25 Aralık 2023 Pazartesi

AD GÜNÜNÜ NERENİZDEN UYDURDUNUZ

 Doğum gününe "ad günü" demiyorlar mı, beynim karıncalanıyor..

"Yeğenimin ad günü kutlu olsun." muş.
Değişik ve ilginç görünmeye çabalayan özentiler...
Bu ülkede, babası gelince adını koyacak denilip bir yıl babasının tezkeresini bekleyen bebeler var. (Aile büyüklerinin duayla çocuğun adını üç kez yineleyerek yaptıkları ritüel yüzünden.)
Ya da benim gibi, erkek olacağım düşüncesiyle adı, doğmadan bir ay önce nüfusa kaydedilip de kız olunca dört beş ay sonra adı ve cinsiyeti düzeltilenler... (Şimdi ayrıntılarına girip anlatsam inanmaz ve gülersiniz.) Babacığım doğacağım günü yanlış hesaplayıp görevden izin alır gelir ama ben gelmeyince doğmuşum gibi gidip nüfusa yazdırır, işinin başına döner. Annemin ve dedemin bu işlerle uğraşmak zorunda kalmasını istemez çünkü.
Sonra, yine, Dede Korkut Öykülerindeki Boğaç Han var. Türklerin en eski geleneklerinden biri. (İyi ki eskide kaldı, çünkü milyonlarca çocuk adsız yaşar ve ölürdü. İşe yaramaz onca insanı düşünsenize.) Erkek çocuklar büyüyüp de bir yiğitlik göstermedikçe, toplum için yararlı bir iş yapmadıkça adları konmazmış. Öyküde, delikanlı bir boğa güreşinde boğayı yenince adı Boğaç olmuş.
Dünyada pek çok toplumda benzer gelenekler var. Örneğin Kızılderililerde...
İlk iki çocuğunu bebekken yitiren, bu nedenle de üçüncü çocuğunu nüfusa kaydettirmeden, adını bile koymadan yıllarca bekleyen bir aile tanımıştım. Okula başlarken adı konmuş ve nüfusa yazılmıştı. Yıllarca Dursun dedikleri çocuğun adını Ümit yazdırmışlardı. Ama çocuğu yazdırdıkları tarihte doğmuş gibi gibi yazdırınca olanlar olmuş, okula almamışlardı. Epey uğraştılar. Şimdi Ümit'in yaş günü mü diyeceğiz, ad günü mü?
Bu ülkede doğduğu gün adı nüfusa yazdırılan kaç kişi tanıyorsunuz?
Günümüzde bile doğum heyecanı atlatıldıktan sonra nüfus işleri akla geliyor..
Adın kulağa fısıldandığı gün müdür ad günü, resmiyet kazandığı gün müdür?
Ya doğmadan aylarca önce adı konanlara ne diyeceğiz.
Yani sözün özü cahil gösterişi böyle bir şey işte.
Ad günüymüş!.. Peh...

9 Aralık 2023 Cumartesi

YAĞMUR-YOĞURT VS.

 

9 Aralık 2023

Dünden pişirip hazır ettiğim ıspanağıma süzme yoğurt gerek. Bugün çıkar alırım, diyordum.

Hava kapalı, önce anlamadım, hazırlanmaya başladım ki yağmur yağdığını fark ettim.

Yağmur altında ıslanmak, damlaların yüzüme çarpması, mis gibi serin hava bir an için heyecanlandırdı, heveslendim ancak çabuk toparladım. Yağmur romantizmi çok çok gerilerde kaldı.

Yüreğim, “Kalk gidelim.” derken cümle azalarım “B.k yeme otur.” diyor.

 Hava böyle kapalı olunca ruhum çok uyuşuyor. Bunaldım.

Elime telefonu alır almaz Aynur Yağmuroğlu Tetik’in can simidi düştü önüme. Canım arkadaşım Facebook’ta benimle ilgili yazmış, ne güzel yazmış. O yağmur ruhuma yağmaya başladı, yundum, yıkandım, arındım. Ne güzel…

İyi ki varsın Aynur ve iyi ki seni tanıdım.

 Ispanak sarımsaklı süzme yoğurt ister, başka türlü olmaz. Mahmut’a telefon etmeliyim, meşgul değilse, işlerini bitirmişse alıverir; ne güzel olur.

 Uzandığım yerde telefonla meşgulüm. Artık telefondan haberleri okuyabiliyorum. Gözlük numaram değişti.

Bu yapay zekâ mıdır, nedir; telefonda benim adımlarımı izliyor. Hangi haberlere ilgi duydum, hangi giysi reklamını açıp baktım; hepsinden haberi var.

Sıklıkla arkeoloji haberleri okuduğumu görünce piyasada ne kadar arkeoloji haberi varsa önüme koymaya başladı. Gazetelerin haberlerinden tut arkeoloji sitelerine kadar…

Oturduğum yerde müze müze gezmeye başladım. Kâh bir kazı alanındayım kâh açık hava müzesinde…

Ne yalan söylemeli, arkeolojiyi seviyorum. Bir dahaki sefere, yani başka bir yaşamda arkeolog olacağım.

 Yıllar önce Hatay’a yaptığımız bir yolculukta Samandağı’nda, Musa Dağı’nın zirvesinde bulunan Aziz Simon Manastırı’nı görmek istemiştik. Ama ören yerlerinin yol işaretleri ya yetersizdi ya hiç yoktu. 

Dağı üç kez turladığımız halde Aziz Simon Manastırı’nı bulamadık. Vakıflı Köyü ve daha yukarılarda içinde yüzlerce yıllık bir çınar ağacının bulunduğu köye kadar gidebildik. Acıktık, yorulduk, susadık. Köy kahvesinden suyumuzu aldık ama açlığımızı gideremediğimiz için geri dönmek zorunda kaldık. Dokunsalar ağlayacak durumumu ve düş kırıklığımı görünce, Yaşar, “En ulaşılmaz dağın tepesinde antik bir taş var.” deseler gidersin sen. Ama ben çok acıktım canım.” demese dönmezdim.

 Mahmut yoğurdu getirdi, sağ olsun, var olsun. Ama bir kilo yoğurdu 100 TL yapan, buna sebep olan kim varsa gün yüzü görmesin, bu ülkenin ahında boğulsunlar, ocakları ışık görmesin, ocakları dertle dolsun. Hepsinin; yapanların, yanlarında duranların, ses çıkarmayıp sineye çekenlerin…

 Söyleniyorum, öfkem tepeme sıçradı.

Telefonu tekrar aldım elime. “arkeofili”den bir başlık; Antakya’da bulunan Kem Göz ve Bahtiyar Kambur Mozaikleri

Haberi, bu mozaiklerle ilgili bilgileri okuyunca tuttu mu bir gülme…

Bu yazıyı yazma düşüncesi o an düştü aklıma.

 Her iki mozaiğin fotoğrafları var. Mozaikler 1932-1939 yıllarında yapılan kazılarda bir villanın girişinde bulunmuşlar.

Birinde flüt çalan bir çıplak Pan ve etrafında akreplerin, sırtlanların, vahşi kuşların, yabaların tehdit ettiği bir göz… Göz bildiğimiz “Göz değdi, nazar değdi.” hurafesindeki göz. Pan, mitolojideki yarı insan yarı keçi yaratık ama bu biraz farklı; kocaman bir fallusu var.

Mozaiğin üstünde Grekçe “KAICY” sözcüğü var. Bu sözcük “Kim Baktığı mekân ya da içindekiler hakkında ne düşünürse, aynısı ile karşılaşsın.” anlamına geliyormuş, iyi mi?

Bu sözü biz azıcık farklı sözcüklerle kullanıyoruz. “Benim için ne düşünüyorsun, Tanrı sana bin katını versin.”

 İkinci mozaikte Bahtiyar Kambur diye adlandırılan kocaman bir kamburu ve kocaman bir fallusu bulunan elinde iki sopa sallayan çıplak bir adam var.

Başının üstünde aynı sözcük var. Bu sözcük bereket ve korunma amaçlıymış.

Şimdi beni güldüren küçük bilgiye geliyorum:

“Bolluk ve bereket getirdiğine ve kötülüklere karşı koruyucu olduğuna inanılan Tanrı Priapus’un simgesi fallus, tek olarak da evlerin kapıları üzerine işleniyordu. Fallus (phalli) ve fica (baş parmağın işaret ve orta parmak arasına alınması hareketi), Roma döneminde iyi şans getirmesi için tılsım olarak kullanılıyordu.”

 Yani bilmem kaç yüz ya da kaç bin yıl önceden bugüne değişen bir şey olmamış.

 Bu mitolojik öykücüklerin kaynağı olan batı kültürü fallusu kutsamaktan vaz geçmişken, doğuda erkeğin gücü olarak daha kutsallaşmadı mı?

Erkeğin sübyancılıktan tutun, her türlü sapkınlığına meşru kılıflar uydurmaya çalışan din adamları yok mu?

Küçücük erkek çocuklara tecavüzü, 5 yaşındaki kız çocuklarının evlendirilmesini, kadınların yaşam haklarını elinde bulundurduğunu savunan ilkel falluslar…

“Amcana pipini göster bakayım.” diye diye bilinç altına yerleştirilen falluslar.

Kadınları öldüren falluslar… Kadın cinayetlerini engelleme yerine teşvik eden falluslar…

 Fallus artık bereketi ve koruyuculuğu simgelemiyor; bizim ülkemizde saldırganlığı, acıyı, vahşeti, ilkelliği simgeliyor.

 Bir de başparmağın işaret ve orta parmak arasına sıkıştırılması var ki anlamı artık tümüyle değişmiş durumda. Roma döneminde iyi şans getirmesi için tılsım olarak kullanılıyormuş ya, artık öyle değil. İşte benim güldüğüm buydu.

 Gün başladı ve bitti. Yağış devam ediyor. Vakit gece yarısını çoktan geçti. Pencereden biraz sokağı seyrettim. Yağmur bitecek gibi, öyle görünüyor.

Yarın bir başka gün… İş olsun olmasın gönlü yoracak sonra da güzelleştirecek bir şeyler hep oluyor, hep olacak.

Gönlü yorgunlara, kafası yorgunlara, bedeni yorgunlara ve bütün hastalara (Aralarında benim kardeşim de var, küçüğüme de) sağlık diliyorum.

 

(Yazdıklarımı Facebook beğenmeyebilir ve bir süre sonra kaldırabilir; fallus mallus, işi karıştırdık ya… Her neyse yazdıklarım bilimsel temeli olan gerçeklerdi ve ben düşünce ve düşünceyi ifade özgürlüğümü kullandım. Ön almak adına bu notu da şuracığa eklemek istedim.)

 NOT: Bu yazı Facebook'ta da yayınlandı.

 

 

22 Ekim 2023 Pazar

Hoş Geldin Bebek

 

22 Ekim 2023

Birkaç hafta önce, alt kattan bir bebek sesi duydum. Aman bir heyecanlandım, sormayın...

Bizim bina depreme dayanıyor da sese dayanamıyor. Kaç kat aşağıdan sesler bile geliyor. Bebek yaygaracı değil. Bir ıngaaa, ardından yumuşak bir kadın sesi yavaşça “eeee bebeğim, eeee”… Çok sürmüyor, birkaç dakika belki… Bebek ve annesinin sesi kesiliyor.

İçim ıpılık oluyor. Bir can daha gelmiş, “iki kapılı han”a konmuş.

(İki kapılı hanın iki kapısını da haydutların tuttuğunu, hanın içinde eşkıyanın, zalimlerin, hırsız ve zorbaların kol gezdiğini bilmez bebeler.)

 

Sık sık pencereleri açarım ben. Kimi zaman karşılıklı… Eğer dikkat etmezsem kapılar gümbür gümbür çarpar. Kendim bile irkilirim o sesten. Artık daha dikkatliyim.

Evvelki gün kapı çarptı yine, yüreğim ağzıma geldi. Bebek irkilir, korkarsa!... Şimdi tek yönlü açıyorum pencereleri…

 

Yaşar’a “Küçük bir armağan alsam, kapılarını çalsam, kendimi tanıtıp bebek yoklamaya geldim desem tuhaf olur mu?” dedim. Olmazmış ama bebeği göremeyebilirmişim. Kimi insanlar nazardan korkarmış.

Kafama koydum, o kapıyı çalacağım, o anneyle tanışıp o bebeği seveceğim.

Sonunda, dün bir küçük armağanla yeni çoğalttığım menekşelerimden bir saksı seçip komşumun kapısına dayandım.

Kapıyı genç bir kadın açtı. Bana bir tuhaf bakıyor, çekinir ya da korkar gibi.

“Buyurun, ne istediniz?” dedi. Başladım, önceden tasarladığım şeyleri söylemeye:

“Bağışlayın kızım, tanışmıyoruz ama bebeğinizin sesini ve sizin ninnilerinizi duyuyorum. Ben üst katta oturuyorum. Size hayırlı olsun demek istedim, bebeği yoklamak istedim. Çocukları, hele yeni doğanları çok severim. Her yeni doğan çocuk beni mutlu eder. Tanımam şart değil.”

Genç kadın önce şaşkın, sonra bütün yüzüne yayılan bir gülümsemeyle “Anladım sizi ama biz de çocuk yok. Ben öğrenciyim, bir arkadaşımla burada oturuyorum.” diyor.

Ekliyor; “Aslında biz de çocuk seslerinden çok şikayetçiyiz. Ya altta ya üstte bir aile çocuklarına dur demiyorlar. Gece gündüz o çocukların gürültüsü bizi bezdirdi.”

Aksanı dikkatimi çekiyor. Rusya, Ukrayna, Çeçenistan, Gürcistan gibi bir yerlerden olduğunu düşünüyorum. “Yabancı mısınız?” diyorum. Onaylıyor. Gürcistan’dan gelmiş. Arkadaşı da Gürcüymüş.

İçeri kahveye davet etti, girmedim ama menekşeyi eline tutuşturdum. Bu sizin kısmetiniz, bebek yoklayacaktım ama madem tanıştık, tanışma armağanı sayın, dedim. Önce tereddüt etti, sonra sevinerek aldı.

Ayaküstü   sohbeti sürdürüyoruz.

Birden kafama dank ediyor. Ben bu katta inerken asansöre binen adam asansörün düğmesine benden önce basmış. Asansör kata gelince ben bakmadan inmişim, hangi katta olduğumu bilmiyorum. Asansörün azizliği…

Genç kadına “Kaçıncı kattayız?” diyorum. İki, diyor. Gülüyorum. Yanlış katta inip yanlış kapıyı çaldım, kusura bakma kızım, diyorum. Gülüşüyoruz.

Daire numaramı verdim, herhangi bir sıkıntıda bize gelmesini tembihledim. İki yaşlı emekli öğretmeniz, gençlerle sohbet etmek hoşumuz gider, dedim. Kahve için sözleştik, veda edip döndüm.

Ama o bebek illa görülecek.

Eve geri çıktım. Bir saksı menekşe daha aldım elime. (Menekşelerim çok kalabalık bir koloni oluşturmuşlardı. Bir saksıdan sekiz saksı menekşe oldu, inanılmaz. Yani armağan edilecek menekşe çok.)

Bu kez gözüm asansörün panelinde, indim aşağıya. Kapıyı çaldım, ufak tefek gencecik bir kadın açtı. Öyle genç görünüyor ki… Aynı sözler… İçeri aldı beni. Bebek uyuyormuş. 10 dakika kadar sohbet ettik. Ninniyi kendisi söylemiyormuş. Telefondan dinletiyormuş.

Düş kırıklığı… Ben bebeğine ninni söyleyen anneyi sevmiştim doğrusu.

Bebeklere anne sesinin sıcaklığı, anne nefesi, anne kokusu gerek.

Evde bunu eşime anlatırken aklıma Nihat Behram’ın o şahane dizeleri geldi.

“Bebek seni kelebek

Seni sevinçlerin irisi

Seni merak hareket

Gonca veren bereket

Umutların büyüsü

Muştuların sayısı

Seni azıdişleri

Kuzuların düşleri

Seni kırlar seni nar

Ceren ceylan şarkılar

Seni özlemlerin iyisi

Çiçek çiçek kaysılar

Filiz filiz uyutsun

Çağıl çağıl büyütsün.”

Yaşar, ben geri gelip hiçbir şey söylemeden bir saksı menekşe daha kapıp çıkınca meraklanmış.

Anlattım yanlış kapı çaldığımı, çok güldük. “İnsanlık hali.” diyor.

***

Epeydir dışarı çıkmıyoruz. Bugün Yaşar berbere gitmeye niyetlendi, ben de market işlerimizi halletmeye…

Alışveriş arabamızla yola koyuldum. Liste yapmamıştım, doğaçlama yapacağım. Artık doğaçlama dediğimiz şey ne görürsek almak değil; ucuz, kaliteli, gereksinim duyulan ne varsa almak… Bunun için birkaç market gezmek gerek.

İkinci uğrak yerim Kardelen Market… Girişteki bölümle ikinci bölüm arasında üç-dört basamaklı bir yükseklik var. Bir de rampa…

Manav ve temizlik malzemesi reyonlarında işim bitti. O üç basamağa temizlik ürünleri yığmışlar. Market arabasını rampadan çıkaramadım, görevli kızdan yardım istedim. Genç bir müşteri atıldı, arabayı çekti, çıkardı. Ben kaldım, baston arabada. Delikanlıya “Beni de çekiverin lütfen.” dedim.

Hemen teyzem, diyerek elimden tuttu çekti. Nasıl teşekkür edeceğimi bilemedim.

Az önce yardım istediğim kız çocuğunu bir kadın azarlıyor, elinde baston yaşlı bir kadın. Merdivenlere malzemeleri dolduranın o olduğunu sanıyor olmalı. Çıkamamış.

“Zorlandınız mı?” diyorum, “Çıkamadım.” diyor.

“Güzel bacım benim! Yardım istemekten çekinmeyin. Etrafta yardımsever o kadar çok insan var ki.” diyorum.

“Ben elin namahremine elimi vermem.” diyor, çok sert, acımasız, kınıyor. Beni izlemiş, yardım istediğimi görmüş. Bana çok kızmış.

Bu kez alttan almayacağım, gerekirse kavgaya da niyetliyim.

“Yaşına bak, seksenden fazlasın. Bu yaştan sonra namahrem senin neyine. O çocuk torunun yaşında. Ayıp, ayıp, senin niyetin bozuk. Dünyaya da öyle kötü bakıyorsun.” dedim, yürüdüm.

İşim bitti, bir kasa çalışıyor, o da kalabalık. Arkamdan bir ses “Teyze, bu kasa da açıldı, beklemeyin, buraya gelin.” diyor. Yardım istediğim genç adam. Kendi sırasını verdi bana. Market arabasından aldıklarımı kendi arabama yerleştiriyorum. İşim bitti, görevliye teşekkür edeyim diye döndüm. Aynı kadın, beni göstererek kasiyere şikâyet ediyor. Dinden imandan söz ediyor. “Niyetin bozuk” demem zoruna gitmiş. Zaten öfkem tepemden fışkırıyor, döndüm; kasiyere durumu özetleyip amacım sadece yardımcı olmakken kadının bana hakaret ettiğini söyledim. Üstelik kuruş alışveriş yapmadığı halde mağazada dolanıp sağa sola çattığını, bu tiplerin tehlikeli olduğunu falan, Tanrı dilime ne verdiyse. Kadına “Senin gibiler etraflarında insan olduğunu unutuyor. Kadın erkek sadece insanlar var etrafta. Yardım isteyenler, yardım edenler… Yani insanlığın gereğini yapanlar. Bir de senin gibi karanlık yaratıklar var, insanlığımıza göz dikenler, bizi insanlıktan çıkarmak isteyenler. Hadi git yoluna.” dedim ve bir kez daha döndüm, yürüdüm.

Cahildir, uğraşmaya değmez dediklerimiz ruhumuzu kemiriyor.

Dizlerim, yorgun, hasta dizlerim titriyor, çok öfkeliyim, çok. Bir adım daha atmaya, alışveriş arabasını çekmeye dermanım yok.

İki adım attım, durdum, derin derin soluk alıp verdim. Aklıma bir sürü şey üşüştü. Ben zayıf biri değilim, böyle ciğeri beş para etmez yaratıklar yüzünden düşecek değilim.

Dirildim.

Üçüncü markete dipdiri girdim ve çıktım.

Böyle durumlarda, yani haklıysam ve haksızlığa, saldırıya uğramışsam bende böyle bir değişim oluyor.

Nereden baksan bir buçuk km’lik yokuş yukarı arabayı çekip çıkaramayacağımı düşünüp taksi çağırmayı planlamıştım. Vazgeçtim, yürüyeceğim. O yokuş vız gelir, bu araba vız gelir.

 

Yürüyeceğim, bu dizler kopsa da yürüyeceğim.

Yürümek zamanı dostlarım. İsyanla, kararlılıkla, sabırla, umutsuzluğa düşmeden karanlığın üstüne yürümek zamanı.

***

Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan laik, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yaşı kutlu olsun.

 

 

 

 

 

9 Ekim 2023 Pazartesi

SÜT AĞACIM

 Süt ağacı 1.80 cm'ye dek uzayabilirmiş. Laf... Bizimki tavana değdi değecek. Nereden baksan üç metre var.

(Sevgili Nesibe Kılınç kardeşim verdiğinde boyu dört parmak kadardı. Bana bu mucizeyi santim santim izleme fırsatı verdiği için gözlerinden öpüyorum.)
Ucundan yarım metre kesin, dediler. Hayır kesmeyeceğiz.
Baksanıza, ucundan yeniden dallanıyor.
Tavanı delme şansı yok ama doğanın kendi yarattığı direnme, yaşama yöntemleri var. Bekleyip göreceğiz.
Geçen yıl balkonda savacak deliğinin ağzında bir dal kedi tırnağı büyümüştü.
İki yıldır açmayan üç saksı sardunyamız vardı. Açık balkona çıkardım. Gözden ırak olunca sulamayı unutuyorum. Takır takır kuruyor toprak. Ama açmaya başladılar. Şakır şakır, pembe, kırmızı, beyaz güneşin altında kahkahalar atıyor gibiler.
Demem o ki, insanoğlu doğaya ne denli kötülük yapsa da doğa bir yolunu buluyor. O kadar uğraşıyoruz doğayı yok etmek için ancak yok olan biz olacağız.
***
Gecenin filmi Gri Baykuş adını taşıyordu. Kanada'da bir kızılderili aktivistin doğayı korumak için verdiği uğraş, yazarlık serüveni falan anlatılıyor. Keyifle izledik lakin duyargalarımız hep açık olduğu için filmde bir sürü şeye de takıldık doğrusu.
Aslında bu huyumuz rahatsızlık verici... Şöyle hiçbir şey düşünmeden yan gelip bir filmin bile tadını çıkaramıyoruz. İyiyse iyi, kötüyse kötü, sen keyfine baksana, değil mi?
Kendi ülkesinde ormanlardan kürdan niyetine minicik bir çöp alana ağır cezalar veren zihniyetin, benim ülkemde, Kazdağları'ndaki acımasız vahşeti, efsanelerin yurduna, Bin Pınarlı İda Dağı'nın bağrına siyanürü bırakıp çekip gitmelerindeki insanlık dışı iki yüzlülük geldi aklımıza, sinirlendik.
Başrol oyuncusunun karlarla kaplı uçsuz bucaksız vahşi doğada yaşamaya çabalarken her gün nasıl olup da sinekkaydı traş olabildiğine de güldük.
***
Memur emeklilerine beş bin lira...
Neden?
Nedeni var mı? İşçi, çiftçi ve esnaf emeklilerinden oy istemeye gerek yok. Onlar çantada keklik. Oysa son seçimde memur emeklisi büyük oranda iktidara oy vermedi. Eh, onları tavlamak gerek.
Fakaat... Beş bin lirayla olmaz bu iş. Elini biraz daha yükseltse iyi olur.
***
Bizim mahallenin doğası da ilginç doğrusu. İki güzel söz, dürüst ve temiz bir yüz, şaibesiz bir geçmiş bulduk mu hemen tav oluyoruz.
Seçimden bu yana Kılıçdaroğlu'nun pazarlıkları ortaya saçılınca çok midem bulandı.
Artık zerrece değeri yok gözümde. Özgür Özel'e de hiç güvenmiyorum. Hem solcuların ağzına kaşık kaşık bal vereceksin hem İmamoğlu ile iş birliğine gideceksin. Emanetçi misin nesin sen? İmamoğlu hala Akşener'in işbirliğine güveniyor, umudunu kesmemiş. Kendisinin seçilmesine yardım edeceğini bilse şeytanla bile sözleşme yapar; bırak Akşener'i...
Bilenler bilir, ben CHP'yi AKP iktidarını devirsinler diye destekledim. Eh bu da şimdilik olanaksız olduğuna göre...
Ben sosyalistim.
CHP artık benim için yok hükmündedir.
Üçüncü aday Örsan
Öymen'in tavşan olduğu söyleniyor. Çok çirkin ve iğrenç bir yöntem. Kimin için koşacaksa artık. Eski kirli siyaset oyunları tam gaz.
***
Bu toprağın insanı benim balkonda unuttuğum sardunyalar gibi, savacak deliğinden fışkıran çiçeğim gibi, boyu üç metreyi bulan süt ağacım gibidir. Bu toprağın insanı bastığı toprak gibidir.

Ne yapacağı belli olmaz. Ben, bir tek bu toprağın insanından umudumu kesmedim.
Şairin dediği gibi yani... "İnsan umutların kapısı..." (A. Kadir)






5 Ekim 2023 Perşembe

Pretoira’dan Kaçış Üzerine

 Gecenin filmi "Pretoira’dan Kaçış" adını taşıyordu. 2020 yılı, Avustralya-İngiltere ortak yapımı.

Film gerçek olaylara dayanıyordu. Irkçı Güney Afrika yönetimi ırkçılık karşıtı iki beyaz aktivisti kaçması olanaksız bir hapishaneye atarsa...
Senaryo olağan üstü. Filmin kurgusu büyüleyici. Yönetmen ve oyuncular muhteşem bir iş çıkarmışlar.
Harry Potter'dan tanıdığımız Daniel Radcliffe çok iyi bir oyuncu olmuş. Yarışmayla seçilmiş bir çocuk oyuncunun büyüyünce sinemada kalması olağan ama çoğu başaramamıştır.
Gerilim dozu baştan sona öyle dengeli ayarlanmış ki son 15 dakikayı neredeyse ayakta izledim. Hop oturup hop kalkmak derler ya, öyle.
Irkçılık insanlığın başına musallat olan en çirkin, en iğrenç hastalık. Vebadan beter. Çünkü insanlar bu hastalığı kendileri seçiyor.
Anımsatma: Filmi izlerkenwww.fullhdfilmizlesene.pw'den izlerseniz sakın konuyu okumayın. Üşenmemişler baştan sona anlatmışlar. En küçük detayları bile. Öğrencilerin roman incelemesi gibi. Ama filmi izlemediyseniz kesinlikle izleyin.
Tüm ifadeler:
Gürsel Yaşar ve 1 diğer kişi

Pazar Bahane Yurdum İnsanı Şahane

 

Canım kardeşim Gürsel gelmişti.

Beni pazara götürmesini istedim.

Hem Yaşar hem annem hasta olunca iş başa düştü.

Aşağıdan telefon etti, geldiğini bildirdi. Aceleyle indim.

Hava kapalı, yağdı yağacak... Acelem ondan. Zaten gece boyu yağdı. Güzün ilk yağışı. Bağı bahçesi olan ne der, ne düşünür bilmem ama benim hoşuma gitti. Yeryüzü yundu yıkandı, arındı.

Keşke bütün kötülükler öyle bir sağnak yağışta akıp gitse, keşke...

Baktım sol tarafta kaldırıma bir 07 plakalı bir araç yanaşmış. Ben Gürsel'in arabasını açık gri diye anımsıyorum ama demek ki aklımda yanlış kalmış, koyu griymiş. Bildiğin füme…

Beni görünce arabadan fırlar, koşar, elimden pazar arabasını aldığı gibi koluma girer, neredeyse kucakladığı gibi arabaya bindirir.

Ama hayır, hiç hareket yok. Öylece durmuş bana bakıyor.

Uzağı pek göremem ancak öyle dümdüz oturduğunu görebiliyorum.

Ne oldu ki? Kesin anneme üzgün, beni de bastonla görünce morali bozuldu.

Arabanın yanına vardım, arka kapıyı açtım, Pazar arabasını koymak üzereyim; sürücü bana bakıyor. “Buyur abla!”

Hiç tanımadığım biri… Sözcüğün tam anlamıyla şoktayım. Elin adamının arabasına zorla bineceğim. O benden de şaşkın.

“Amaaannn!” diye bir nida patlattım, sormayın.

“Beyefendi, kusura bakmayın. Ben kardeşimin arabasına bindiğimi sandım. Ben de 07 plakalı üstelik gri bir araç bekliyordum. Gözüm de bozuk, seçemedim.” diyorum.

“Olur abla olur, önemli değil.” diyor.

“Gerçi gri olmasına gri ama bu kadar koyu değildi, nasıl da farkına varmadım. Çok özür dilerim.” diyorum.

“Abla hiç önemli değil, olur böyle şeyler.” diyor.

Böyle şeyler olur mu? Olmaz ama söz konusu bensem, olur.

Döndüm Gürsel’i arıyorum; baktım epey ilerde. Şapkasından tanıdım. Kural sever kardeş, otobüs durağını işgal etmek istemediği için almış başını gitmiş. Oysa Niğde’de duraklara park edilebilir. İtiraz edene küfredilir. Ne bilsin işte.

Dediğim gibi koştu, arabamı kaptı elimden, binmeme yardım etti. Anlattım olanları. Çok güldük.

Bugün pazartesi… Pazartesi pazarına gidiyoruz. Yollar çok kalabalık, trafik fazla. Gürsel şaşırdı. “Niğde’de nüfus yoğunluğu var abla.” diyor.

“Diriğun kuzum.” dedim, anlamadı. “Pazartesi yani, hafta başı. Anneannemin, dedemin dediği gibi ‘diriğun’ yani ‘diri gün’.” dedim. Sonra bu diri gün sözündeki güzelliği sevdik. Pazartesi yerine diri gün… Ne güzel. Canım anneannem, Türkçe’nin güzelliğinin vücut bulmuş haliydi.

Pazarı ne siz sorun ne ben söyleyim… Fiyatlar absürt… Bizim meşhur güzelim yerli domatesimiz 25’ten aşağı değil.

Mantarı severim. Hele Yaşar, göbeğine kaşar ve tereyağ koyup da fırında pişirince daha çok severim. Baktım, bir adım solumda bembeyaz mantarlar bana gel gel ediyor, yanaştım hemen. Etiket yok, fiyatını sormadan daldım seçmeye. Para ödemeye gelince şafak attı. Kilosu 70 liraymış.

Akşama mantar ziyafeti çektik. Yaşar’a “Bu yılın ilk ve son mantarı, tadını çıkara çıkara yiyelim.” dedim. “İktidar değişene kadar böyle…” dedi. Öyleyse durum kötü, mantara hasret ölürüz artık, dedim.

Üç ev için alışveriş yapıyoruz. Gürsel Antalya’ya götürmek için hem kendine hem anneme alıyor. Alışveriş listelerimiz farklı, ara ara birbirimizden kopuyoruz. Ben doğaçlama yapıyorum. Ne bulursam alma eğilimdeyim. Bir daha beni pazara kim çıkaracak?

Kornişonları görünce heveslendim. Söylemesi ayıp, kornişon turşum çok güzel olur. İki kilo alsam yeter, dedim. Fazlası yorucu olur.

Elimde kornişon torbası, Gürsel’e bakınıyorum, araba onda. Gördüm ve ona yöneldim ama önümde bir genç adam. 30’lu yaşlarında sanırım. Bana dikkatle bakıyor. Tanıdığım biri olabilir mi? Yo, çıkaramadım.

Poşeti gösterip “O kaç kilo?” dedi. Fiyatını soruyor olmalı. Kilosu 15 lira, dedim. “Hayır hayır, ne kadar aldınız?” dedi. Haydaaaa… “Size ne.” demeye niyetliyim ama bakışları kötü değil, soru ciddi. “İki kilo aldım.” dedim. “Ben de alacağım da ne kadar alacağımı bilemedim. Elime alabilir miyim?” diye ikinci bombayı patlattı adam. Şaşkınlıkla eline verdim, şöyle bir tarttı, teşekkür etti ve gitti. Gürsel “Abla bu da neydi?” diyor. Sahi, bu da neydi öyle?..

Kendi sorumuzu kendimiz yanıtladık. Evden sipariş aldı genç adam. Büyük olasılıkla karısından. Ama ne kadar alacağı söylenmedi. Sormaktansa benim ne kadar aldığımı öğrenmek istedi. Böylece karısına herkes bu kadar alıyor, diyecek.

Kendi sorumuzu yanıtladık ama kendimiz de inanmadık. Durum hala tuhaf geliyor.

Dönüşte eski öğrencilerimden Ali Şanver Salı’nın kırtasiye dükkanından Atatürk fotoğraflı bir bayrak aldım. Balkona asacağım. 100. Yıl nedeniyle ve inadına… 10 Kasım’dan sonra kaldıracağım.

***

Bugün akşama dek evdeydik. Gözler televizyona kilitli. Merdan Yanardağ’ın tahliyesini bekliyoruz. Umuyoruz desem daha doğru olur.

Duruşma şaibeli başladı. Tahliye var ama ceza da var.

Bunu muhalifleri susturmak için yapıyorlar, gözdağı vermek istiyorlar.

Bizler ne gözdağları gördük ne baskılar gördük. Bize vız gelir tırıs gider. İktidarın anlamadığı bu.

***

Yazı gece yazıldığı için iyi geceler diyerek sonlandırıyorum. Umudunuz hiç eksilmesin. Gönlünüzdeki güzellikler kadar güzel bir dünya umuduyla…

04.10.2023, NİĞDE

 

 

 

15 Temmuz 2023 Cumartesi

Kabak Güzellemesi

 Geçen perşembe pazardan kabağı biraz fazla almıştım. Her türlü yemeğine bayılırız.


Yemeğinden tatlısına ne çok çeşidi vardır kabak yemeklerinin.
Geleneksel kuşbaşılı kabak, bulgur ve etle pişirilmiş, sarımsaklı yoğurtla yenen kabak, mücver, kabak karnı yarığı, yaşı kurusu kabak dolması, sandal kabak yemeği, kabak salatası, garnitürlü makarnalı kabak salatası.... Bunlar benim bildiklerim.
Bizim buralarda bal kabağından yaptığımız enfes tatlıya ek hatay yöresinde yapılan çıtır çıtır kabak tatlısı...

Önce şöyle bol cevizli, süzme yoğurtlu kabak salatası yaptım. Ağzınıza layık, pek güzel olmuş. Bir kaç gün sonra da kuşbaşılı bol domatesli acılı geleneksel yemek...

Düşündüm de bunca lezzet çeşidine rağmen kabağa nankörlük edip "Kabak tadı vermek" diye bir deyim yaratmışız.
Bıkmak anlamında, çok tekrarlandığı için isteksizlik yaratan şeyler için kullanılır.
"Her toplantıda aynı terane. Kabak tadı verdi artık."
"CHP'deki kifayetsiz muhterisler pıtrak gibi... Artık kabak tadı verdiler."
"Kılıçdaroğlu'nu savunup duruyoruz ama çok yanlış iş yaptı, inan kabak tadı verdi artık."
"Facebook'ta günaydından başka şey paylaşmayanlar kabak tadı verdiler."
"Televizyonda hep aynı yüzler... Artık kabak tadı veriyor."
"Şu televizyon dizileri de iyiden iyiye kabak tadı verdi."

Yemeğim güzel olmuş. Yaşar beğendi.
Sordum,"Sence kabak kadar zengin bir sebzeyi neden -kabak tadı vermek- diye bir deyimin içine soktuk dersin?"
"Bilmem ki, vardır bir nedeni. Biz şu tazecik, lezzetli Bor kabağından özür dileyelim mi?" dedi. Güldük. (Buralarda Bor kabağı çok meşhurdur. Bilmeyenler için notumuz olsun.)

Kabak tadı vermeyen insanlarla karşılaşmamanız dileğiyle...

7 Temmuz 2023 Cuma

Vazgeçebilmek

 İnsan neden kendinde keramet vehmetmeli? Vazgeçilmez değiliz ki?

Görünürdeki zincirlerim aslında yok, ruhumu ve aklımı özgür bıraktım.
Birileri benim zincirlerimi görüyorsa bu onların sorunu. Beni kendilerine "mecbur" sananlar; ne gaflet...
Onları kırıp atmak göz açıp kapamalık bir süre.
Vaz geçilmez değilim.
Kimse de benim için vaz geçilmez değil.
O demir ağlar hiç kimse için, ama gerçekten hiç bir insan için artık mevcut değil.
Aklım ve ruhum bu denli özgürken neden korkayım?

Yerini Ud Edenler

 Arapça'dan gelen bir sözcük var: "ûd"

Eşsesli çalgı anlamındaki uddan farklı...
Anlamı "utanma, sıkılma, gönül borcu, suç, günah" olarak açıklanır.
Dilimizde güzel bir deyimin içinde yer alır: "Yerini ûd etmek"
Pek çok arkadaşım hemen tanıdı, değil mi?
Birine "Yerini ud etme." demek şudur:
Şimdilik sevilen, saygı duyulan, beğenilen, takdir edilen birisin ama kendi ellerinle, dilinle, davranışlarınla insanları soğutup uzaklaştırma. Bugün seni takdir eden insanlar hemen yarın seni pişman ederler. Burnu büyüklük yapma, kerameti kendinde bilme, ne oldum delisi, buldumcuk olma. Dangalaklığı bırak, gönül kırma.
Yarın terk edildiğinde suç sadece senindir.

Olağanüstü, değil mi?
Siyasette "yerini ud edenler" ne denli çoğaldı, farkında mısınız?

30 Haziran 2023 Cuma

Akşener Vakıası

 28 Haziran 2023

Kadının gözü dönmüş.
O nasıl böğürme, o nasıl hakaretler öyle...
Kendi parti tabanını bir dövmediği kaldı.
Aslında bu seçimlerdeki yenilgi bizi kurtarmış bile olabilir, bakın, söylüyorum.
Kemal Kılıçdaroğlu gibi dürüst ve sözünün eri biri bunu başbakan yapar mıydı? Yapardı. Adamın yüzü yumuşak.
Alimallah bir de başbakan olsaydı daha kazanmadan kendi tabanına karşı böyle çirkin bir öfke patlaması yaşayan biri neler yapardı, bir düşünün. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak…
Verilmiş sadakamız varmış da kadın köprüleri yıktı gitti.
Zaten içime sindiremiyordum faşisti.
Bizimkiler de ellerinde tuzluk, her hıyarım var diyene koşmamayı öğrenirler belki.
Ahde vefa, dürüstlük, yalan söylememe, sözünü tutma, çalıp çırpmama, yetim hakkı yememe, yalan söylememe, emeğe saygı, yakınlarını ve yandaşlarını koruyup kollamama, liyakat ve adalete inanç, dünyanın neresinde acı çeken biri varsa acısını duyma, “düşüncelerine, inançlarına katılmadığımız insanların haksızlığa uğraması durumunda o davada ölümü bile göze alabilme”, kararlılık, inandığı dava için gerekirse ölebilme yiğitliği, akla ve bilime katıksız inanç…
Bunlar solcuların ortak ilkesidir. Yüzyıllardır bu ilkeler uğruna savaştık, gerekirse öldük ama ödün vermedik. Kendini solda ifade edenler bu ve benzer ilkelere sadıktır. Değişmez, değiştirilemez, dönüştürülemez ilkeler…
Hazret milli ve muhafazakârmış. Sevsinler…
Biz faşist değiliz; ırkı, dini, inancı, mezhebi, cinsiyeti, düşüncesi, siyasi görüşü, cinsel tercihi ne olursa olsun “Cümle âlem birdir bize.”
Bugün içerdiği ve yaygın olarak kullanıldığı anlam bir yana, “muhafazakâr” olan biziz. Biz düşüncelerimizi, duygularımızı, ilkelerimizi, bizi insan yapan ne varsa, büyük bir sadakatle koruruz, ödün vermeyiz, vicdanımızı ve aklımızı satmayız çünkü. (Bizim de aramızda yuvalanmış müptezeller vardır elbette. )
Spartaküs köleliğe başkaldırdığında, yenileceğini, öldürüleceğini bilmiyor muydu? Roma'nın adı bile kalmadı ama Spartaküs yaşıyor.
Şeyh Bedreddin ve müritleri Torlak Kemal, Börklüce Mustafa “Yarin yanağından gayrı, her yerde ve her şeyde hep beraber olabilmek için.” canlarını verdiler.
Pir Sultan Abdal “Şu illerin taşı hiç bana değmez / İlle dostun gülü yaralar beni.” derken dosttan yediği kazığa, takiyye denilen o iğrenç kavrama sitem etmiyor muydu? Öyle ya, dostuna taş atmayı kendine yediremeyerek yakasındaki gülü çıkarıp atan, düpedüz takiyye yapan arkadaşı gül atınca o güzel yürek incinmez mi? Hani dava, hani dostluk?...
Spartaküs’ten, Rosenberglere, Clara Zetkin’e, Che Guevara’dan Nesimilere, Pir Sultanlara, Bedrettinlere, Mustafa Kemallere, Denizlere, Mahirlere... Yeryüzünü yüzyıllardır dolanan o ilkeler büyük bir titizlikle korundu.
O güzel insanların öyküleri çağlar atlayıp bize ulaştı, bizden sonra da kim bilir kaç bin yıl insanlara yol gösterecek.
Ama zalimlerin, döneklerin, korkakların adı anılmayacak.
(Muhafazakar sözcüğü dilimize Arapça bir kök ve Farsça bir ek olarak girmiştir ‘Arapça muḥāfaẓa + Farsça -kār’ ve anlamı koruyan, muhafaza edendir… Günümüzde tutucu anlamında, gelişmelere kapalı her türlü inanç sistemi için kullanılıyor.)
İşte tam da bu nedenle Meral Akşener ve diğerlerinin neler yapabileceği konusunda yanılmadık.
Son alçaklıkları Merdan Yanardağ'a pusu kurmak.
Ama biz kazanacağız; çünkü haklıyız.
Tek marifetleri yalan, iftira, Ali Cengiz oyunları...
Bizdeki yürek onlarda yok; lider küfreder, onlar sineye çeker.
***
Bu bayram kutlama yapmayacağım. Çünkü bayram ruhu öldü gibi.

Hobi mi?

 Kısa bir zaman öncesine dek bu ülkede, hele bizim buralarda "hobi bahçesi" kavramı diye bir kavram yoktu.

Hele Bahçeli, Bor, Kemerhisar ve diğer kasaba ve köylerde hiç yoktu.
Niğde il merkezinde bağlar vardı (ki hala var) bulundukları semtin adıyla anılan bağlar... Tepe Bağları, Amas Bağları, Kayaardı Bağları...
Yazın taşınılan, kendi gelenekleri oluşturulmuş bağlar. Her bağ semtinin kendine özgü toplu eğlenceleri vardır. Bağ komşuluğu kardeşliktir buralarda.
Bor da Niğde'ye benzer. Ama Bahçeli'de kasabanın adı gibi her ev kocaman elma bahçelerinin içindedir, yaz kış yaşam orada sürdürülür. Üzüm bağlarımız ayrıdır.
Niğde'de ilçelerde, kasaba ve köylerde köklü bir bağ-bahçe kültürü vardır.
Kimse bahçesine hobi bahçesi demez.
Önceki gün dışarı çıktım, işim vardı. Biraz alışveriş yaptım, açıldım.
Öğretmenler Parkı'nın duvarının dibinde bir genç kadın ve bir çocuk iki kova kiraz koymuşlar önlerine; pazarcı gibi geleni geçeni çağırarak kiraz satıyorlar. Kirazlar güzel görünüyor. Fiyatını sordum, 30 liraymış. Almaya niyetim var ama kendi kasabamın kirazlarını severim ben. "Kiraz nerenin?" dedim. "Bahçeli'de hobi bahçemiz var, kendimiz yetiştiriyoruz." dedi.
Haydaaaaaa....
Buralarda bağlarda, bahçelerde herkes meyvesini, sebzesini kendi yetiştirir, ihtiyaç fazlasını satar, masrafını çıkarır.
Ürünlerin türlü türlü yan ürünlerini de kendileri yaparlar. Üzüm; pekmezden kuru üzüme, köfter dediğimiz leziz kışlık tatlılarımıza ve hatta şaraba dönüştürülür.
Meyveler kurutulur, sebzeler kurutulur, salçalar yapılır.
Kışlık gereksinim ne kadarsa ayrılır, fazlası satılır. Bu çok olağandır. Çoğu aile böyle geçinir. O ürünleri satın alanlar da satanlar da gönül rahatlığıyla yaparlar alışverişlerini.
Ne ara o bahçeler hobi bahçesi oldu, anlamadım.
Ne ara o kirazlar hobi bahçesinin kirazına dönüştü anlamadım.
Eeee, bacım kovaları önüne koymuşsun, kiraz satıyorsun yol kenarında... Bal gibi ticaret bu. Pazarcılık yapıyorsun işte.
Ne hobisi, ne bahçesi.
Hobi sözcüğü yüzlerce yıllık bağlarımıza, bahçelerimize asalet mi katıyor yani? Ya da sana?
Böyle züppeliklere hiç dayanamıyorum.
Yavaşça döndüm, yürüdüm.
Hobi bahçesinin kirazlarını çığıra çığıra satsin benim kim olduğunu, yerini, geleneklerini unutan bacım. Hobisiyle sınıf atladı zaten...

3 Mayıs 2023 Çarşamba

Yaprak döker bir yanımız / Bir yanımız bahar bahçe

 PTT'nin önünden geçiyorum. Kapının önünde iki güvenlik görevlisi sigara içiyor.

Birinin etrafa, insanlara bakışı ilginç Öyle tepeden, öyle kendini fazlasıyla önemsercesine.... O üniformanın kendisine güç verdiğini sanıyor. "Küçük dağları ben yarattım büyükler dedemden kaldı." bakışı... Ama düşmanca, nefretle... Neden sevmiyor insanları?
İnsan benim kadar çok şey yaşamış ve insanın her çeşidini görmüş olunca duruşların, bakışların uzmanı oluyor.
Bir halt olamadıysak da insan sarrafı olduk anlayacağınız.
Ben önünden geçerken bakışlarıyla bana sataştı sanki...
Çok rahatsız oldum.
Ama bir anda ayaklarına ilişti gözlerim: siyah püsküllü bir babet...
Babet neyse de püskülleri var.
Bir gülmek geldi bana...
Otobüse bininceye dek güldüm. Acıdım delikanlıya, karizma yerlerde...
***
Otobüse her bindiğimde kulaklık kullanmaya başladığıma bin pişman oluyorum.
İşitme bozukluğu günlerim güzelmiş meğer. Duymuyorsun, rahatsın.
Duymadığın bilindiği için İnönü'ye benziyorsun. Duymak istemediğin şeyleri duymazlığa yatıyorsun.
Ama mahkemede konuşmadan önce yargıca "Sayın Hakimim, benim kulaklarım çok az duyar, sorularınızı yüksek sesle sorar mısınız?" demek zorunda kalmak var.
Doktora ilk olarak duymadığımı söylemek zorunluluğu, coronalı günlerde, cam bölmenin ötesindeki nüfus memuruna derdini anlatamamak, söylediklerini duyamamak var.
Hele telefonda konuşmak... "Alo ben Feride Yaşar Özdemir. Önce şunu söylemeliyim...."
Yargıç Hanım, en sevimli, en anlayışlı haliyle avaz avaz soru sormaya başlayınca sağır kulaklarım bile çın çın ötmüştü. Canım yavrum ya...
Nüfustaki memur hanım ise "Nereden çattık." formundaydı.
Göz doktorum da iyice eğilip kulağıma bağırarak tanısını, ilaçları nasıl kullanacağımı anlatmıştı.
Sözün özü kulaklık kullanmak şart oldu.
Otobüste durum can sıkmasa daha da iyi olacak.
Artık duyuyorum. İki sıra arkada oturanları işitip ne konuştuklarını anlıyorum. O konuları neden uluorta konuştuklarına hayret ediyorum.
Bir de otobüste insanlara aldırmadan telefonda konuşanlar var; evlere şenlik. Kapısının önünden terliği çalınsa feryat figan ortalığı velveleye verenler telefonda, kendi oturma odasında konuşurcasına rahat, ne var ne yok anlatmaktan, özellerini ortaya dökmekten sakınmıyorlar. (Terlik meselesi tevatür değil, kadının konularından biriydi.)
Son zamanlarda yolda hoparlörü açıp konuşanları görüyorum. Sayıları iyice arttı.
Sanırım, otobüse binerken kulaklıklarımı çıkaracağım artık.
Otobüse binerken zorlanınca elimdeki çantaları alıveren güzel kardeşim sen çok yaşa, emi...
Beni görür görmez ayağa fırlayan gençler, siz de hep böyle güzel kalın, emi.
Ben ve otobüs halleri...
Yaşam işte böyle bir şey...
Şairin dediği de bu galiba.
"Dostum, dostum güzel dostum
Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe"
***
Bugün Binali Yıldırım buradaydı. Ne kadar insan topladığını merak ettim. Kültür merkezinin 100 -150 kişilk konferans salonunu dolduramamışlar. Gelenler de çoluk çocukmuş. Sanırım okullardan devşirdiler.
***
Ben yazmayı seviyorum. Sözler ağızdan çıkarken demlenmemiş çiy çay kıvamında olabiliyor. Yazıya geçerken demlenip imbikten geçiyorlar. Bu yüzden yazarken daha rahat oluyorum.
Sözlere ayar verebilmek keyif veriyor.
Vakit geç oldu. Gün çoktan geceye evrildi. Sabaha ne umutlar saklı, bilinmez.
Dilerim umutlarınızı diri tutacağınız bir gün olur.
03.05.2023 , 00.30

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...