6 Aralık 2022 Salı

Mardin'den Anılar

 Mardin Lisesi orta son...

Yılları kim sayar!... Oturup hangi yıl olduğunu hesaplayabilir miyim!...
Sevgili Semiha Kihtir ve Sevgili Tevfik Görgülü (Lise 1'den sınıf arkadaşlarım) belki anımsar. Sormak gerek.
Adlarını bile unuttuğum güzel arkadaşlarım... Sade Fehmiye kalmış aklımda. Arkamda orta sırada...
O da suçluluk duygumdan...
Bir tiyatro oyunu sergiliyorduk. Sevgili hocamız Zeliha (Kihtir) Ozay yönetiyor. (Bir de Mehmet Sadri Bey varmış, unutmuşum, yıllar sonra Facebook'ta karşılaşınca kendisi anımsattı. En derin saygılarımla.)
Rolüm gereği züppe bir anneyim. Takıp takıştırmam gerek. Nereden bulacağım o gösterişli küpeleri, kolyeleri diye kara kara düşünürken canım Fehmiye yetişti imdada. Işıltılı, sarkaçlı, renkli küpelerini verdi bana. Yıl sonu müsameresi olduğu için küpeleri iade edemeden tatile girdik. Yazın aniden babamın tayini Urfa'ya çıkıverdi. Küpeler kaldı mı bende... Hem komşumuz hem annemle babamın sıkı dostları Sabire Abla'ma bıraktım takıları. Okul açılınca okula gidip küpeleri idareye bırakacak, Fehmiye'ye vermelerini sağlayacak. Olmamış, Sabire Abla'm çalışmaktan fırsat bulamamış, unutmuş. Küpeler öylece bir kenarda unutulup gitmiş.
İşte Fehmiye'ye karşı duyduğum suçluluğun nedeni budur. Adı da benim kör belleğime takılıp kalmıştır.
Ama şimdi bu fotoğrafa bakarken öyle hissediyorum ki bu güzel arkadaşlarımla karşılaşsam hemen tanırım, adları da o kör kuyudan fırlayıp çıkar gün yüzüne.
Ah gençlik!...
Ah kalın tül perdelerin arkasındaki hayal meyal yaşantılar, anılar...
Bir saat bile olsa o anları yaşamak için kalan ömrümden ayları feda edebilirim sanıyorum.
Anılarımın Mardin'inden yaşayanlara binlerce selam ve sevgiler...

Zaman, Yaşam, İnsan

 Albümleri elden geçiriyordum. Çoğu fotoğrafın çekildiğini bile unutmuşum. Fotoğraflarda yer alanların bir bölümünü de...

Anıları tazeledim, anıları eşeledim, anılara gömüldüm gırtlağa kadar.
"Vah gençlik!" diyerek öyle bir iç geçirmişim ki Yaşar bastı kahkahayı.
Unutmadıklarım da çok elbette.
İşte bir tanesi. Solda Cahide Püskülcü, sağda Süheyla Meker,...
Samsun Eğitim Enstitüsü... Sanırım son sınıftaydık.
Kimbilir hangi sınavdan çıkılmış veya bütün gece ders çalışılmış ya da gün yoğun geçmiş... Yorgunluk yüzlerden okunuyor. Bir üfürseler uçacak gibiyiz. Cahide yorgunluğa meydan okuyor gibi...
"Ey hayat
Sen şavkı sularda bir dolunaysın."
Onur Akın dolandı dilime durup dururken.
Bu ara böyleyim dostlar; anılar beni saçıp savuruyor.
Anılar babasının mirasını yiyen bir mirasyedi gibi; beynimde ne varsa harcıyor.
Ama yaşamı, insanları daha çok sevmeye başladım. Beynimin kıvrımlarındaki yolculuğum zamanın, yaşamın, insanın değerini anımsatıyor durmadan.
(Masada Bafra sigarası... Kimbilir kaç yıl içtim.)

28 Kasım 2022 Pazartesi

BİRAZ ONDAN BİRAZ BUNDAN

 Peşpeşine iki farklı dizi izledik. İkisi de İngiliz yapımı, çok beğendik. Özellikle biri, Black Earth Rısıng, çok etkiledi beni. Başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere emperyalizmin Kara Afrika’nın yer altı zenginlikleri üzerinde oynadığı çirkin ve vahşi oyun gırtlağımıza kadar tiksintiyle doldurdu içimizi.

“Batılılar geldiğinde onların ellerinde İncil, bizim de topraklarımız vardı. Bize, gözlerimizi kapayarak dua etmeyi öğrettiler. Gözümüzü açtığımızda bizim elimizde İncil, onların elinde ise bizim topraklarımız vardı.”

Dizi boyunca Kenya’nın kurucu başbakanının bu sözleri çınladı durdu beynimde.

Diğeri İngiliz aristokrasisini yerden yere çalan bir diziydi.

Filmler, diziler, belgeseller ufuk açıcı olabiliyor.

***

Son birkaç yıldır bir film, bir kitap, bir şarkı peşine takılıp savrulup gidiyorum. Bir tür kaçış sanki.

İşe yarıyor mu? Ne gezer… Bir süreliğine aklımı ve yüreğimi yıkayıp arındırıyor, o kadar…

Kimi zaman gündemdeki konulara takılıp kalıyorum. Aklımdan atmak için ne denli uğraşırsam uğraşayım beynimin her bir hücresini ele geçirmiş gibiler…

Bir kadın “Senin kariyerin çocuk yapmaktır.” diyen birinin yüzüne nasıl gülümser, elini nasıl sıkar?

***

Kış iyice kendini gösterdi.

Daha kapıdan dışarı adımımı atar atmaz burnumda kış kokusu… Durdum, derin derin içime çektim…

Üç beş gün sonra böyle rahat nefes alamayacağım, hava kirlenecek. Bir gün güneş bir gün yağmur ve soğuk… Havalar kararsız.

“Kılıçdaroğlu aday olursa kazanamaz.” çeşitlemeleriyle kafa bulandırmaya çalışan aşağılık politikacılar karşısındaki seçmen gibi…

Kararsızlık berbat bir huydur, kişilik zayıflığını gösterir. Her yöne dönebilir, dün yaptığını bugün inkâr edebilir.

Kararsızlık çoğu zaman kararsız elemanın çevresindekilere zarar verir. Durmadan yalan söyleme eğilimleri de vardır.

Tanrı bizi kararsız seçmenden korusun.

***

Antik Yunan mitolojisindeki cehennemin ya da yer altı dünyasının kapısını bekleyen Kerberus adındaki üç başlı canavar köpeği bilirsiniz.

Bugünlerde her yerde Kerberuslar var.

Pazartesi gün doktora gittim. Düştükten sonra kesilmeyen ağrılarıma çare bulmayı ve dizime yeniden bir iğne yaptırmayı umuyordum.

Hastanedeki doktorların sekreterleri, röntgen çeken teknisyenler, pansuman odasındaki hastabakıcı ve muhatap olduğum başka kim varsa her biri ayrı ayrı Kerberus’a dönüşmüşler. İki karış suratlar, ağız içinde gevelenen açıklamalar, terslemeler, haksızlıklarını bastırmak için Kerberus hırlamaları…

Sanırsınız doktor odasının kapısında değil de cehennemin kapısındalar…

Kendimden biliyorum, birileriyle kapışmak ya da terslemek zorunda kaldım mı günlerim zehir oluyor; mutsuz biri oluyorum. Bir türlü içimden atamıyorum.

Bu insanlar bunca aksi, bunca kibirli, bunca kırıcı iken nasıl uyuyabiliyorlar?

İşte sadece biri…

Röntgen bölümünde elime verilen kâğıtta 2. odaya gitmem gerektiği yazıyor. Odanın önünde bekliyorum ama odaya girip çıkan yok, görevli de görünmüyor. Birinci odaya sürekli birileri girip çıkıyor.

Gidip sordum; bana “Çağırdık sizi, gelmediniz.” diye çıkıştı adam. Neredeyse dövecek. Kâğıdı attım önüne, burada iki yazıyor, neden birden çağrılıyorum. Benim kulağım duymuyor, duymak zorunda da değilim. Ama siz o odada olmak zorundasınız.” dedim. “Mesai bitiyor, beklemek zorunda mıyım?” dedi. Tam kavgaya tutuşmuştuk ki röntgeni çekecek olan teknisyen geldi, kolumdan tuttu, “Gel ablacığım, seni hemen alıyorum.” dedi. Öfkemi o çocuktan çıkardım, düşündüklerimi saydım döktüm. Kaç gün geçti, hala ne kendi sözlerimi ne de o azarlanmayı unutmuş değilim.

Pansuman odasındaki pansumancı Ramazan (Adını öğrendim çünkü insanlıktan çıkmış bu adamı şikâyet etmeyi düşünüyorum.), doktor sekreterleri, güvenlikçiler… Hepiniz insanlığınızı nerede bıraktıysanız arayın bulun. Birazcık güler yüz, tebessüm, yumuşak bir üslup, azıcık insanlık gösterisi sizin de iyi hissetmenizi sağlayacak, inanın.

Aslında doktorların da onlardan kalır yanı yok. Kendi kabalıklarının yanında bunca çirkinliğe göz yumdukları için de suçlular. Her şey gözlerinin önünde olup bitiyor.

Bu yaz hep hastanede geçti zamanım. Bunları yaşamak zorunda kaldım.

***

Bu yazı bir aydır dinlenmede.

Kimi zaman duygularım sıcaklığını yitirmeden yazmayı severim. Hemen, anında…

Kimi zaman da öfkemi yatıştırmak için beklerim. Parladığım zaman kendimi dizginleyemediğim de olur çünkü.

O gün yazdıklarımdan bir gün sonra vaz geçtim.

O pansumancıyı da şikâyet etmedim. Ne bileyim, pek doğru gelmedi.

Ne dersiniz, bir gün bu ülkenin insanlarının çoğu yeniden insan olduklarının ayırdına varacaklar mı?

25 Haziran 2022 Cumartesi

Yüreğim Konuştu Benimle

 

"İnsanoğlu çiğ süt emmiş." derdi eskiler.
Bu, anne sütünü hor görme, aşağılama anlamında değil de insanoğlunun çiğliği, olgunlaşmamışlığı ile ilgilidir.
Hem çiğdir hem çiğliğini bilmez de kendini dünyanın merkezine kor.
"Küçük dağları ben yarattım, büyükler dedemden kaldı."
Ego, ben merkezcilik, narsisizm, kibir…
Bu insanoğlunun şiiri ve daha sonra da müziği yaratmış olabileceğine inanmak güç.
Bana kalırsa şiir doğanın içindedir; havadadır, sudadır, topraktadır... En çok da toprakta; tek bir ağaçta, ormanlarda, dağların doruklarında, bir uçurumun kenarında açıvermiş bir top sarı çiçekte örneğin.
Kuşların sesinde, bir aslanın yelesinde, bir ceylanın ürkekliğinde, rüzgâr kavak ağaçlarını bir o yana bir bu yana yatırırken çıkan seslerde şiir vardır.
Kimbilir hangi koyakta toprağın yumuşak yüzünü aralayıp dışarı sızıvermiş pınarın önünü açtığı, başka kaynaklardan, eriyen kar sularından beslenen bir dereciktedir şiir.
(O çiğ süt emen insancıkların, setlerle, santrallerle, madenlerle ömrüne kastettikleri derelerin şimdilerde şiiri tükendi.)
Doğa tarafından insanoğluna armağan edilmiştir şiir.
Şiir yeryüzünü şöyle bir dolanmış, konaklayacağı insanları kendi seçmiş, ruhları sağaltmış, saflaştırıp berraklaştırmış, gönüllerde kendi saltanatını kurmuş. Doğadan kendine yoldaş olarak aldığı müziğe koşmuş kendisini.
İnsanlar çağlar öncesinden çağlar sonrasında rüzgâr kanatlı şiirin ezgisiyle yoğrulmuş, pişmiş, tatlanmış.
Çiğ kalan, yüreği kömür karasından beter karanlık insanların şiirle işi olmamış.
Şiiri sevmeyince uçurumun kenarında açan bir top sarı çiçeğin büyüsü işe yaramamış, yolup atmışlar.
Derelerin şırıltısından nefret etmişler.
Bir damlacık eti için kuşları avlamışlar.
Para için, üstelik devlet eliyle ceylanlara vur emri çıkarmışlar.
Ormanları yakmışlar. Kaplumbağalar çıra gibi yanmış yok olmuş ama karanlık yürekleri titrememiş bile.
Sevmeyi unutmuşlar; evlat babasını egosu kadar sevmiş. Baba evladı geleceğe yatırım gibi görmüş.
Yönetenler, egemenler insandan nefret etmişler. Keseler şiştikçe vicdan, adalet duygusu küçülmüş, yok olmuş.
Şiir konduğu gönüllerde direnmeyi sürdürüyor. Müzik de öyle…
Ne yasaklar ne engeller şiirle ve müzikle yunmuş yıkanmış gönüllerden, akıllardan sözü ve sesi söküp alamaz.
Akıl düşünecek, yürek besleyecek, dil söyleyecek…
Şiirle direnmeyi, sevmeyi, ağlamayı, gülmeyi, isyanı, yaşamayı ve ölmeyi öğrenmiş bir yüreğin zalime eyvallahı yoktur.
Şiir daha çağlarca, dünya durdukça rüzgâr kanatlı sözlerle, ezgilerle var olacak.
Şiirli yürekler direnmeye devam edecek. Annelerin kucağında, çocukların masumiyetinde, dostların gözlerinin içinde, kardeşlerin sevgisinde, alın terinde, emekte, sevgiyle dokunulan her şeyde şiir yaşayacak…
Ama zalim er geç yok olacak. İnanıyorum, biliyorum.

3 Haziran 2022 Cuma

İnsan İnsan Derler idi

 

İnsan İnsan Derler idi

1 Haziran 2022

Hastane eve yakın. Şöyle ortalama bir yürüyüşle dört dakikada ordasın. Ama dizler ve ayaklar benimki gibiyse ve de yol neredeyse dimdik bir yokuşsa zor.

Durak evin önünde. Yola çıkarken otobüs geçti, durmaz ama gene de el kaldırdım.

Durdu, arka kapısını açtı, beni bekledi.

Hani hep derim ya; en umutsuz, aklımla-ruhumla en kavgalı olduğum zamanlarda, bir küçük ışık, bir parıltı bir yerlerden, bir insan suretinde çıkıp geliyor, gönlüme yerleşiveriyor.

Bu kez o ışık otobüsün şoförü oldu.

***

Doktorun adı Şifa Postallı…Günler öncesinden randevu aldım. Salgın başından beri ilk kez hastaneye gönüllü gideceğim.

Nöroloji polikliniklerinin sadece birinin üstünde doktorun adı var. Herkes benim gibi doktorunu arıyor.

Bir güvenlik görevlisine “Şifa Bey’in odası hangisi?” dedim, gösterdi.

İlk sıradayım, oturdum bekliyorum. Adımı duyunca kapıyı tıklattım, girdim. Sekreter ‘insan’ bakışlı, tatlı, efendi bir çocuk. Doktorun odasına buyur etti. Masada bir genç kadın oturuyor. Hoş geldiniz dedi, şikayetimi sordu. Şaşkınım. Doktorun o olduğundan emin değilim. Kafamda nasıl bir “erkek doktor”, “erkek adı-kadın adı” kurgulamasıyla geldiysem… Bereket telefon çaldı, genç kadın “Ben doktor Şifa” diye yanıt verdi de beni yerin dibine sokacak bir sıkıntıdan kurtardı.

Önyargı ya da koşullanmışlık; adın her neyse, sen kahrol emi… Kahrol, yok ol, kafanı kır, gözünü patlat da geber, bir daha insanların beynine, yüreğine gireme.

Ne alçak bir şeysin sen önyargı.

Seni besleyen, seni ruhumuzun en karanlık köşesine yerleştirenler de kahrolsun.

 

(Kemal Kılıçdaroğlu’nun kişiliği, karakteri, donanımı, devlet adamlığı hakkında tek söz söyleyemeyenler, onun Alevi oluşu yüzünden cumhurbaşkanı seçilemeyeceğini söyleyip ön yargıları, koşullanmışlıkları kışkırtıyorlar ya…)

***

Doktoru bekliyorum. Bir telefon çaldı. Adam açtı telefonu, oldukça alçak bir sesle “Alo, buyurun efendim.” dedi. “Benim efendim, kiminle görüşüyorum efendim.” diye devam etti.

Ooo, tam bir beyefendi…

Kayıtlı bir telefon değil, belli. Karşıdaki kim olduğunu söylemiş olmalı.

Bir anda o nazik ve yumuşak ses en yüksek perdeden “Oo, sen misin la? Nirelerdesiñ, ne vaat geldin? İmtana girdiñ mi? İyi miydi la? Ben de hastanedeyim ya la. Nörolojiniñ orda, he gel gel.” diye gümbürdemez mi?

Kalabalıkta yüksek sesle telefonda konuşanlarla, hastane koridorunu oturma odası sananlarla dolu bir dünya…

Konuştuğu delikanlı geldi. Sonrası mı? Boş verin…

(n harfinin üstüne koyduğum işaret yani “ñ” dilbilimcilerin alfabemizde olmayan ama pek çok yerel ağızda var olan bir sesi karşılamak için kullandığımız bir işarettir. Niğde’de ve başka bazı kentlerin ağzında “n-g” seslerinin ortasında, genizden gelen bir ünsüz vardır. Latin Kökenli Yeni Türk Alfabesi İstanbul ağzına göre biçimlendiği için bu yöresel ağızlardaki bazı seslere karşılık harf yoktur. Bu nedenle, dilbilimciler Türkçe’nin varlığı olan bu sesler için o işareti kullanmışlar. “h – k” arasındaki gırtlak ünsüzü için de durum böyledir.)

***

Hastanenin tam karşısında beş-on eczane var. Karşıya geçerken şöyle bir göz attım, adı hoşuma giden eczaneden alacağım ilacımı.

Aralarından biri hemen gözüme takıldı. Anadolu Eczanesi…

“Eczane Anadolu” değil, mis gibi Türkçemizin kurallarına uygun Anadolu Eczanesi…

Sevindim, gözüm gönlüm açıldı valla. Çünkü eczanelerin, yasaların emriymiş gibi, Türkçe’ ye göre değil, İngilizce cümle yapısına uygun şekilde “Eczane Pınar, Eczane Şifa” gibi adları kullanmalarına kızıyordum.

Oraya yöneldim, içeri girer girmez eczacıya bu duygularımı anlattım. Gözleri parladı, bir sevindi ki… Gencecik, güzeller güzeli bir genç kadın… Yolum düştükçe başka eczaneye gitmem artık…

***

3 Haziran 2022

Geldik bugüne…

Yaşar’a “Yürüyüş yapalım, parkta, Yeşilçam Kafe’de bir çay içer, döneriz.” dedim, kırmadı beni.

Vardık ki Yeşilçam Kafe’nin duvarda bir adı kalmış. Her taraf harabeye dönmüş.

O güzelim parkın üst girişinde, duvarları, bahçedeki panoları Yeşilçam yıldızlarıyla dolu güzel bir mekandı. En son geçen sonbaharın sonlarında gitmiştik. Bir yıl bile olmadı. Ekonomik krizden nasibini almış. Hüzünlendik.

Parkta bir süre dinlendik ve döndük.

Sizler de öyle misiniz bilmem ama ben bu hızlı değişime ayak uyduramaz oldum. Aslında değişim değil de çöküş demeliydim.

Bir kent bu denli hızla kimliksizleşebilir mi?

Bir kenti yaşayan, nefes alan, güvenli kılan, bir yurt haline getiren tek şey karakteridir. İki yıl önce gördüğünüz bir parkı yerinde bulamıyorsunuz. Yıldırım hızıyla dükkanlar açılıyor, aynı hızla kapanıyor. Okullar durmadan yer değiştiriyor, ad değiştiriyor. Kentin belleği siliniyor, kentin insanlarının kökleri yok oluyor.

Hiçbir devlet kurumu beş yıl önce olduğu yerde değil.

Hazin olan bunu gelişme adına yapmaları.

Belediyenin önündeki park alanının öyküsü ne kadar acıdır.

İnsanlarımız da suçlu, hem de çok. En yüksek, en lüks kulede oturuyor olmayı uygarlık sandılar.

Bugün arkadaşım Aynur yakınıyordu; Bor’da, yıllar sonra ziyaret ettiği mahallesini tanıyamamış.

Gelişme değil bu; düpedüz çürüme, çöküş…

Ekonomik kriz çöküşü körükledi...

Son yirmi yılda bu kente çok büyük kötülük yapıldı. Önceden de bu kadim, güzeller güzeli şehre saygısızlık yapılmıştı ama bu yirmi yıl tüy dikti.

Sözünü ettiğim parkın, Kızılelma Parkı’nın da başına gelecek olanlardan korkuyorum. Öyle güzel bir yer ki…

Kayaların içinden fışkırmış cennet parçası gibi. Çölde bir vaha...

Ne diyelim, biz göreceğimizi gördük ama çocuklara görecek bir şey bırakmadık.


12 Mayıs 2022 Perşembe

Bir Avcılar Öyküsü Daha




 Bir Avcılar Öyküsü Daha

1980 Yılı Ekim Ayı başlarında evimden uzaklara gitmek zorunda kaldım.

Öğretmen arkadaşlarım Aytekin Kolsuz, İsmail Tezgel, Ayten Sayın, dostlarım, verdiler sürgün haberini. Aytekin’in amcası Milli Eğitim Müdür yardımcısıydı sanırım.

Öğretmenler odasındaydık, ders bitimiydi. Sadece “Eyvah, benim sabahları kendiliğimden uyanma alışkanlığım yoktur, annem uyandırır. Yandık. Bir çalar saat almalıyım.” dedim.

Akşam evdeki ağır, kederli hava kapı ziliyle bölündü; Ayten, İsmail ve Aytekin gelmişler, bir armağan getirmişler. Mavi çerçeveli, kadranında mavi bir papağan ve çiçekler olan çok şık bir çalar saat…

İşte yanımda götürdüğüm ve umuda tutunmamı sağlayan şey o çalar saat oldu

Mavi saatin mavi umutları vardı... O saat her sabah çaldığında “Asla vaz geçme.” dedi bana, dostlarımın sesiyle...

Zaman zaman yazdım, anımsayacaksınız; faşist Kenan Evren cuntasının kasırgası beni, yepyeni bir yaşama, hiç bilmediğim yepyeni heyecanlara götürdü. Yaşam hakkında deneyimlediğim ne varsa bu süreçte yaşadım ben.

***

Avcılar Köyü bir dağın eteklerinde, Erzurum Erzincan Karayolu üzerindedir. Doğrudan Fırat’ın büyük koluna, Karasu’ya dökülen bir dereciğin iki yakasına konuşlanmıştır ve de Karasu köyün eteğindedir.

Eskiden anneannem yeşillikler içinde bir yer gördü müydü “Yalan dünyanın cenneti” derdi.

Avcılar yalan dünyanın cennetidir. Yeşillikler içinde, bağlık, bahçelik bir yerdir.

Başınızı sokacak bir ev bulmak çok zordur. Elektriksizlik, susuzluk köyün cezasıdır. Kent merkezine bu denli yakın olup da elektriksiz olmak bu ülkede Alevilere yüzlerce yıldır reva görülen ötekileştirmenin sonucudur bana göre. Elektrik benden iki yıl kadar sonra geldi.

Derler ki köyün asıl kurulduğu yer daha yukarlardaymış. Heyelan nedeniyle aşağıya taşınmıştır köy.

Eski köyün çok daha üstlerinde mezralar, yaylalar vardır ve köy halkı oraları destan gibi anlatır.

Yaylaları geçip de dağın öte yakasına baktığınızda Otlukbeli Savaşı’nın yapıldığı Tercan Ovası’nı görürsünüz.

Eskiden olduğu gibi hayvanlarla uzun süreli çıkılmıyor yaylaya. Ama köyün rüzgâr ayaklı insanları sık sık gezmeye gidiyorlar. Arıcılık yapanlar da bir süre yaylayı, eski köy civarını mesken tutuyorlar.

Bu yürüyüşlerde doğanın her türlü nimeti elinizin altındadır.

***

Günün birinde Yılmazlarla ben de bu yayla yolculuğuna katıldım. Sevgili Adalet ve Huri banyo için su hazırlamamı, döner dönmez banyo yapmamın şart olduğunu sıkı sıkı tembihlediler. Aksi takdirde bir hafta kendime gelemezmişim. Yanıma kalın ceket falan da almalıymışım. Haziranın 15’inde ceket almanın nedenini sormadım ve denileni yaptım. Bir gün önceden kaplarımı doldurdum. (Köyde evlerde su yoktur, çeşmelerden taşınır.)

Gece saat üç sularında yola koyulduk. Ben ayak bağı olacağım, orası kesin, tempolarına uyabilir miyim, bilmem.

Adiloş Yılmaz’ın eşi, Huri kardeşi… Kardeş olsak bu denli anlaşamayız. Güle oynaya yola koyulduk. İlk iki saatten sonra bana öyle geldi ki tırmandığımız dağ çoktan iki hatta üç misli büyümüş ve uzaklaşmıştı bile.

Bizimkilerde tık yok. Dedim ya; rüzgâr ayaklılar.

Yer yer vadilerden geçiyoruz.

Eski köyü çoktan geride bıraktık. Güneş doğdu. Yılmaz bir o yakaya bir bu yakaya koşturuyor. Uzaktan bir pırıltı gördü mü oraya yöneliyor. Mantar avcısı benim kardeşim. Torbası doluyor. Huri ve Adalet önlerine ne çıkarsa onunla yetiniyorlar.

Hava çok soğuk. Artık kuzey yamaçlardaki karların içindeyiz. Çoğu erimiş ama ara ara öbek öbek ışıldıyor.

Havada büyüleyici bir koku asılı. Nereden geldiğini anlamak olanaksız; her yerde… Renklerini bile tanımlamakta güçlük çektiğim çiçekler açmış. Laleler, çiğdemler, neler neler… Yer yer kar yığınlarının içinden gülümseyen kardelenler…

***

(Keşke adım kardelen olsa… Bu çiçeğin adı bana, kapkara bir kumaşı yırtarcasına karanlığı yırtarken bir eliyle de o karanlığa şimşekler savuran masalsı bir kahramanı anımsatıyor. Umudun adı kardelen, ne güzel! Kavganın adı kardelen ne güzel! Aydınlığın adı da kardelen.)

***

(Bu satırların yazıldığı akşam hava çok ağır… Öğleden sonra Canan Kaftancıoğlu, hakkındaki davanın sonuçlandığını siyaset yasağı ve hapis cezası aldığını açıkladı. Bir kardelen de Canan Kaftancıoğlu’dur. Aslında bu topraklarda bütün kadınlar kardelen, Canan olmak zorunda…)

***

 O eşsiz kokulu, çarpıcı ışıltıların endemik olduklarından haberim yok, toplayıp başıma taç yaptım. Dinlenmek için durduğumuzda yere uzanıp gökyüzünü selamladım.

Otların yer yer kazılmış gibi eşelendiği yerlerde Yılmaz “Domuzlar var yakınlarda.” dedi. Domuzlarla ürkütücü bir deneyimim vardır benim. Ürperdim.

Bir süre sonra Yılmaz ayı izleri gördüğünü söyledi. İzler tazeymiş. İyice tırstım. Adalet ve Huri’ye yapıştım iyice. Onlar pek umursamıyorlar. Yılmaz’ın neden tüfek aldığını anlamamıştım. Şimdi anlaşıldı.

 

Öğle saatlerinde vardık yaylaya… Üstü açık ağıllar, barınmak için yapılmış ama artık bir harabeye dönmüş birkaç kulübe…

Adalet, bir büyük taşın altından kaynıyor gibi görünen kaynağın dibine oturdu. Uzaktan fark etmemiştim, heyecanlandım. Ben de yanına çöktüm; suyu avuçladığım gibi yüzüme çarptım ama ellerim ve yüzüm bir anda şoklanmışa döndü. O kadar soğuk…

Adalet çantadan bir karpuz çıkarıp suyun altına koydu, Yılmaz bir yetmişliği karpuza yasladı. Onca yol bu ağırlıkları taşımış olduklarından haberim yok.

Hızla mantarlar temizlendi, ateş yakıldı. Huri viran kulübenin duvarının dibinden birkaç taşı kaldırdı; tuz, bıçak, birkaç şey daha…

Yılmaz’ın en şakacı halleri burada… Ortaoyunu seyreder gibiyim. Gülme krizine girdim. Ayaklarımın ağrısı dayanılmaz ama kimin umurunda. Ayakkabılar fora… Soğuk suyun içine daldırıp daldırıp çıkarıyorum. Çığlık çığlığa…

Çok gülüyorum, çok eğleniyorum, arınıyorum, temizleniyorum. İçimde bir huzur.

Mantarlar közlendi, Hurinin açtığı sofranın içinde çökelek, lavaş ekmek. Adalet karpuzu kesti. Yılmaz rakılarımızı doldurdu. İlk kadeh ayakta, gülme krizi geçirirken içildi. Neye gülüyorduk, anımsamıyorum. Ama birlikteyken kaynak hep Yılmaz’dır.

Yılmaz, havanın ve rakının eze eze tadını çıkarmamıza izin vermedi. Haklı… Geldiğimiz yolu geri dönmek gerek.

İki saat dolmadan davrandık.

İniş daha hızlı oldu ama çok daha yorucu. Dimdik yamaçlardan düşmemeye çalışarak iniyorum. Başım dumanlı, peş peşine yuvarladığım rakı ve temiz hava çarptı beni. Rüzgâr ayaklılar bana ayak uyduruyorlar.

“Siz devam edin, inin aşağıya, ben buradan kendimi bir salarım, yuvarlanarak inerim, siz aşağıda yakalarsınız beni.” diye şakaya vuruyorum ama canım çok yanıyor.

Kuş sesleri hiç kesilmiyor. Ağrılara teselli.

***

Yola çıktığımız saatten çok erken döndük. Niyetim hemen yatmak ama Adalet söz almadan bırakmadı beni. Yıkanmak gerek.

***

Yundum yıkandım, arındım; kulağımda kuş sesleri, her yerde kokular, genzimi yakan temiz hava, ellerim hala       o suyun içinde…

Deliksiz bir uyku…

Bütün eski dostluklara, bütün sevgilere, unutulmayanlara milyonlarca selam ve minnetle…

 

6 Mayıs 2022 Cuma

DENİZLER

 


Biz, Denizler ya da Deniz Gezmiş'in idamı derken sadece onu değil, Yusuf'u, Hüseyin'i, 68’in devrimci öğrenci yoldaşlığından gelen ve Türkiye’deki NATO ve Amerikan varlığı ile 6. Filo’ya karşı, bağımsız ve sömürüsüz bir Türkiye için anti- emperyalist direniş eylemliliği içinde olan devrimci genç kuşakların öldürülme sürecini kast ederiz.

Deniz bir simge addır, çoğul bir addır, binlerce devrimcinin adıdır.
Sinan Cemgil, Alparslan Özdoğan, Kadir Manga, Hüseyin Cevahir, Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, İbrahim Kaypakkaya, Cihan Alptekin, Ömer Ayna, Ziya Yılmaz ve diğerlerinin adıdır Deniz.
Denizlere selam olsun.
Ölenler
dövüşerek öldüler;
güneşe gömüldüler.
Vaktimiz yok onların matemini tutmaya!
Akın var
güneşe akın
Güneşi zaaaptedeceğiz
Güneşin zaptı yakın!



19 Mart 2022 Cumartesi

Bahara Güzelleme

 



Havada kış ve bahar kapışması var.

Kış ağır uykudur; ölüme yakın… Uyanmamakta direniyor; fırsatını buldu mu tuhaf kar yağışları, soğuk rüzgârlar, güneşi bulutlara sarıp sarmalar…

Bahar uyanıştır, diriliştir, toprağın hayata dönmesi...

Bu yıl biri gitmemekte direnirken diğeri gelmekte acele ediyor.

Pencereden güneşi yakaladım; iki kar yağışı arasında görünen güneş mis gibi bahar kokuyordu.

Dışarı çıksam sızlayan dizlerimi hoşnut eder miyim ki? Pencereyi açıp, önünde birkaç dakika bekledim, buzzzz…

Sabırsızlanmamak gerek. Sonunda gelecek…

Ben de Kibele’nin, Venüs’ün, Bin Memeli Artemis’in, Hepat’ın, Kubaba’nın, Umay Ana’nın (Adına ne denirse densin, bu topraklarda hepsi Kibele’dir.), her zaman olduğu gibi ve daima olacağı gibi, toprağın bağrından ağır ağır doğrulup ayağa kalkmasını umutla, saygıyla, minnetle bekliyor olacağım.

Her bahar umudun yine ve yeniden doğuşudur.

Ben gene de bahara şiirler sunayım. Kim bilir, belki bu bahar başka bir bahar olur.

Umudunuz hep sizinle olsun.

19.03.2022

9 Mart 2022 Çarşamba

Eski Kışlardan Bir Kış

    Eski kışlardan bir kış.

Babam elinde kar küreği kapının önündeki kar yığınlarını temizliyor. Ferda ve ben elele tutuşmuş arkasındayız. Babamın sokağın başına dek bizim geçeceğimiz yolu açması gerek. Kimse yola çıkmamış, biz erkenciyiz.
Babamın arkasından adım adım gidiyoruz. Kar Ferda'nın boyunu aşıyor. Kardeşim henüz birinci sınıfta.
Babam bizi yola çıkarıyor ve dönüyor.
Ne servis, ne çocuklarını okula götürüp okuldan alan veliler ne de kar tatili...
Güzel zamanlardı, güvenli zamanlardı, ciddi zamanlardı.
Bu kış eski zamanların kışına benzer geçiyor.
Dün geceden beri yağan yağmur az önce kara çevirdi. Lapa lapa değil ama hızlı yağıyor.
Belli ki kalıcı... Hava raporlarına inanacak olursak üç dört gün yağacakmış.
Bir atasözü-tekerleme daha yeniden hayat buldu; mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır.
Komşum, kadim arkadaşım Ruhten Gülten bağının birkaç yıl önce, bu zamanlarda çekilmiş fotoğrafını paylaşmış. Ağaçlar tepeden tırnağa çiçeğe durmuş. Kaç yıldır kaysılarımızı soğuk vuruyordu. Bu yıl, dilerim bol meyvemiz olur.
Mutfaktaydım gene. Bulgur pilavı yapmaya niyetlendim. Tereyağında kavrulmuş soğan kokusu evi doldurdu. Binanın böyle berbat bir özelliği var. Yemek kokuları hem eve yayılır hem etrafa. Komşularımın kullandığı yağın bile ne olduğunu, ne pişirdiklerini anlayabiliyorum.
Bu kez müzik yok, nedense canım istemedi.
Salonun pencerelerini açtım. Kokuyu savmak gerek. Saatlerce kokacak yoksa.
Pencerenin önündeyim. Mutfak sıcaktı, terlemişim. Serinlik ürpertti, aldırmadım. Karın sürati başımı döndürdü. Yavaş yavaş lapa lapa kıvamına dönüşmesini izledim.
Bir kadın çocuğunun elinden tutmuş, çekiştirerek aceleyle gidiyor. Çocuk sürükleniyor, annesine yetişemiyor. Ayaklarında pembe bir bot. Kadının ayaklarında terlik var.
Bir anda kar yön değiştirdi, yüreğime yağmaya başladı. İçim buz gibi...
Çocuğunun ayağına bot giydirip terlikle kış geçiren kadın. Analık dedikleri bu duygu nasıl bir duygudur?
"Ülkede yoksulluk yok, çağ atladık. Uzaya gidiyoruz." diyen vicdan; kurum kurum kuruyasın, çatlayasın, yok olasın.
Gıda fiyatlarının yüksekliği haberinin yapılmasını yasaklayan, hayat pahalılığını anlattı diye televizyonlara cezalar yağdıran akıl; çarpılasın, kör kuyularda boğulasın.
Yaşar'a anlatmadım. Üç dört saat önce marketten aldığı iki poşet erzak için ödediği parayı anlatırken "Yoksullar ne yer ne içer?" diye kahırlanıyordu.
Kar yağışı çok yoğun...
İçimde zerrece sevinç kalmadı. Ben kış şiddetli geçti, bereketli bir yıl olacak umudundaydım.
Umudum kurudu, karardım kaldım. İflah olmaz iyimserliğim de beni terk etti.
Göz pınarlarımı zorlayan damlaları zaptetmeye çalışmadım bile.
İçim çok acıyor.

Beğen
Yorum Yap
Paylaş

9 Şubat 2022 Çarşamba

CHP'NİN KRONİK HASTALIĞI

 Bugün genç bir dostumla sohbet ettik biraz.

CHP'nin taşra örgütlerinde de genel merkezdeki anlayışın egemen olduğu konusunda düşüncelerimiz benzeşiyordu.
CHP hala bütünleşip tek bir gövde gibi esnek hareket edemiyor.
Bir belgeselde sığırcıkların dansını izlemiştim.
Binlerce minik kuşun aynı anda aynı hassas ritmi tutturup o eşsiz koreografiyi canlandırmasına ağzım açık bakakalmıştım.
"Kuş beyinli" sözünün kuşlara ne büyük bir hakaret ve haksızlık olduğuna inanıyorum artık.
Genç dostum, Niğde il ve ilçe örgütlerindeki grupları bir solukta saydı indirdi. Falanın adamları, filanın adamları, falancanın tayfası, filancanın yancıları...
Hepsi bildiğim isimler...
Hepsi konumlarını gelecek üzerine kurdukları düşlere endekslemişler.
Hepsi yıllardır siyasetin içinde.
Hepsinin yaşı ellinin altmışın üstünde.
Hepsi siyaseti günlük yemek listesi gibi görür.
Hepsi...............
Her neyse.....
Ama hiçbirinin "sığırcıkların dansı" gibi bir olup, bütünleşip, uyum içinde ülkeyi içinde bulunduğu açmazdan kurtarmak gibi bir projesi yok.
Hiç biri Namık Kemal'in ""Bârika-i hakikat, müsâdeme-i efkârdan doğar" sözünü duymamış, duyduysa bile içselleştirmemiş.
Hiç birinin bu sözdeki gibi "düşünceleri çarpıştırıp" gerçeğe ulaşma gibi bir kaygısı yok.
Mevlana, yüzyıllar ötesinden, “Aklın varsa bir başka akılla dost ol da işlerini onunla danışarak yap!” diyor.
Ülkenin geleceğini kurma iddiasındaki bir partinin "hal-i pür-melali" insanın içini acıtıyor.
Birlikte çalışma, siyasi çalışma denince akıllarına çarşı pazar birlikte dolaşmak gelen insan toplulukları...
Gece gündüz birlikte olup, özveriyle, hiç bir karşılık beklemeden düşünceleri, projeleri konuşup tartışan, yeni ufuklar yaratmaya istekli siyasetçiler gerek bize.
Coşku gerek.
Gençler gerek.
Gençleri hamal gibi gören zihniyetten kurtulmak gerek.
Bin yaşındaki siyasetçilerin, düşünmeye, konuşmaya üşenen içi geçmiş insanların yerlerini ivedilikle gençlere bırakması gerek.
Dinamik, akıllı, zehir gibi zeki gençlere...
Siyasette emekli olmayı milletvekili olmak sanan zihniyet mide bulandırıyor.
Daha neler neler yazılır çizilir bu konuda...
Ne yazık ki bu da bizim mahallenin açmazı.
Umut?
Yok...
Genç dostumla söyleşimizin özeti üç aşağı beş yukarı böyleydi.
(8 Şubat 2022 Tarihli Facebbok yazım)

Yağmur kaçağı

 Bugün kuaför randevum vardı.

Hava yağışlıydı, biliyorum ama yola çıkıncaya dek yeniden başladığını farkına varmamışım.
Şemsiye de almadım. Çünkü henüz bir elde şemsiye diğerinde baston yürümeyi beceremiyorum. Hele otobüse binmek inmek...
Nasuh Mahruki'den ders almalıyım. Yok, Everest'e tırmanmayı değil, otobüse tırmanmayı öğretsin, yeter.
Gerçi onun derdi başından aşkın. Kuruculuğunu yaptığı, ömrünü adadığı Akut'tan zorla uzaklaştırıldı ya, şimdi de mahkemeye vermişler bu yiğit, korkusuz, sözünü sakınmadan söyleyen adamı. AKP bir biçimde satın aldı o efsane kuruluşu. Sonrası... işte biliyorsunuz.
Yağmurun altına attım kendimi. Durak yakın, pek ıslanmadım. Zaten ahmak ıslatan tarzında yağıyor.
Otobüs neredeyse boş. Önde tekli koltukta oturan genç adam fırladı kalktı beni görünce. Pazar arabasına benzeyen bir çanta var yerde. Aceleyle kalkınca dengesi bozuldu, çanta şangur şungur yerlerde. Birşeyler kırıldı. Genç adam panikledi, çantayı kaldırdı ama tekrar devrilmesine engel olamadı. Sürücü anlayışlı... Hareket etmedi, bekliyor. Neyse toparlanıp arkaya geçti genç adam. Ben oturdum. ama çok tedirginim, gözüm arkada.
İnerken veda ettim; aldı iyi günler dileğimi, mahçup... Bir de insan....
Yağmur hızlanmış. Senelerdir ilk kez yağmurda yürüyorum. Islanmayı unutmuşum.
Emeklilik zorunluluklardan azade kıldı beni. Erken kalkmak yok, acele etmek yok, karda yağmurda yollara düşmek yok... Güzel olmasına güzel de başka güzellikleri kaçırmışım meğer.
Ne güzelmiş yağmur altında yürümek, anımsadım.
Hiç acele etmedim, "Allahın rahmetinden kaçmadım." yani. Canım "Hoca Nasireddin", ışığın bol olsun.
Kuaföre nefes nefese girdim ama. Bir yorulmuşum, bir tıkanmışım. Adnan kardeşimle Leyla kardeşim kaygılandılar.
İkisi de emekliliğin bana iyi gelmediğini düşünüyorlar.
İşimiz hemen bitti ya özlemişim kardeşlerimi. Yıllardır yaptığımızı yaptık; lafın belini kırdık. Siyasetin de dibinde hiçbir şey bırakmadık, sıyırdık iyice. Pahalılıktan özgürlüklere... Ne varsa.
Hava kara çevirince fırladım, kalktım, yooo, cesaret de bir yere kadar. Kar altında yürümenin romantizmi, keyfi şimdilik beklesin, dedim ama durağa kadar, otobüsten indikten sonra da eve kadar epey ıslandım.
Hani eskiden kardan yağmurdan ıslanmış, sırılsıklam, eve koşardık da sobanın yanında ısınmaya çalışırdık ya... Üstümüzden buharla birlikte ıslak bir koku yükselirdi hani...
Soba yok ama o kokuyu duydum valla. Islak giysilerimin kokusunu... O kokuyla sobanın çıtırtısı da geldi.
Kar hala yağıyor. Ne güzel kış oldu bu yıl.
Güzellikler içinde olun, emi?
(9 Şubat 2022 tarihli Facebook yazım)

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...