29 Aralık 2019 Pazar

İÇİNİZDEKİ ÇOCUK


Yüreğinizdeki demir kafeste sakladığınız çocukluğunuzu salıverin gitsin.
Kırın kafesin kilidini, sokaklara bırakın o ele avuca sığmaz, hayalci, tutkulu, asi, meraklı, gözü kara, korkusuz ve neşeli çocuğu…
Alanlarda gezsin, parklarda oynasın, kalabalıklara karışsın.
Bırakın, “Çüş dedikçe çalının altına girsin.”
Bırakın, “Taşı atıp kafasını altına tutsun.”
Bırakın, parklarda çimenlerin üzerine uzanıp gökteki yıldızları saysın.
Duvarlara yazılar yazsın, top atsın sırça köşklerin camlarına.
Kızlı erkekli yakar top oynasın.
Bırakın, haksızlığa uğradıkça bassın kalayı… (Kim bilir, belki siz de bunu yapmayı anımsarsınız böylece.)
Meydanlarda marş söylemeyi öğrensin. (Ne de olsa siz unuttunuz marşları, eviniz sıcacık ve rahat artık.)
Sokaklarda, caddelerde dans eden kadınlara katılsın, ellerinden tutsun.
Meydanlarda işçilerle birlikte yürüsün.
Her türlü dayatmayı inadına reddetsin.
Her şeye burnunu soksun; eğrilikleri, bozulmuşlukları, çürümüşlükleri sorgulasın. İnadına…
İnadına okula gitsin, inadına öğrensin, inadına soru sorsun, inadına sorgulasın her şeyi, boyun eğmesin.
İnadına ağaçları sevsin; çiçekleri, kuşları, köpekleri, kısaca doğayı sevsin.
Kalabalıkların içinde yaşasın, paylaşsın, vermeyi de hakkını almayı da öğrensin.
Acı çekenler için ağlasın, üzüldüğü için ağlasın, kızdığı için ağlasın. Ağlamak bizi insan yapar; ağlamaktan utanmasın.
Şarkılar söylesin, duyduğu her güzel ezgiye eşlik etsin.
Gülsün; kahkahalarla, çekinmeden, korkmadan, utanmadan gülsün.
Çünkü “gülmek devrimci bir eylemdir.”
Salın içinizdeki çocuğu; çekinmeyin kimseden, aldırmayın kimseye.
Salın gitsin.
Onu salınca sözü salacaksınız, onu salınca düşüncelerinizi salıvereceksiniz, onu salınca içinizdeki şiiri salacaksınız, yüreğinizin ezgisini, cesareti salacaksınız.
Artık korkmayacaksınız.
Göreceksiniz, yeniden yaşamayı ve insan olmanın erdemini o çocuk öğretecek size.

22 Aralık 2019 Pazar

ALINTI ADABI ÜZERİNE


ALINTI ADABI ÜZERİNE
Alıntı yapmak; evrensel değer yargılarına göre,  ahlak ve vicdan işi, bir edep adap işidir.
Sahibi belli sanat eserlerinden, edebi metinlerden, bilimsel eserlerden, araştırmalardan, bilimsel çalışmalardan vb. alıntı yapmak çok doğal. Çünkü okunsun diye yazılırlar ve biz onlarla zenginleşiriz. Kitap okumanın amacı budur.
Kitaplarla biçimlenir, yaşamı, dünyayı böyle biriktiririz.
Alıntı yapmak en doğal hakkımızdır.  Edinilmiş bir düşünceyi, kazanılmış bir bilgiyi pekiştirme gereksinimi vardır çünkü.
Alıntı yaparken sahibinin adını çizmek, o düşüncenin, yazının sahibini yok saymak; onun emeğini, alın terini, ömrünü verdiği birikimini, çabalarını, yaratırken çektiği sancıyı görmemek, en hafif tabirle, ahlak ve vicdan yoksunluğuna işaret eder.
Bunu yapan kişi kendi ahlaki değerlerini, kişiliğinin bozulmuşluğunu, vicdani sorumluluklar taşımadığını, empati yoksunluğunu, bencilliğini, öz güven eksikliğini, kendisinin dışında kimseyi düşünmeyen narsisistik bozulmayı göstermiş olur.
Kimi zaman da kolaycılığa kaçmaktır bu; kimi zaman beğenilme, kendini kabul ettirme ihtiyacıyla yapılır.
Sözün özü hırsızlıktır.
Anonim eserlerde, metinlerde, atasözlerinde de durum değişmez.
Bir atasözünü bile kendimize ait bir söz gibi paylaşmak en hafifinden ayıptır.
İnternette on binlerce aforizma, arabesk çeşnili sözüm ona yaşam dersi veren söz dolanıyor. Tamamına yakının sahibi belli değil, anonim yani. Ama oradalar.
Birine el koyup sahiplensen üç-beş tık sonra foyan ortaya çıkar, küçük düşersin.
Bu yazıyı yazma gereği de böyle bir durumdan doğdu.
Bu duruma düşmemek için yapılacak şey asgari bir lise eğitimi ile kazanılan bir alışkanlık.
A-    Sahibi belli olan bir alıntının altına sahibinin, kaynağın adını yazarsınız.
B-     Sahibi belli olan bir alıntıyı tırnak içine alır ve “Alıntıdır.” notunu düşersiniz.
C-     “Falancanın falan eserinde, yazısında dediği gibi” biçiminde bir giriş yapmak da olanaklı.
D-    Sahibi belirsiz ise tırnak içine almanız yeterli. İnternetten alıntı bile olsa bu zorunlu. Okuyucu o sözün bir alıntı olduğunu anlar.

Bir gazeteden kestiğiniz bir yazıyı, bir şiiri, bir atasözünü, bir aforizmayı, bir özlü sözü, bir yemek tarifini kendinizinmiş paylaşmaya hakkınız yok.
Shakespeare’den, Oğuz Atay’dan vb. alıntı yaparken bir Shakespeare, bir Oğuz Atay, bir Can Yücel olmadığımızı, olamayacağımızı unutmayalım.


6 Aralık 2019 Cuma

BEN BU FİLME BAYILDIM.

BEN BU FİLME BAYILDIM.
Bir film düşünün. Gözlerinizin önünden öylece akıp gidiyor. Sizin takılacağınız, dikkatinizi dağıtacak bir tek sahne bile yok. Nefes aldığınızı film bittikten sonra anlıyorsunuz. O anda, sanki dakikalardır içinizde tuttuğunuz hava bir anda boşalıyor.
Anlatılanları siz zaten biliyorsunuz ama ışığı başka bir cepheden alan bir nesneye baktığınızda şaşırdığınız gibi şaşırıyorsunuz.
En sarsıcı, en etkileyici olaylara geçişler bile öyle yumuşak ki… ama etkisi bir o kadar sarsıcı. İçiniz acıyor.
Girit göçmeni Mehmet Bey aslında biziz. Bizim de büyük hayallerimizin önünü 12 Eylüller kesmedi mi?
12 Eylül birden, sessizce, yumuşakça, sinsice giriyor filme. Acıları ve sonuçları ise korkunç.
Mübadele de öyle…
İnsanların korkunç acımasızlığı, hoşgörüsüzlük, insanlığın yüzüne yavaşça inerken acısı korkunç oluyor.
Mehmet Bey, ailesi, dostları nasıl bir sevgiyle direniyor, görmelisiniz.
Küçük bir çocuk işte bu iki dünya arasında kendini buluyor.
Çetin Tekindor oynamasaydı Mehmet Bey’i, bu film bu denli güzel olur muydu?
Ve diğer oyuncular…
Çağan Irmak büyük bir yönetmen. Eşsiz bir duyarlılıkla yaklaşmış oyuncularına. Onların içlerindeki o “kırılgan inceliği” nasıl ortaya çıkartmış, bilmiyorum. O kırılgan duyarlılık nasıl da bir direniş yeşertmiş. Ölümün bile bir başlangıç olduğu, her ölümden bir yaşam doğduğu..… Çağan Irmak bunu nasıl başarmış, bilmiyorum.
Bu filmde inadına umut var.
Ben bu filme bayıldım.
BEN “DEDEMİN İNSANLARI”NI İZLEDİM. (6 Aralık 2011'de Facebook'ta yayınlanmıştı.)

24 Ekim 2019 Perşembe

Agatha Christie'yi sever misiniz?

Agatha Christie'yi sever misiniz?
Ben çok severim. Hemen bütün kitaplarını okudum.
Yarattığı karakterlere bayılırım. Her kitabında zihnimin açıldığını, olayları ve insanları daha net görmeye başladığımı düşünüyorum.
Agatha Christie okumanın iyi bir zihin jimnastiği olduğunu düşünüyorum.
Benim Ahmet Ümit'e haksızlık etmemin nedeni Agatha Christie'dir.
Nedense bizde yazılan polisiyeleri, bizzat polisiye yazan yazarların kendileri gibi, küçümsedim. Peyami Safa, Orhan Kemal, eserlerinden para kazanamayınca bu türe yönelmişler ve takma adlarla polisiye roman yazmışlar.
Arkadaşım Tuba Gedikli'nin ısrarı olmasa Ahmet Ümit'i okuyacağım da yoktu. Şimdi Ahmet Ümit okuma listelerimin ilk sırasında. Üstelik Ümit'in her eserini bir edebiyat baş yapıtı değerinde görüyorum. Polisiye kavramını yeniden düzenleyen bir yazar. Polisiyelerden edebiyat yapıtı olmaz diyenlerin yanıldıklarını kanıtlıyor.
Agatha Christie'nin kitaplarından uyarlanan filmleri de ilgiyle izledim. Filmler, diziler onun karakterlerine hayat verdi, gerçek kıldı. Kitaplardaki siyah beyaz sözcükler ete kana büründü adeta.
Ben yarattığı karakterlerden Miss Marple'ı daha çok severim. Sevimli yaşlı kadın Miss Marple, Poirot'dan daha yakın gelir bana. Poirot'nun kendini beğenmiş, züppe halleri biraz iticidir çünkü. Diğer kahramanları da sıkıdır ama bu ikisi sanki yazarı tanımlıyor gibiler.
Şu günlerde Agatha Christie'nin cana yakın karakteri Miss Marple'ın serüvenlerinin anlatıldığı bir dizi izliyorum. Alt yazıları okumada çektiğim sıkıntıya karşın (Sol gözüm tümüyle işlevini yitirdi çünkü.) bağımlısı oldum.
Bence siz de seveceksiniz; buraya linki bırakayım, belki izlersiniz.

15 Ekim 2019 Salı

Çav Bella

Bu şarkının İspanya İç savaşında Franco faşizmine karşı direnişçilerin şarkısı olduğunu sanıyordum. 😧
Dün bir arkadaşımın sorusundan sonra bu şarkının sözlerini paylaşmak için arama yaparken gerçeği öğrendim.
2. Paylaşım Savaşı'nda faşizme karşı direnen İtalya Komünist Partisi mensubu direnişçilerinin benimsediği anonim bir türkü-marş imiş.
Yanılgımı "Aman, faşizme karşı direnenlerin kim olduğu önemli değil. Türkü bütün dünyanın malı olduğuna göre yanılmış sayılmam." diyerek kendi aklıma mazur göstermeye çalışıyorum. 😊"
***
Çav Bella
İşte bir sabah uyandığımda
Çav Bella Çav Bella Çav Bella Çav Çav Çav
Elleri bağlanmış buldum yurdumun
Her yanı işgal altında
Sen ey partizan beni de götür
Çav Bella Çav Bella Çav Bella Çav Çav Çav
Beni de götür dağlarınıza
Dayanamam tutsaklığa
Eğer ölürsem ben partizanca
Çav Bella Çav Bella Çav Bella Çav Çav Çav
Sen gömmelisin ellerinle beni
Ellerinle toprağıma
Güneş doğacak açacak çiçek
Çav Bella Çav Bella Çav Bella Çav Çav Çav
Gelip geçenler diyecek merhaba
Merhaba ey kızıl çiçek
O kızıl çiçek partizanındır
Çav Bella Çav Bella Çav Bella Çav Çav Çav
Yiğit yoldaşlardan armağandır bize
Simgesidir özgürlüğün
O kızıl çiçek partizanındır
Çav Bella Çav Bella Çav Bella Çav Çav Çav
Düşen yoldaşlardan armağandır bize
Simgesidir sosyalizmin

AŞKTAN VE GÖLGEDEN – İSABEL ALLENDE ÜZERİNE

AŞKTAN VE GÖLGEDEN – İSABEL ALLENDE ÜZERİNE
Pek çok meraklı okur gibi, ben de Latin Amerika Edebiyatını sonradan tanıdım ama çok çabuk kapıldım.
Latin Amerika dünyanın acıları en çok biriktiren bölgelerinden biri.
Diller, uygarlıklar, uygarlıkların çatışması, kaynaşması, birleşmesi…
Darbeler, faşist diktatörlükler, direnen halklar…
İçlerinden biri, İsabel Allende benim için çok özel bir yere sahip.
Salvador Allende ile akraba olması, Allende faşist bir darbeyle öldürüldüğünde vatanını terk etmek zorunda kalması onu sevmemde çok etkili oldu.
Tarihin kaydettiği en eli kanlı diktatörlerden biri olan General Pinochet, Amerikan istihbarat örgütü CIA ile birlikte gerçekleştirdiği askeri darbe sonucunda 11 Eylül 1973 günü Şili’nin başına geçerken, ülkenin seçilmiş başkanı Salvador Allende de çarpışarak ölür. Aradan iki yıl geçmeden, soyadı nedeniyle sürekli ölüm tehditleri alan Isabel, çareyi kocası ve iki çocuğu ile birlikte Venezuella’ya kaçmakta bulur.
Romanlarını okudukça İsabel benim büyülü dilli kardeşim gibi oldu. Onun yazdıkları-yaşadıkları benim alnıma yazılıymış gibi.
***
Bir anısından:
“Ne iş yapıyorsun?” diye sordu, bir sohbet başlatma hevesiyle.
Bu soruya pek çok yanıt verilebilirdi. Orada sessizce durup bu sıkıcı yere beni getirdi diye kocama lanetler yağdırdığımı söyleyebilirdim, ama daha az felsefi olan bir yanıtta karar kıldım.
“Ben romancıyım.”
“Vay canına! Ne kadar ilginç! Emekli olduğumda ben de roman yazacağım,” dedi.
“Sahi mi? Peki şimdi ne iş yapıyorsunuz?”
“Ben dişçiyim,” diyerek bana kartını verdi.
“Ben de emekli olduğumda diş çekeceğim,” diye karşılık verdim.
***
“Hayatım acılar, kayıplar, aşk ve anılardan ibaret sanki. Kayıplar ve acı benim öğretmenlerim; beni onlar olgunlaştırıyor. Aşk tüm bunlara göğüs germemi mümkün kılıyor, bana keyif veriyor. Anılar ise yazdıklarımın özü.”
***
İsabel Allende’ye “büyülü gerçekliğin yazarı”diyorlar. Bu adı ilk romanı Ruhlar Evi ile kazandı.
Romanlarında lirik-destansı bir dil kullanır. Her biri bir belgesel özelliği taşıyan romanlar; olağanüstü aşklar eşliğinde bir halkın trajedisi, faşizmin kahrediciliği, acılar ve direnenlerin mücadelesini anlatır.
En son “Aşktan ve Gölgeden” adlı yapıtı okudum. Bu kitabı okuma serüvenim benim için övünülecek bir yolculuk değildi. Yapıtın olağanüstü güzelliği, benim Allende hayranlığım bu kitabın aylarca elimde sürünmesine engel olmadı. Okumaktan biraz uzaklaştığım bir döneme denk geldi.
Bittiğinde, neredeyse bir zafer kutlaması yapacaktım.
Pinochet adlı faşist kanlı zalimin bir ülkenin insanlarına topyekun nasıl acılar çektirdiğini görüyorsunuz.
Aşkın beslediği güzel ve yiğit insanları da…
Allende, bence yaşanmışlıktan beslenen bir Latin Amerika Bilgesidir.
***
Bir eleştirmen, sizin Garcia Marquez’den kopya çektiğiniz söyleniyor, ne dersiniz diye sorduğunda Isabel Allende, “Bak dostum, eğer bir dansçı olmak istiyorsan ve Nureyev gibi dans ettiğiniz size söyleniyorsa bundan daha güzel ne olabilir? Benim Marquez gibi yazdığımı söylediklerinde ben böyle hissediyorum. O bu asrın en güçlü yazarlarından biri ve benim onunla kıyaslanmam harika bir şey. Ama, kendisinin bundan hoşlanacağından kuşkuluyum.” diye cevap verecektir.
***
“Yazı yazmak hokkabazlık gibi bir şeydir: Şapkanın içinden tavşanlar çıkarman yetmez, bunu zarafetle ve inandırıcı bir şekilde yapman gerekir.”

19 Eylül 2019 Perşembe

Umut Hep Var

Geçmiş zamanlar, fotoğraflar, çiçekler, hayvanlar, doğa vb paylaşımlarım sadece ruhumu ve aklımı sağaltma çabası.
Bu dünyadaki güzelliklerden ve gelecekten asla umut kesmeme arzusu.
Güzel olan ne varsa anımsamaya, unutmamaya zorunluyum.
Nefes alabilmem buna bağlı.
Televizyon haberleri izliyor, gazete okuyorum:
Eskişehir'de üç köy, milli eğitimin Menzil dayatmasına direniyor, çocuklarını o sapkın tarikata teslim etmemek için savaşıyor..
Boğazım düğümleniyor, boğulacak gibiyim.
Köylüler kazandı; azıcık rahatladım.
Türkiye'deki avukatların neredeyse yüzde doksanını temsil eden barolar, Feyzioğlu'nun saraya yamanmasından rahatsız. Saray baroları ve diğer meslek birliklerini hizaya getirmek için yeni oyunlar peşinde.
Tıkanıyorum.
Bir yılda 500 civarında kadın öldürülmüş, binlercesi tecavüze ve şiddete maruz kalmış.
Boğuluyorum. Boğazımı bir mengene sıkıyor da sıkıyor.
Yıllardır alışveriş yaptığım esnaf birer birer yok oldu. Etrafımda tanıdık ne varsa artık yok.
Yaban ellerde gibiyim, yok olacağım diye korkuyorum.
Özgürlüklerin sadece adı kaldı. Kelepçelenmiş gibiyim.
Yıllarımı verdiğim mesleğim en itibarsız meslekler arasında. Eğitimde eşitlik ilkesi yok artık. Laboratuvarlar kapandı, kütüphaneler boşaltıldı.
Geçmişimi, ömrümün 50 yılını yitirmiş gibiyim.
Nereye baksam zulüm, nereye dönsem karanlık.
Bir yudum yaşam için çabalıyorum.
Biliyorum, "Kara gün kararıp kalmaz.."
"Belki bahtiyarlık değildir artık
boynunun borcudur fakat
düşmana inat
bir gün fazla yaşamak.” demiş ya Nazım, unutmamak gerek:
Şiirleri, ağaçları, çiçekleri, hayvanları, doğayı, güzel olan her şeyi...
Ve de insanı...

19 Temmuz 2019 Cuma

Şiir yazmak sancılı iş, zor iş.
Üç beş uyak tutturmakla yazılmıyor.
Bilgi ister, birikim ister, sonsuz, sınırsız hayal gücü ister, emek ister, çaba ister, alçak gönüllülük ister.
Şiir durmadan burnunu sürter insanın. Had bilmeyene haddini bildirir, yorar bitirir.
Burnu Kaf Dağı'nda olanların işi değildir yani.
***
SABAHA KADAR
Şu şairler sevgililerden beter;
Nedir bu adamlardan çektiğim?
Olur mu böyle, bütün bir geceyi
Bir mısraın mahremiyetinde geçirmek?
Dinle bakalım, işitebilir misin
Türküsünü damların, bacaların
Yahut da karıncaların buğday taşıdıklarını
Yuvalarına?
Beklemesem olmaz mı güneşin doğmasını
Kullanılmış kafiyeleri yollamak için,
Kapıma gelecek çöpçülerle,
Deniz kenarına?
Şeytan diyor ki: "Aç pencereyi;
Bağır, bağır, bağır; sabaha kadar."
(Garip)
Orhan Veli Kanık

Söze-Şiire Saygı


Söze-Şiire Saygı

Bedri Rahmi "Şiirin hasını ayak sesinden tanırım." diyor.
Ben de iyi şiiri, has şiiri biraz tanıdığımı düşünüyorum
Edebiyat öğretmenliği beni edebiyatla çok haşır neşir yaptı. Bundan çok kârlı çıktım. Edebiyat tarihi, edebiyat yolculuğumuz; şiir, öykü, roman, oyun çocukluğumdan beri ilgimi çekti ama bunu meslek edinmek çok başka duyarlılıklar kazandırdı bana.
Ama asla şiir yazma cüretinde bulunmadım. Haddim değil. Hiç bir şey bilmesem de haddimi bilirim.
Bu nedenle, bazı arkadaşların kendi yazdıkları metinleri şiir diye paylaşmış olmaları bende hafif burukluk yaratıyor. Şiir sanatına saygısızlık, şiir yolunda alın teri dökmüş, bedel ödemiş şairlere haksızlık gibi algılıyorum.
Paylaşımlarını beğenemiyorum, övgüler düzemiyorum. Kim olursa olsun...
Zaten gerçek şiire yaklaşan, gerçek şiiri soluyan, bu yolda cesaretle yürümesini dilediğim dostlarım da kendilerini öyle ulu orta göstermiyorlar. Gerçek sanatçı duyarlılığıyla alabildiğine alçak gönüllüler. Örneğin Ercan Özcan'ın bu yönünü tümüyle rastlantı sonucu fark ettim. Leyla Akgül de keşke şiire daha çok zaman ayırsa.
Çoğu halk şiirinden devşirilmiş imgelerle, mazmunlarla, halk şiiri biçimleriyle şiir yazanlara da dayanamıyorum.
Taklidi kolay gelebilir ama aslının yanından bile geçemez. Her yazılan metin Karacaoğlan'a, Pir Sultan'a, Nesimi'ye (.......) saygısızlık...
Şiirin yolculuğunu bilmeyen, şiir okumayan, has şiirle “hem-hal” olmayanların cüreti...

12 Haziran 2019 Çarşamba

Amca Kızım Çocukluğum

Dün çok güzel konuklarım vardı. Amca çocuklarım.
Dursun'la aynı yaştayız. Kızı ve iki sevgili torununu almış gelmiş.
Songül en küçükleri...
Dursun her zamanki Dursun. Yedisinde ne ise yetmişinde o... Fedakâr, vefalı, olgun, sevgi dolu...
Ne zaman görüşsek ya da ne zaman aklıma düşse bir çocukluk anısı gelir aklıma ve yüreğimin başına oturur.
Beş-altı yaşlarındayız. Bor'da, anneannemlerin evinin önünde oynuyoruz. Özlen kenarında... (Bilmeyenlere; Bor'un ortasından geçen derenin adı) Bahar ayları olmalı, çünkü derenin suyu iyice kabarmış.
Nasıl oldu bilmem, oynadığımız top, benim topum, dereye yuvarlandı. Bir çığlık atıp ağlamaya başladım. Öylece durmuş ağlıyorum.
Dursun, o koca yürekli çocuk, kardeşten öte kardeşim benim, hiç tereddüt etmedi, koştu ve dereye atladı. Nasıl yakaladığını hala anımsamaya çalışırım ama sadece o sahne silinmiş anıların içinden. Sırılsıklam olmuş, topu göğsüne sımsıkı bastırmış sudan çıktığını gördüm sadece.Saçlarından sular akarken kocaman açtığı gözleriyle bana bakıyor.
Onun o hali bana nasıl dokunduysa ağıdım kesileceğine katıla katıla ağlamaya devam ettiğimi anımsıyorum.
Benim entarilerimden birini giydirdiler Dursun'a. Onunkini yıkadılar ve astılar.
Gidip gelip kuruyup kurumadığını kontrol ettiğimi de unutmamışım.
Babamın içeride olduğu sıralar... Babasız kalmış emmi kızının üzülmesine dayanamayan, hiç düşünmeden kendini dereye atan kocaman yürekli kardeşim Dursun.
Dün çocukluğumu konuk ettim.
Çok güzeldi, birazcık hüzünlü ama sevgi dolu.


Gene Dil Üzerine

Yazıda ya da konuşmada anlamını bilmediğimiz sözcüklerden kaçınmak, bizi gülünç duruma düşmekten kurtarır. 
Ya da anlamını biliyoruzdur ama sözcük yabancı olduğu ve sık kullanmadığımız için yazılışını tam bilmiyor olabiliriz.
Türkçe'sini kullanmak işe yarar.
Tam tamına 38 yıl Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği yaptığım halde (Araları saymadım.) elimden sözlük düşmez. Masanın üstünde daima iki etimoloji sözlüğü hazır durur. 
İnterneti de etkin olarak kullandığım için TDK sözlükleri, Osmanlıca sözlükler elimin altındadır. Evin her köşesini gezen (Ne zaman gereksinim duyacağım belli olmuyor.) bir de yazım kılavuzum var. Dil Derneği'nin kılavuzunu kullanmayı yeğlerim.
İnsan oğlunun en büyük erdemi, bence, ne olduğunu ya da olmadığını bilmesidir.
Ben bir tek huyumdan çok hoşnutum; bilmediğimi bilirim, kabul etmekten utanmam. Sorarım, araştırırım, öğrenmeye çabalarım. Yaşım ilerlediği için kimi zaman iki kez sormak ya da okumak gerekiyor. Olsun, ne gam... Sonunda merakımı gideriyorum ya...
"Bilmiyorum." sözcüğüyle aram çok iyidir.
Her şeyi bilmek, her sözcüğün anlamını ve yazılışını bilmek olanaksız. Doğru bildiğimizi sandığımız bilgiler bile hatalı olabiliyor.
Sözlükler ve yazım kılavuzları bunun için var.
Lütfen kullanın.
Bilseniz de yabancı bir sözcük kullanırken anlamını ve yazılışını bilmiyormuşsunuz gibi davranın.

10 Mayıs 2019 Cuma

GÜLMEK BİZİ ÖZGÜR KILAR



Bilinen meseldir; hep anlatılır:

Eski zamanların birinde, bir ülkede, padişahın zevk ü sefahati yüzünden hazine tamtakır olmuştur.
Sarayın hizmetkârları, sarayın bahçesine dikecek lale soğanı, bunların arasında üstlerinde mumlarla gezinecek eğitilmiş kaplumbağa bulamaz olmuşlar.
Yeni saraylar için taaa, Çin ü Maçin’e ısmarlanan altın renkli mermerler taşınamamış, üstlenici Venedikli tacirler mala el koymuşlar.
Bir gün maliye nâzırı padişahın huzuruna varmış, çekine çekine durumu anlatmış. Padişah “Tiz vergiler artırıla” buyurmuş.
Nâzır, memleketin dört bir yanına ferman çıkarmış, vergilerin artırıldığını duyurmuş.
Bir süre sonra padişah merak etmiş ve nâzırını yanına emretmiş:
- Anlat bakalım nâzır efendi, vergi alma işi nasıl gidiyor?
- Ulû devletlûm, aldığımız vergiler yeterli olmamıştır.
- Pekâlâ, halk bunu nasıl karşılamıştır, neler düşünmektedir?
- İtiraz kimin haddine hünkârım, vergiyi ödüyorlar, işlerine güçlerine devam ediyorlar.
- Güzel! Tiz vergiler iki katına çıkarılsın.
Vergiler artmış, halk işine gücüne bakmış. Ama azıcık yorgun olduklarından daha az gülümser olmuşlar.
Padişah, duruma bakmış ve bu kez verginin üç kat artmasını buyurmuş.
Nâzır aldığı emirle halkın arasına girmiş, halkın nabzını tutmuş, gördüklerine o dahi şaşırmış.
Padişaha, halkın artık daha yorgun ve bezgin olduğunu ama hiç itiraz etmeden çalıştığını aktarmış.
Bu kez vergileri dört kat artırma buyruğu almış. Bunun sonucunda halkın kaşlarının çatıldığını, bir kısım halkın ağlamaya başladığını rapor etmiş padişaha.
Yeni buyrultu vergilerin beş kat artırılması olmuş. Raporda, bu kez, halkın alenen ağladığı, herkesin mutsuz olduğu anlatılmış.
Bunu öğrenen padişah:
- Vergiler altı kat artırala, diye gürlemiş…
Maliye nâzırı ve diğer anlı şanlı nâzırlar, omuzları ve göğüsleri nişanlarla dolu paşalar, korkarak, çekinerek itiraz edecek olmuşlar;
- Aman hünkârım, halk isyan noktasına geldi, sanki birazcık halka yazık oluyor gibi gibi gibi…
Bir daha gürlemiş padişah hazretleri:
- Ağlayan insanların kimseye zararı dokunmaz, ağlamaları iyidir, kendilerine acımaktan bize kızmaya vakitleri yoktur, yıkılın karşımdan, demiş.
Bir zaman sonra padişah nâzırdan tekrar rapor istemiş. Nâzır çıkmış halkın arasına, evlerin kapılarına kulak vermiş, çarşıyı pazarı dolaşmış, tarlaları, bağları bahçeleri gezmiş. Gezmiş ki ne görsün?
İnsanlar bir yandan çalışıyor, bir yandan deliler gibi gülüyor. Bir yandan şakalaşıyor, birbirlerine eşek şakaları yapıyorlar ama kimse kimseye kızmıyor, daha çok gülüyor. Gayr-ı müslüm müselmana, müselman müslüman olmayana şakalar yapmakta, birlikte gülmekteler. Âşıklar, ellerinde saz her yerde çalıp çığırmakta. Sokak başlarında karagöz perdesi kurulmuş, çocuklara tuhaf hikâyeler anlatılmakta. Çocuklar gülüyor, çocuklar, çok gülüyor.
Kapı önlerine konmuş kaplardan su içen kediler gülüyor, onları izleyen köpekler gülüyor…
Paniğe kapılmış nâzır efendi, eteklerini savura savura saraya koşmuş. Davet bile beklemeden huzura paldır küldür dalmış.
- Aman devletlûm, halka bir şeyler olmuş. Heyecandan nutku tutulmuş devam edememiş.
- Ne olmuş hınzır, tiz anlat, anlattıkların işe yaramazsa git kendin cellada teslim ol.
- Aman hünkârım, halk gülüyor, tebaanız çok gülüyor, demiş ve gördüklerini anlatmış.
Padişah yerinden fırlamış, gözleri yuvalarından uğramış, sesi çatallanmış, boğazı kurumuş, bağırmış:
- Şu andan tezi yok, vergiler yarı yarıya azaltılsın, hatta kaldırılsın. Halkım gülmeye başlamışsa felaket kapıya gelmiş demektir. Hele bir de hepsi aynı anda gülüyor ve şakalar yapıyorsa kötü, çok kötü, çok çok kötü. Her belayı göze almışlar demektir, korkuyu üzerilerinden atmışlar demektir. Korkmayan halktan korkmak gerektir. Ben korkmayan halkı yönetemem.
***
Çok eskiden duyduğum bir masaldır bu. Konuya bağlı kalmakla birlikte ben yeniden kurdum, kurguladım, anlattım, öyküleştirdim.  Ama gene de masal elbette. Her masal gibi kendi gerçekliğini kendi içinde taşıyor ve her masal gibi her zaman kesinlikle söyleyecek sözü  var...
Gülmek bizi özgür kılar. Kahkahalarımız, şakalarımız, mizahımız zincirlerimizi kırar.
Bizi güldüren herkese ve her şeye kıskançlıkla sahip çıkmak gerek.
Karanlıktan korkmaktan vazgeçtiğiniz an, yeryüzünün birden aydınlandığını göreceksiniz.
                                                                         Feride YAŞAR ÖZDEMİR

18 Nisan 2019 Perşembe

ÇİÇEKLİ HALLER


ÇİÇEKLİ HALLER

Geçen hafta, amcamın kızı Dursun, bize bir saksı sardunya getirmiş.
Yaşar da ben de çok sevindik. Sardunya yoksul çiçeğidir, Anadolu insanı gibi dayanıklıdır, Anadolu insanı gibi güzeldir. İkimiz de çok severiz. Pazardan, seralardan defalarca aldık ama hibrit oldukları için dayanmadı.
Şöyle bir kaç renk ev sardunyası geçse elimize diyorduk. Sevgili kardeşim duymuş dileğimizi.
Biz çiçek yetiştirmeyi çok seviyoruz. Tohumu ekip gidip gelip yeşermesini izlemek, sabırsızlanmak çok güzel.
Toprağa bir yaprak menekşe sokuyorum, koca bir saksıya dönüşmesini zevkle izliyorum.
Abartıyoruz da... Evde saksı sayısı 100'e yaklaştı.  Azaltalım dedik, bir de bakmışız ki çoğaltmışız.
Bugün sardunyayı güneşe çıkardım. Yaşar takıldı bana; "Gezmeye mi çıktı bu çiçek" diyor. Akşama doğru içeri aldım.
Aprıl beşi geçirdik ama hala rüzgâr ve soğuk var.
Bir hafta sonra çoğu balkona çıkar...
Emekli işi...
Kitap oku, gazete oku, film-dizi izle, Facebook'ta takıl, yemek yap ve çiçeklerle uğraş...
Ama dostları da ihmal etmemek gerek. Şairin dediği gibi bir arama bin umut veriyor.
İnsan insanla zenginleşiyor.
Bunun dışında her şey aksesuar hayatımızda.

1 Nisan 2019 Pazartesi

Herkes haddini bilecek...


Herkes haddini bilecek...
Sosyal demokrasi hakkında tek kitap okumamış birisi sosyal demokratım demeyecek.
Karl Marx, Lenin, Stalin gibi sosyalist ve komünist ideologların bir tek kitabını okumamış birisi sosyalistim, komünistim demeyecek.
Sosyalizmi bilmeden sosyalist, komünizmi bilmeden komünist olunmaz.
Dünya tarihini bilmeden sosyalist ya da komünist olunmaz.
Sağdan soldan derleme google amcanın verdiği hazır aspirin lafları paylaşarak sosyalist ya da komünist olunmaz.
Kendi ülkenin sosyo-ekonomik yapısını çözmeden komünist olunmaz.
Kendi özel hayatını bile hal yoluna koyamayanın sosyalist ya da komünist disipline sahip olduğunu iddia etmesi gülünç ötesi bir durumdur. Kendini idare etmekten aciz birinin böyle iddialı kocaman laflar etmesi de tuhaf.
Burjuva gibi yaşıyorsan burjuvasındır, küçük burjuva gibi yaşıyorsan kaypaksındır, küçük burjuvasındır.
Yazlık-kışlık, araba derdindeysen, özel mülkiyetten vazgeçemediysen komik olma bence.
Kendi evinin önünü temizlemekten aciz olanların şehrin pisliğinden yakınması saçma.
Cehaletin sırıtırken bilgeliğe de soyunma. Çünkü başkalarına ait lafların altına iki cümle eklemekle bilge de olunmaz.
Okuduğunu anlamaktan bile aciz olduğun için kıvırıyor, yalan söylüyorsun
Senin gibiler çok fazla olduğu için tanımak zor olmuyor.
"Biz çok gördük, bize anlatma, o bizden kaçmaz." a bağlanan afili tavırlar gülünç bile olmuyor, iğrenç görünüyor.
Senin gibilere goygoycu deniyor.
Neysen osundur, kendine kılık ve kılıf uydurma, sahte karakter yaratma..
İnsan olmanın tek koşulu içtenlik ve dürüstlüktür.
Topluma, insanlığa, ülkene ne verdiğini sor kendine.
Birilerinin dine sarılıp din ticareti yapması gibi sen de sosyalizm- komünizm - devrim ticareti yapıyorsun. Bu yolla itibar peşindesin.

Yemezler.

29 Mart 2019 Cuma

KİTAPLARIM GELDİ DE...

Artık pahalılık yüzünden her ay düzenli kitap alamıyoruz. En azından 10 yıldır durum bu.
Hesap kitap, oradan kıs buraya ekle, ip üstünde cambazlık yapar gibi 6 ayla bir yıl arası toplu alım yapıyoruz.
Her yeni yayınlananı listeye ekliyoruz, bekliyor.
Niğde'de eski geleneksel kitapçılarımızdan hiç biri kalmadı. Bu yüzden her yeni çıkanı izlemek ve almak söz konusu değil. İnternet alışverişine döndük artık. Aslında kolaylık. bu.
Ne var ki toplu alım da toplu para demek oluyor. Zor çok zor.
Dün bu yılın ikinci toplu siparişi geldi.
Bir sevinç, bir mutluluk, sormayın. Kitaplar matbaadan yeni çıkmış gibi, misler gibi kokuyor.
Fena heyecan yaptım. Yaşar da öyle, tek tek okşadı kitapları...
Çocukken ayakkabılarımızı yatağın baş ucuna koyardık ya; ben salonda masaya dizdim, dünden beri tavaf ediyorum, hangisinden başlasam ki?

Not: Korsan kitap almam, asla... Kitaplığımda bir kaç tane korsan vardır, onlar da armağan gelmiştir.

28 Mart 2019 Perşembe

Ben sürüdeki kara koyunum

Aykırı olmayı seviyorum. 
Gevşeyip çevreye benzemeye başladığım an hemen toparlanıp fabrika ayarlarıma dönüyorum. Bu yüzden ruhum hep özgür.
Bir türlü kaval çalıp sürüyü karşıya geçiren çobanı sevemedim.
Ben sürüdeki kara koyunum.
Birileri beyin kızını alacak diye kaval sesinin peşinden gitmeyen kara koyunu seviyorum.
Renk değiştiren bukalemunu da hiç sevmem. Hep korkarak, hep renk değiştirerek yaşanır mı?
Ne yapacağımı söyleyenleri de hiç sevmedim zaten. "El alem" sopasından da korkmadım.
Bu yüzden düşündüklerimi, hissettiklerimi çekincesiz söyleyebiliyorum.
Aklımın kurtuluşunun bu özgürlük olduğunu biliyorum.
Yanlış anlaşılmalarım oldu, aldırmadım, azıcık üzüldüm, o kadar...

21 Şubat 2019 Perşembe

DİL – KÜLTÜR MOZAİĞİ

Bilim adamları uygarlığın ateşin kullanılmasıyla başladığını söylüyor. Ateşi kullanma becerisi pişmiş yiyecekleri ve yeni teknolojileri de beraberinde getirdiği için insanın gelişiminde önemli bir adım olarak kabul ediliyor.
Son bulgular da, insanın atalarının 1 milyon yıl önce ateşi kullanmayı bildiklerine dair yeni kanıtlar ortaya çıkarmış.

Bugün erişilen uygarlık düzeyi 1 milyon yıllık insan macerasını özetliyor diyebilir miyiz? Neden olmasın?…
Benim hep şaşırtıcı bulduğum insanlığın, bu uygarlığı dünyada dolaşıma sokma yöntemi…
A noktasında yaşayan insan topluluklarının her türlü kültürel değerlerinin, zenginliğinin B noktasında yaşayan topluluklarca alınıp, özümsenip, zenginleştirilip, geliştirildikten sonra A noktasına aktarılması… A noktasından da aynı yolla geri gelmesi… Büyüleyici bir döngü… Bütün coğrafyalarda rüzgârla taşınan polenler gibi yeşermesi, yetişmesi…
Savaşlar, yenilgiler, zaferler, göçler, ticaret, istilalar (…) taşıyıcı…

Bir savaşta tutsak alınıp köleleştirilen bir insanın dilini, inancını, geleneklerini, aidiyetlerini, hayallerini, değerlerini geride bırakıp hemen asimile olması olanaksız. Kültürünü gittiği yerlerdeki kültürlerle harmanlaması kaçınılmaz.

Tarih boyunca göçler ve ticaret, çok etkili kültür taşıyıcısı olmadılar mı?

Dede Korkut Öykülerindeki “Basat’ın Tepegöz’ü Öldürmesi” adlı fantastik öykünün, Homeros’un (gezgin bir ozan-destancı) anlattığı Odysseia (Odesa) destanında Odisseus’un maceralarından birinde, bir adada tek gözlü titanla mücadelesinin birebir aynı olması nasıl açıklanabilirdi ki?
Dede Korkut Öyküleri İslamiyet’in kabulünden çok önce oluşmaya başlayan destansı öykülerdir. Sözlü ürünler olarak gelişimini, dolaşımını ta 15. Yüzyılda tamamlamış, yazıya geçirildikten sonra her hangi bir değişim geçirmemiştir. Burada yer alan tek gözlü dev motifi, bu devle yürütülen mücadele hangi yolla Homeros’tan alınmış olabilir. Homeros’tan alınmıştır deme nedenim ait oldukları tarihle ilgili. (Homeros'un MÖ 7. ya da 8. Yüzyıl’da yaşadığı söylenir.)

Türkler Asya Kıtası'nda kuzey-güney, doğu-batı yönlerine taşınmaya başladıklarında, atlarının terkisinde kendi kültürleri vardı. Ama bu kültür, tarih içinde Çin’den, İran’dan Hint yarımadası kavimlerinden vb. alınanla çoktan karışmış, kendi dilini, geleneğini oluşturmuş bir kültürdü.
Göktürk Yazıtlarının her birinin dört cephesinden biri Çince’dir.
Saka Türklerinin hükümdarı, destanlaşmış Alper Tunga, İran Destanı Şehname’de Afrasiyab adıyla yer alır.
Türkler, yol boyunca konup göçerken, savaşırken kondukları yerlerden aldıklarını atlarının terkisine attıkları heybeye eklemiş, konaklara da kendininkilerden bırakmışlardı.

Anadolu’ya geldiğinde taşıdığı bu birikimi güzelce etrafa savurmuş, zaten on binlerce yıllık bir uygarlık geleneğine sahip olan bereketli ana toprağı - Anadolu bu tohumları bağrında beslemiş büyütmüş; Cevat Şakir, Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu gibi Anadolu uygarlığı çocuklarının dediği gibi, eşsiz güzellikte bir “Anadolu Mozaiği” ortaya çıkmıştır.

Edebiyat bu uygarlık gelişiminin sonsuz-sınırsız belleği olmuştur. Diğer sanat dalları da elbette üzerlerine düşen koruyucu-yayıcı işlevleri yerine getirmişlerdir. İlkel insanın mağara duvarlarına çizdiği resimleri düşünün. Ya da Orta Asya göçebe kültürünün ürünü olan kubbe biçimli çadırların Anadolu’da Camii kubbelerinde yaşam bulduğunu.
Ağacı kutsal sayan eski şaman-Türk geleneği, Anadolu’da dilek dilemek için bezler bağlanan ağaçlarda yaşar. Uğurlu sayılan 40 sayısı beylerin yanlarında bulundurdukları 40 yiğitten, ölünün arkasından tutulan 40 günlük yastan yola çıkar Anadolu’da bebeğin kırkının dolması, ölünün arkasından okutulan mevlit ve dualara kadar gelir.
Sayısız örnek vermek olanaklı elbette.

Bütün bu süreçte gelişe gelişe, büyüye büyüye, büyük incelikle damıtılarak, fırtınalarla, yabancı etkilerle boğuşa boğuşa bugüne gelen Türkçe, zenginliğini buna borçludur.
Ancak neredeyse Cumhuriyet dönemine kadar süren ikili dil ve edebiyat karakteri Cumhuriyet Döneminde bir ve bütün olmuştur. Halk edebiyatı adını verdiğimiz sözlü gelenek ve Divan edebiyatı adı verilen yazılı gelenek yerini bir ve bütün bir edebiyat kültürüne bırakmıştır. Elbette az da olsa bu gelenekleri sürdüren ozanlar var. Özellikle Halk Şiiri Geleneğinde…

Eski-yeni şiir geleneğinde şairlerin ait oldukları dönemde, o dönemin koşullarınca ürettikleri kavram ve sözcükler, benzetmeler, sanatlı sözler de taşınmıştır. Bunlardan pek çoğu çok sevildiği için zaman içinde kullanıla kullanıla kalıplaşmış ve “mazmun” dediğimiz kalıp sözler ortaya çıkmıştır. Hem Halk edebiyatında hem Divan Edebiyatında çok sık kullanılan söz varlıklarıdır bunlar.
Turna kuşunun ayrılığı, özlemi simgelediğini; bir haberci, özlemleri, acıları sevdiklerine iletmek için bir aracı olduğunu biliriz. İlk kim kullanmıştır, bilinmez;  ancak bütün halk şiiri geleneğinde gurbeti, özlemi, ayrılık acısını simgelemiştir. Turnalar uçar yâre haber götürür.
Bülbül-gül, bir türlü kavuşamayan sevgililerdir. İlkbahar bütün görkemine karşın ayrılığın nedenidir. Bahar gelir, güller açılır, yüce dağlar yol olur.
Sevgililer hep ala gözlüdür; Dede Korkut’ta Bamsı Beyrek’in sevgili karısından Karacaoğlan’a…

Ak meleğim göç eylemiş yurdundan
Havalanmış minnet etsem iner mi
Can çıkmazsa o kurtulmaz bu demden
Alev almış ateş dağı söner mi
        Nesimi
*
Akça kızlar göç eyledi yurdundan
Koç yiğitler deli oldu derdinden
Gün öğle sonu da belin ardından
Saydım altı güzel indi pınara
      Karac'oğlan

Bu iki dörtlüğün ilk dizesinde yer alan mazmun - kalıp söz “akça kız - ak melek, yurdundan göç eylemek” tir, görüldüğü gibi. Söylem-duygu tıpatıp aynı.
1339-1344 yılları arasında Bağdat'ın Nesim kasabasında doğduğu (14.YY.) sanılan Seyyid Nesimi ile 17. YY. da yaşadığı sanılan, göçebe Türkmen obalarında yetişen Karacaoğlan arasında gerek yaşam tarzları, gerek eğitimleri gerekse şiir anlayışları açısından hiçbir bağ ve benzerlik yoktur.
Nesimi, Dini- Tasavvufi Türk Halk Edebiyatı diye adlandıran edebiyatın temsilcisidir. Hurufiliği benimsemiş, Farsça, Arapça şiirler yazacak kadar dil bilen eğitimli bir Türk şairidir. Halep’te idam edilmiştir.
Karacaoğlan ise Âşık Edebiyatı olarak adlandırılan gelenek içinde yer alır. Din konularına hemen hiç değinmemiş, aşkın, sevdanın, ayrılığın ve Türkçe’nin şairi olarak bilinir. Ümmidir, yani mektep medrese görmemiştir.
Ama her ikisi de, Türk dilinin söz hazinesi içinde yer alan, bu hazineyi zengin kılan aynı kalıp sözleri kullanıyorlar. 
Sözlü edebiyatın en önemli özelliği geleneksel oluşudur, geleneklere dayalı olması, birikimleri sözlü olarak aktarmasıdır. Dolayısıyla bu geleneği teslim alan sanatçı, kendi imbiğinden geçirdiği geleneği kendinden sonrakilere aktarır. Asla tekrara, yeknesaklığa düşmeden bu şiir geleneğinin aktarılması büyüleyicidir.
Çağlar öncesinden çağlar sonrasına yapılan bu dil yolcuğu şaşırtıcıdır.

Bakın, sözcükler, (benzetme-metafor) neredeyse iki bin yıllık yolculuğuna nasıl çıkmış:
“Salkım salkım tan yelleri estiği zaman
Sakallı bozaç turgay şakıdığı zaman
Sakalı uzun Tat eri banladığı zaman
Bidev atlar sahibini görüp ukrayınca
Aklı karalı seçildiği çağda
Göğsü güzel kaba dağlara gün değince
Bey yiğitlerin, cılasınların birbirine koyulduğu çağda”

Dede Korkut
Dirse Han Oğlu Boğaç Han Hikâyesi’nden

*
Salkım salkım tan yelleri estiğinde
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle
Uzaktan seni düşünürüm İstanbul
Binbir direkli Halicinde akşam
Adalarında bahar
Süleymaniyende güneş
Hey sen güzelsin kavgamızın şehri

Vedat Türkali – İstanbul
*
Salkım
Salkım
Tan
Yelleri
Estiğinde
Ve
Sular
Suları
Dövende
Gümbür
Gümbür
Işık
Düşerdi
Enver Gökçe - Dönerdi Türbinler Döner adlı şiirin ilk dizeleri

Bu benzerliği yakalayanlar oldu elbette. Ama bunu basit bir taklit, intihal gibi görme hatasına düştüler ne yazık ki…
Bu tekrarın, Dede Korkut Öyküleri'nin olağanüstü dil örgüsünün çağlar sonrasını etkilemesi gibi görmek, bunu yeniden söyleyen şairin de olağanüstü bir dil - kültür birikimine sahip olduğunu bilmek gerek.
Kaldı ki, Halk Şiirine ilgi duyanlar bilir; “Salkım salkım tan yelleri esmesi” halk şiirinde çok yaygın bir mazmundur. Bulutlar dağ başında salkım salkım toplanır, rüzgâr salkım salkım eser.

“Gök kubbenin altında söylenmemiş söz yoktur.” diye bir söz vardır. Bu sözü Sakrates’e, Çiçero’ya, İncil’e bağlayanlar var.
Bu söz doğrudur elbette ama yinelenen söz, bilgi, birikim asla birbirinin aynısı değildir, olması da olanaksızdır. Sözü söyleyen her kişinin ağzında artık benzersiz olmuştur.
Çünkü insanın ortaya çıkışından, uygarlığın ilk tohumlarının atılmasından bu yana milyarlarca, birbirine asla benzemeyen insan geldi geçti. Milyarlarca farklı duygu, bakış açısı, yürek ve akıl demektir bu. Milyarlarca farklı anlam… Demem o ki; söz aynı ama söyleyen yürek farklı.
Karacaoğlan- Nesimi’deki söz benzerliğini bir kez daha anımsamak gerek. Meraklısı şiirlerin aslını bulup ne denli farklı duyguların işlendiğini görebilir; yazı zaten uzun oldu, kendimi frenleyemedim, ben bu riske girmeyeceğim.
Sözü, sözün asıl sahiplerine bırakıyorum.

Büyük şair Nazım Hikmet;
“Biliyorum benden önce söylenmiş bütün bunlar
Benden sonra da söylenecek
Benden önce duyulmuş bu keder
Benden sonra da duyulacak…” diyor ya, öyle işte.

***
“Bir gülün bağında bülbül figanım
Bülbül güle hasret, gül de bülbüle
Ah u zar içinde geçen zamanı
Bülbül güle hasret, gül de bülbüle”         Âşık Şükrani (Günümüz)

---
Gül hâra düştü sîne-figâr oldu andelîb
Bir hâra baktı bir güle zâr oldu andelîb       Nâili    (17.YY.)

“Gül dikene düştü, bülbülün göğsü yaralandı, Bir dikene, bir güle baktı ve ağladı”
--- 
“Hâr-ı gamda ‘andelîb eyler figân u zârlar
Goncalarla salınur sahn-ı çemende hârlar”          Baki     (16. YY.)
 ---
“İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile
Gül budağının mizacına gire kurtara su"             Fuzuli    (16. YY.)
---
“Bülbül ne yatarsın, bahar erişti?
Ulu sular bulandığı zamandır.
Kat kat olup gül yaprağa karıştı,
Yine bülbül kul olduğu zamandır.

Yine bahar oldu, açıldı güller,
Figana başladı yine bülbüller.
Başka bir hâl olup açtı sümbüller,
Âşıkların del'olduğu zamandır.”  Karacaoğlan    (16. YY sonu- 17. YY. başı)

Feride Yaşar Özdemir
Emekli Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni


20 Şubat 2019 Çarşamba

DİLİMİZ: ANA SÜTÜ GİBİ TERTEMİZ


                             DİLİMİZ: ANA SÜTÜ GİBİ TERTEMİZ
“Dil, düşüncenin aynasıdır. Dilimiz ne ise düşüncemiz de odur…”

Bir türlü anlam veremediğim, duyduğumda tüylerimi ürperten şu cümleler son günlerde iyice yaygınlaştı:
“Sözlerim maksadını aştı. Ben aslında demek istemiştim ki…”
“Beni yanlış anladın, ben öyle demek istemedim, aslında…” 
Televizyon haberlerinde, gazetelerde, eş dost toplantılarında, sınıflarda, sokaklarda, her yerde…
İyi de kardeşim, sen, bu şekilde kafanın içinin bomboş olduğunu da itiraf etmiş olmuyor musun? Ne demek istediysen onu söylesene! Ağzından çıkanlar beynine hiç mi uğramadı?
Düşünmeden, ölçüp biçmeden, sözlerini tartmadan konuşursan işte böyle olur.
Sözlerimiz bizim düşüncelerimizi yansıtır. Birikimlerimiz, deneyimlerimiz, kişiliğimiz, kimliğimiz açıkça sözlerimize yansır.
Küfürbaz iseniz ruhunuz budur.
Gülen bir yüzle sevgi, saygı dolu sözler söylüyorsanız birilerine, ruhunuz budur.
Birilerini rencide ediyorsanız sözlerinizle, ruhunuz budur.
Boş sözlerle birilerinin kafasını karıştırıyorsanız eğer ve birilerini bıktırıyorsanız kafanız da boştur, gönlünüz de…
Söz maksadı aşmaz gerçekte. Sözü aşan maksattır. Sürç-i lisan ettiyse sorun yok. Dili sürçenlere diyeceğimiz olmaz.
Laf dönüyor dolaşıyor, ruhu da kafayı da besleyemediğimiz gerçeğine geliyor.
Toplum olarak, yeterli beslenmekten yalnızca karın doyurmayı anladığımız için ruhun beslenmesi gibi bir derdimiz de yok.
Kitap okumamak en büyük eksikliğimiz. Eğitimcilerimizden eğitimlilerimize -herkes üstüne alınsın- kim okuyor, kim okumayı iş edinmiş, kim kitaplarla dost olabilmiş, gerçekten dost ama.
Sözcükler gereksinimden doğar. Yaşamımıza kattığımız ya da yaşantılarımıza kendisini dayatan kavramları karşılamak için yeni sözcüklere sarılırız. Eğer bu sözleri üretecek birikiminiz yoksa kavramları aldığınız kaynaktaki karşılıkları kullanmayı sürdürürsünüz. Diliniz ilk kurşunu almıştır bile, farkına varmazsınız.
Alışveriş yaparken beden numarasını bile İngilizceden alınan sözcüklerin ilk harfleriyle arayan bir nesil oluştu. Etiketlerde de aynı harfler var. S, L, XL, XXL gibi…
Satıcı soruyor:
-          Bedeniniz kaç?
-          Dört ya da beş…
-          Dört yok, teyze, sana iksikslarç da uyar, vereyim mi?

Şimdi bu konuşmanın neresi düzeltilmeli? “Bedeniniz kaç” ile mi başlasak “iksikslarç ” ile mi? Yoksa hiç tanımadığı birine “Teyze” diyen, “sen”diyen satıcıya mı kızsak önce?

Verdiğim örnek, “Bu da nereden çıktı?” mı dedirtti size, nereden çıkacak; buradaki teyze bendim.
Otobüste sürücü bağırıyor: “Bakkallar var mı?”
Gençler “randevulaşıyor”, saat “üç gibi” buluşacaklar. Demek istedikleri, tam olarak üçtür ama ille de İngilizce cümle yapısından olduğu gibi aktarılan  “gibi” sözcüğünü kullanmaları gerekiyor. Moda ya, kullanılmazsa olmaz. Uysa da olur uymasa da, düşünmeye ne gerek var! Oysa biz tam ve kesin saatler için o sayıyı söyleriz, yaklaşık bir süre kullanacaksak, kesin saat veremiyorsak “sularında” gibi güzeller güzeli bir sözcüğümüz vardır, onu kullanırız: “Saat üç sularında gelirim.”
Öğrencilerime “Arkadaşlarınız nerede?”diye soruyorum, “Faaliyetteler.”yanıtını alıyorum. Yer adı ya da bir işin adını söyler gibi…
Bir bürokrat emrinde çalışanlarla tanışmaya çalışıyor: “Sen kimsin?”
“Dil düşüncenin aynasıdır. Dilimiz ne ise düşüncemiz de odur.”
Dil bir iletişim aracıdır. İletişim araçlarının en gelişmişidir üstelik. Toplu yaşamın, birlikte, barış içinde, huzurla yaşamanın yolu sağlıklı iletişimden geçer. Sağlıklı iletişimin tek koşulu da dil dediğimiz aracı doğru, güzel ve etkili kullanmaktır.
“200 sözcükle düşünen birisi, 2000 sözcükle düşünen birisini anlayamaz.” Anooshirvan Miandji
Son söz Yunus Emre’nin. Üstüne laf söylemek ne haddimize...

SÖZ OLA

Sözü bilen kişinin,
Yüzünü ağ ede bir söz
Sözü pişirip diyenin,
İşini sağ ede bir söz

Söz ola kese savaşı,
Söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı,
Yağ ile bal ede bir söz

Kişi bile söz demini,
Demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini,
Sekiz uçmağ ede bir söz

Yunus şimdi söz yatından,
Söyle sözü gayetinden
Pek sakın o şah katından,
Seni ırak ede bir söz


************
Yazı 2011 yılında yazılmıştı. Anımsatmak gerekti.

28 Ocak 2019 Pazartesi

İki Ölüm İki Acı

MERHABA
Merhaba İlhan
İşte Enver Abiyi de getirdik yanına
“Şu dünyada
Ayrılık var
Ölüm var
İlle de zulüm var”
Diyen ozanı.
Gülüşünden su içişine kadar
Halk olan adamı
Mezarlarınız biraz aralı
Ama atsan
Ulaştırırsın sigaranı
İki gözüm ona iyi bak
Dünyaya küskün gitti biraz
Zemheride çiçek açmış
Acılı, suskun bir topraktır o
Seslenmezsen
Merhaba demez
Hastadır, koluna gir
Yürüyemez
Ayakları tutuk.
Bağışla ilhan
Öyle ya
Senin de kaburgaların kırık
1982 – Metin Demirtaş
İlhan Erdost, ölümü 7 Kasım 1980
Enver Gökçe, ölümü 19 Kasım 1981
Yayıncı İlhan Erdost 12 Eylül darbesini izleyen günlerde abisi Muzaffer Erdost’la birlikte gözaltına alındı. Bir astsubayın emriyle dövülerek öldürüldü. (O zulmü iki satıra sığdırmak bağışlanmaz ama affınıza sığınıyorum.)
Ölümünden sonra ağabeyi, kendi adına O’nun adını ekleyerek adını Muzaffer İlhan Erdost yapmıştır.
Enver Gökçe, toplumcu şiir anlayışıyla yazdığı şiirlerle halk olmuş, halka mal olmuş büyük bir devrimci şairdir.
Ömrü hapishanelerde, sürgünlerde geçmiştir.
Hapislerde kaptığı hastalıklar yüzünden doğduğu köye çekilmiş, köylüleri tarafından bakılmıştır.
Ankara’ya dönmüş ve ömrünü bir huzurevinde tamamlamıştır. (O müthiş yaşamı böyle kısacık özetlediğim için af diliyorum.)
ENVER GÖKÇE
Kadersizdi,
Kadersizliği
Ölümünden sonra da devam etti.
Natalie Wood ile
Aynı günlerde ölmeseydi,
TRT'de ona da sıra gelecekti.
Bir ağlayan
Eğin türküleriydi,
Ona da şükretsindi...
Metin Demirtaş
Muzaffer İlhan Erdost’un Enver Gökçe şiiri için söyledikleri:
"Enver GÖKÇE'nin şiiri, güz ekini gibidir. Kırsal alandan gelenler bilirler, sonyazda, yani güzün ekilen buğday, ilkyazla birlikte eriyen karın altında filizlenir. Soğuğa, kırağıya dayanıklıdır. Kurağa dayanıklıdır. Nice boralar, fırtınalar ya da Anadolu'nun kavurucu sıcağı ortasında, eğilip bükülmez, boy verir, başak verir. Böyle dayanıklıdır, Enver GÖKÇE'nin şiiri. Enver GÖKÇE'nin şiiri harman olur, bağ olur. Savrulur. Bir yandan bizim bilincimizi ve direncimizi pekiştirirken, bir yandan da devrimci şiirimizde özgün bir tohum olarak yineler kendini..."

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...