yoruyor insanı.
Bazı insanlar anılarda kalmalıymış. Öyle daha güzeller.
Eğer yaşadığın anı iyi değerlendiremiyorsan, bugüne ayak uyduramıyorsan; geçmişten medet umup o ilişkilere sarıyorsun kendini...
Sonuç...
Eninde sonunda kocaman bir düş kırıklığı...
Ama bazı ilişkiler de kaldığı yerden, bıraktığınız yerden daha sağlıklı gelişebiliyor.
En iyisi ve en doğrusu nedir biliyor musunuz?
Kendimize saygıyı asla yitirmemek.
İlişkilerde saygıyı ve güveni elden bırakmamak.
Ben mükemmel değilim, asla böyle bir iddiam olmadı. Zayıf yanlarım, olumsuzluklarım çok fazladır. Ancak, iş, insana saygıya gelince, akan sular durur; kırmızı çizgim...
Kendimi severim, kendimle barışığım.
Bu nedenle kendime fazlasıyla güvenirim, bunu gizlemem de...
Dünde kalanlara bugün bana uymadılar diye kızıp, ruhumu zedelemek istemiyorum.
Özsaygımı hiç yitirmeyeceğim.
Kendime sözüm budur.

20 Nisan 2021 Salı

ADI GENCO OLSUN

 Çook uzun yıllar önceydi.

Öğretmenliğe Hatay Reyhanlı Yatılı Bölge Okulu'nda başlamıştım.
Güzel zamanlardı, çok güzel zamanlar...
Ücretimle beraber 1900 lira maaşım vardı, harca harca bitmez.
Kafa dengi arkadaşlar, gece gündüz bir arada. Lojmanda oturuluyor, akşamları lokalde toplanılıyor, televizyon izleniyor, oyunlar oynanıyor... Hemen bütün günlük gazeteler alınıyor. Fen Bilgisi Öğretmeni Tubitak Dergisi ve bir kaç daha dergiye abone... Bana Türk Dili Dergisi, Akbaba, ara ara Papirüs gelir. Hepsi ortada durur.
Gazetede bir haber, seslenir birisi;
"Hadi Timur Selçuk Ankara'da konser veriyor, giden var mı?
Hoop, ertesi gün en az on kişi külüstür bir minibüse dolmuş, Ankara yollarındayız.
Reyhanlı-Ankara yolu ne ki, genciz, idealistiz ve birbirimize güveniyoruz. Çok eğleniyoruz. Konser bitimi dönüş.
Ankara Sanat Tiyatrosu'nun oyunlarına bu şekilde gidildi.
Dostlar Tiyatrosu'nun Ankara'da sergilediği her oyuna böyle gidildi.
Bende Genco Erkal hayranlığı böyle başladı.
Siyasi ve toplumcu devrimci tiyatroyu böyle tanıdım.
Sonra gezici tiyatro olarak gezdiği pek çok ilde de izledim.
Her oyunu soruşturuldu, yasaklandı, mahkemelerden mahkemelere bir maratondu yaşamı.
Bu nedenle Genco Erkal hakkında başlatılan kovuşturma, ifadeye alınması, suçlamalar çok acı geldi bana.
Kabullenmek çok zor. Sanata kilit vuruluyor, haberiniz var mı?
Sanatına kilit vurulan toplumların hayat damarları tıkanır, soluk alamaz, duygularını ve düşünme yeteneğini yitirir.
Genco Erkal'ın düşünce özgürlüğünün elinden alınması, ifade özgürlüğünün engellenmesi kabul edilemez.
Evlerine "leylek gelmesini" bekleyen anne ve babalar, dedeler ve nineler, ne dersiniz, "Genco" adı sizce de güzel ve anlamlı bir ad değil mi?
Deniz, Ulaş, Taylan, Mahir adları gibi yaşatmaya değmez mi?

30 Mart 2021 Salı

NAZIMCA

 Nazım Hikmet sevdam malum. Beynimin ve yüreğimin sol yarısı silme Nazım; diğer yarısı şiirimizin diğer ustaları...

Nazım hakkında yazılan şiirler de beni çok etkiler.
Bedri Rahmi gibi, Cahit Sıtkı gibi, Gülten Akın gibi (daha çok var) şiirimizin büyük ustalarının Nazım hakkında yazdıkları şiirleri okurken çok duygulanıyorum, burnumun direği sızlıyor, ağlamaklı oluyorum.
Bizim şiirimizin yüreğime dert bir yanı var:
Şiirimizin sevilesi, saygı duyulası, eli öpülesi yiğitleri sürgünlerle, işkencelerle, hapis damlarıyla, ölümlerle sınandılar.
Cahit Sıtkı Tarancı'nın Nazım için yazdığı şiiri paylaşıyorum sizlerle.
Bundan sonra da diğerlerini... Her gün birini, bir kaçını...
Şiir vereniniz çok olsun.
***
BİR ŞEY
I.
Bir şey ki hava gibi ekmek gibi su gibi
Lâzım insana lâzım onsuz yaşanılmıyor
Ana baba gibi dost gibi yavuklu gibi
Kalp titremeden göz yaşarmadan anılmıyor
Bir şey ki gözünüzde memleket kadar aziz
Aşk ettiğimiz kendimize dert ettiğimiz
Adını çocuklarımıza bellettiğimiz
Bir şey ki hasretine dayanılmıyor
II.
Bir şey daha var yürek acısı
Utandırır insanı düşündürür
Öylesine başka bir kalp ağrısı
Alır beni ta Bursa'ya götürür
Yeşil Bursa'da konuk bir garip kuş
Otur denmiş oracıkta oturmuş
Ta yüreğinden bir türkü tutturmuş
Ne güzel şey dünyada hür olmak hür
Benerci, Jokond, Varan Üç, Bedrettin
Hey kahpe felek ne oyunlar ettin
En yavuz evlâdı bu memleketin
Nâzım ağabey hapislerde çürür
Cahit Sıtkı TARANCI

6 Mart 2021 Cumartesi

Demir Leblebi de Ne?

 CHP Kadın Kolları tarafından düzenlenen bir etkinliğe "Demir Leblebi" adını vermişler.

Telefonuma sık sık bu etkinlikle ilgili ileti gelir. Açıp okuma zahmetine bile girmiyorum çoğu zaman.
Bu nasıl bir addır, böyle tuhaf bir metafor olur mu?
Kadın mücadelesi için bula bula "demir" ve "leblebi" mi geldi aklınıza?
Ben demir olmayı da leblebi olmayı da istemiyorum.
Bana kalırsa kadına "eril özellikler" yüklemekten başka bir anlamı yok.
Ne zaman kadını kadın gibi görüp insan olabilme kavgasının içine çekeceğiz, bilmem.
Ben önce insanım sonra da kadın.
"Erkek gibi kadın" lafından oldu bitti nefret ederim. Meziyetmiş gibi geçmişte, devrimci mücadele içinde bana yakıştırıldığında da sevmedim, şimdi de sevmiyorum...
İki gün sonra "Dünya Emekçi Kadınlar Gününü" kutlayacağız. Kadın birlikteliğini, dayanışmasını, gericilik ve yobazlık karşısında kadının insan olabilme ve kadının emek mücadelesini kutsayan 8 Mart günü kapıda.
Bana bugün "Demir Leblebi" çalışmalarını duyuran bir ileti gönderdi CHP Kadın Kolları Genel Merkezi.
Yakışıksız bir benzetme...
Şöyle bir göz atıp sildim.

3 Mart 2021 Çarşamba

İnternet Yanıltabilir mi?

 İnternet tam bir kargaşa. Bilginin kirlisi, temizi, yalanı dolanı ne ararsan var. Kitaplardan araştırma yapmayı, kitap okumayı (özellikle şiir kitapları) bıraktığımızdan beridir bilgiler kirlendi, karardı, içinden çıkılamaz bir hale geldi.

Uydurma şiirler Can Yücel’indir diye, Nazım Hikmet’indir diye, Mevlana’nındır diye paylaşılıyor. Okuma özürlüler de sorgulamadan bunların yayılmasını sağlıyorlar.

Bunlardan birkaçının tuzağına düştüğümü itiraf etmeliyim. Okumamış olduğum kitaplardadır, dergilerde kalıp kitaplara girmemiş metinlerdir diye peşine düşmedim, yanlışı doğru belledim.

Bir süre önce "Tanrım Beni Yavaşlat" adlı bir metne rastladım. Bir Hitit Duası diye ekleme yapılmış.

Okudum, hani şu ilk bakışta insana çok hoş gelen "yaşam öğütleri" var ya, onlardan biri. Okudum ama ilk dizelerde alarmlar çalmaya başladı, aslını sonra araştırırım diyerek attım bir kenara, unuttum gitti.

Sonra bugün aklıma geldi ve bakayım dedim.

Şöyle cümleler var:

“güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret”

Hititler bu coğrafyada M.Ö. 1600’lü yıllarda kurulmuş bir devlet. Çivi yazısıyla kil tabletler üzerine yazıyorlardı ve okuma yazmayı Tanrıların sanatı diye görüyorlar, çok özel ayrıcalıklı kişiler dışında kimse okuyup yazamıyordu.

Yani 5 kitaplık bir kütüphanede bulunan kitapların ağırlığı 500 kg falan olmalı. Her sayfa bir tablet hesabıyla 100 sayfalık kitaplar…

Güzel bir kitabı yanında taşıyıp birkaç satır okumayı düşünen bir Hititli…

Bu Hititli Kaplumbağa ve tavşan masalını da biliyor… Masalı yazan Ezop MÖ 6. Yüzyılda yaşadığı varsayılan Yunan masalcısıdır. Hititlerden aşağı yukarı 10 yüzyıl sonra tarih sahnesine çıkmış.

Sonra Google’da, “Tanrım beni yavaşlat” diye sorguladığımda karşıma çıkan ne varsa baktım.

Meğer bu metin aslında Wilfred Arlan Peterson’a aitmiş. Adam, 1900-1995 yılları arasında yaşamış, Michigan doğumlu, Amerikalı bir düşünür ve yazarmış...

İki metni karşılaştırdım, Hitit duası ve bir duvar yazısı olduğu söylenen metin çok daha uzun. Metin Peterson’un şiirine yapılmış eklemelerle uydurma bir metin.

Her şeyi Google amcadan soran, kitaplara bakmayı, asıl kaynağa dönmeyi unutan bir toplum olduk.

Sıkıntılı bir durum, gelecek için bir tuzak…

 

 

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...