5 Kasım 2017 Pazar

İSİMSİZ YAZI






Eve girer girmez bilgisayarın başına koştum.

Duygularım tazeliğini yitirmeden, yüreğimde bayatlamaya bırakılmışların arasına karışmadan…

Parmaklarım çok üşümüş, anlaşılan bayağı soğukmuş dışarı, fark etmemişim.

Çıkarken yüzüme vuran serin hava, hafif esinti, kapalı ve yağdı yağacak hava ne güzeldi. Evde bayağı sıkılmışım, belli.

Bizim mahalle bayağı sakindir, etraftaki bahçeli evler direniyor.

Ağaçların yaprakları ağır ağır savruluyor; sarı-yeşil-kızıl, ne güzel.

Bastonum artık yük değil, şaşırdım. Kolumun altına aldım, elli metre kadar bastonsuz, hızlıca yürüdüm. Gençler geçiyor yoldan tek tük, önden gelenler, arkadan gelenler…

Bana öylesine ilgiyle bakıyorlar… Baktım, bakışlarda şefkat var, ne güzel.

İyi ki yaşıyorum, dedim; bulutlara şükrettim, savrulan yapraklara, serin serin yüzüme çarpan rüzgâra şükrettim.

İstasyonun alt geçidindeki rampayı eskisinden hızlı indim, buna şaşırdım.

Her zaman alt geçidin pisliği gözüme gözüme girerdi, umurumda olmadı, buna da şaşırdım.

İkinci rampayı çıkarken, merdivenlerden inen iki ergen gözüme çarptı. Çekirdek yiyordu birisi, yaklaşınca bana diğer elindeki Eti Tutku paketini uzatarak, “Alır mısın teyze?” diye sordu. “Hayır, teşekkür ederim" deyince, bu kez çekirdek ikram etti.

Çok şaşkınım.

Onlar merdivende ben rampada, arada bir duvar, iki korkuluk var. Ama çocuklar ısrar ediyor.

“Çok teşekkür ederim, siz ne güzel çocuklarsınız.” dedim, “Çok yaşayın, güzel günler görün, emi” dedim.

İçim bir ısındı, bir ısındı…

Hayat, gerçekten çok güzel. Bu dünyadaki tek zerre için bile yaşamaya değer.

Fırına bu duygularla girdim. Şöyle, bastıra bastıra bir günaydın çektim. Oysa saat 15.00 olmuş.

Hiç utanmadım.

Yolu uzatayım, dedim, (Doktor yürümelisin diyor ya…) burnuma ilk damla düştü, vaz geçtim.

Kendi caddemize çıktım. Yolun orta refüjüne yakın yürüyorum, yanlış yapıyorum ama burada yol düzgün, ayağım takılmıyor.

Karşımdan bir araba geliyor, sürücüsü kadın. Geçti, gitti. Bir baktım diğer yönden gelip öte yana durdu. “Gideceğiniz yere götüreyim”, diye sesleniyor.

“Çok teşekkür ederim, evim şurada. Hem benim yürümem gerekiyor.” dedim.

Çok güzel güldü.

Beni almak için yolunu değiştiren genç kadın, ne güzelsin!...

Bana ikramda bulunan yeni yetme, sen ne olağanüstü bir gençsin!...

Yaşamak ne müthiş şey!...

Tanrım, verdiğin hayat için teşekkür ederim.

Umut hala var, ne güzel, ne güzel!...

 

 

 

 

 

1 Eylül 2017 Cuma

ŞAİR ÇALMAK

Şair Çalmak

İçime kurt düştü;
İnternette bulduğumuz şiirlerin, sahibi sandığımız şairlere ait olmayabileceğini öğrendiğimden beri sanal ortamda okuduğum bazı şiirlere ihtiyatla yaklaşıyorum.
Çoğunu biliyorum, sevdiğim ozanlara ait olduklarına kuşkum yok.
Bazılarına, daha önceden okumadığım şiirlere rastladığımda, içimdeki kurt rahat durmuyor. Bu nedenle çok güvenli bulduğum bir iki şiir sitesinin dışında başka şiir sitelerine rağbet etmiyorum.
Hem internette yayınlanmayan şiirler çok çok fazla…
Karar verdim, kitaplardan beğendiğim şiirleri yazıp paylaşacağım. (Kütüphanemde epey şiir kitabı var övünmek gibi olmasın. J)
Yorucu olacak ama ne gam…
***
21. Yüzyılda, kitapların dışında, bilgi biriktirmenin bin yolunun kullanıldığı şu devirde, “isim çalmaya” neden gerek duyar insanlar?
Söyleyecek sözün varsa göğsünü gere gere kendi adınla yayınlasana…
Bu bana üç kağıtçılıktan farklı görünmüyor.
Hak ettiği değeri bulabilmek için bir ömür verilmiş sanatlara ihanet sanki. Şiire hakaret, şaire hakaret…
Buna sanal ortamın çanak tuttuğunu bilmez değilim. Çağımızın; hırsızlığı, üç kağıdı, gözü açıklığı, ahlaksızlığı kutsadığı düşünülürse gerekli ortam zaten hazır.
Can Yücel’in kızı Su, bu duruma çok üzülüyormuş, babasına saygısızlık yapıldığını düşünüyormuş.
Haklı. Çünkü bu hırsızlık en fazla Can Yücel’e çarpmış.
Nazım Hikmet, Neyzen Tevfik, Tebrizli Şems, Mevlana, Ömer Hayyam, Necip Fazıl ve dahi niceleri…
***
Eskiden de sevilen ozanlar taklit edilirmiş.
Çok ünlü, sevilen şiirlere nazireler yazılırmış, ama nazire şairleri adlarını gizlemezmiş. Bunlar okuma yazma bilen, öğrenim görmüş, saraya yakın, şanslı divan şairleriymiş.
Halk şiirinde durum azıcık farklı imiş. Halk şiirinde bir “gelenek, şair geleneği” söz konusuymuş. Çoğu mektep medrese görmemiş, okuma yazma bile bilmeyen halk şairleri sözlü edebiyat geleneğinin dikenli yollarında yürür, yazıya bile geçmeyecek olan o eşsiz, içten, biraz buruk
şiirlerini saz eşliğinde çalar söylerlermiş. Hem de anasının ak sütü kadar helal, temiz, saf dilleriyle…
Bana kalırsa sazla, müzikle şiirlerin okunması; müziğin kulakta kalıcı olmasından, bu şekilde şiirin de unutulmaktan kurtulması isteğinden kaynaklanıyor.
Zaman içinde bu ürünlerin sahipleri unutulabiliyor, şiirler pek çok değişikliğe uğrayabiliyordu.
Halkın belleğinde unutulmaz izler bırakan büyük halk ozanları, arkalarında, izlerinden giden, kendilerini gizleyip yazdıkları şiirleri ustaya mal eden alçak gönüllü insanlar bıraktılar. Bu bir gereksinimdi. Böylece ustalarının adlarını sürdürüyor, unutulmalarının önüne geçiyorlardı.
Ustaların adlarıyla çok sonradan yazılmış şiirler ustalıkta ve güzellikte asıl ustanın şiirleriyle yarışacak nitelikte olabiliyordu.
Aradan geçen yüzlerce yıldan sonra bu şiirlerin ustaya mı çırağa mı ait olduğunu ayırt etmek çok güç oluyordu.
Sabahattin Eyüboğlu bu duruma “şair geleneği” adını veriyor.
Pir Sultan Abdal ile ilgili incelemesinde “Pir Sultan Abdal Geleneği”nden söz ediyor. Pir Sultan tarafından söylenmemiş pek çok şiir var. Pir’in öğrencileri, takipçileri, hayranları aradan yüzyıllar geçse bile, Pir Sultan mahlasını kullanıp kendi eserlerini Pir’e, onun düşüncelerine adayabiliyor.

Yüre bire Hızır Paşa
Senin de çarkın kırılır
Güvendiğin padişahın
O da bir gün devrilir

Nemrud gibi Anka noldu
Bir sinek havale oldu
Davamız mahşere kaldı
Yarın bu senden sorulur

Şahı sevmek suç mu bana
Kem bildirdin beni Hana
Can için yalvarmam sana
Sehinşah bana darılır

Hafid-i Peygamberim has
Gel Yezid Hüseynimi kes
Mansurum beni dara as
Ben ölünce il durulur

Ben Musayım sen Firavun
İkrarsız Şeytan-ı lain
Üçüncü ölmem bu hain
Pir Sultan ölür dirilir

Şiirin son dörtlüğüne ilgi çekmek isterim. Pir Sultan’ın ölüp dirilmesi mümkün olmadığına göre, ölümünden sonra onun yaşamasını arzu edenler, düşüncelerini, ideolojisini, mücadelesini yaşatmaya çalışmış, Pir Sultan adı etrafında bir efsane oluşturmuşlardır. Yaşayan ya da dirilen, fani Pir Sultan değil, onun düşünceleridir, mücadelesidir, dilidir, şiirleridir...
Bugün Pir Sultan’ın öldüğü söylenebilir mi?

Yunus Emre’ye ait olduğu sanılan pek çok şiirin Yunus Emre geleneğine ait olduğu anlaşılmıştır.

“Derviş Yunus bu sözü
Eğri büğrü söyleme
Seni sıygaya çeker
Bir Molla Kasım gelir”

Yukarıda son dörtlüğünü alıntıladığım şiiri Yunus Emre ile ilgili bir menkıbeye dayandırırlar.
Yunus gibi bir gönül erini anlamaktan aciz bir mollanın, ölümünden yüzlerce yıl sonra, şeriata aykırı bulduğu için, Yunus’un şiirlerini yırtıp bir ırmağa atması, önüne yukarıdaki şiir çıkınca da korkunç bir pişmanlığa kapılması anlatılır bu öyküde.
Oysa ölümünden sonra gerçekleşen bir olayı anlatan Yunus Emre yoktur ortada. Yunus’un yolundan giden, ona büyük bağlılık ve hayranlık duyan bir başka tasavvuf ehlinin Molla Kasım’a verdiği ders vardır.
Yazımızın sınırları içinde birer örneği yeterli buluyoruz.
***
Bu durumun ne günümüzün ahlaksızca isim hırsızlığı ile ne de divan şiirinin nazire geleneği ile ilgisi var.
Nazire yazarı, seçtiği şiire nazire yazarken gizli bir kibirle hareket eder. Konusu, ölçüsü, nazım şekli, uyak ve redifleri aynı olan şiiri yazarken, asıl şiirin şairinden daha usta olduğunu kanıtlama gayreti ve arzusu taşır.
Oysa halk şiirinde bu durum büyük bir alçakgönüllülük, ustaya saygı, hayranlık, bağlılık biçiminde kendini gösterir.

“Yunus’u Yunus, Pir Sultan’ı Pir Sultan yapan; kendi sanatları, şiirleri, düşünceleri olduğu kadar, biraz da bu sadık, değerbilir, alçakgönüllü takipçileri olmuştur.” desek yanlış mı olur?
Kısaca, Nazım Hikmet’in, Can Yücel’in onca eseri elimizdeyken küstah şair hırsızlarına ihtiyacımız yok.


3 Ağustos 2017 Perşembe

DİL YARASI

                                                                                  29.07.2017
DİL YARASI

“Ben şimdi okula gider.”
Amma moda oldu bu abuk subuk söyleyiş.
İnsanlar düşünmeden, eğlenceli bir haber verir gibi kullanıyor.
Özgün bir buluş değil, doğru bir ifade değil, Türkçe cümle yapısına hiç uygun değil.
Nicedir sosyal medyada bu söyleyiş iğrenç bir biçimde yayıldı.
Taklitçiliğin ve bunun dayandığı cehaletin örneklerinden biri.
“Ben kaçar.”
“Ben denize girer.”
İnsan kendi ana dilini bilmezse, bilmediğini de farkında değilse…
İnsan anasının karnından çıkar çıkmaz işittiği dili, dualarla adı kulağına fısıldanırken işittiği dili, dinlediği ninnilerin dilini bilmezse…
Bu bilinç yoksa…
Her şeyden önce, Atatürk’ü anlayabilir mi?
Bırakın gerisini… Saymaya bile gerek yok.
Yazık…
Televizyonlarda, şimdilerde bir limonata reklamı dönüyor.
Yaşlı bir adam, “Bunca yıllık pastaneciyim, böyle limonata görmedim.” diye saçmalıyor.
“Bunca yıllık pastacıyım.” demeliydi.
Oyuncu, eski bir tiyatrocu olduğu için, dil kusuru katmerleşiyor bence.
 “ – ci” eki addan ad türeten bir ektir. Genellikle meslek adı türetir. Alan, satan, yapan, bir işle, bir hobiyle uğraşan, bir şeyi üreten, imal eden, alışkanlık adı, taraftarlık, bir zaman diliminde bir iş üreten, bir konuda görevlendirilmiş vb. anlamlarda sözcük türetir.
Örnekleyelim:
Odun-cu
Pasta-cı
İş-çi
Gece-ci
Nöbet-çi
Sabah-çı
(şaka-cı, yalan-cı, geri-ci, kin-ci, kader-ci, sol-cu, uyku-cu, barış-çı, fırsat-çı, halk-çı, inat-çı, yaltak-çı, milliyet-çi, Türk-çü…)

“Pastane” sözcüğü “pasta-hane” şeklinde yapılmış bir sözcüktür. Farça “hane” sözcüğü (Bkz. TDK Türkçe Sözlük) ile pasta sözcüğü birleşerek “pasta yapılan, pasta alınıp satılan yer, mekân” anlamında “pastane” sözcüğü oluşmuştur.
Yani “pastaneci” dediğimiz zaman “pastane yani bir mekân alan ve satan kişi” anlamı ortaya çıkar.

Sözünü ettiğim reklam daha çok çocuklara, gençlere yönelik bir ürünün reklamı. Yani hedef kitle gençler ve çocuklar.
Evimizin içine kadar giren bu özensiz, savurgan, bilinçsiz dil anlayışı, çocuklarımızın düşünme yeteneğini elinden alıyor.
Çünkü dilimiz ne ise düşüncemiz de odur. Düşüncemiz ne ise dilimiz de o olacaktır.
Görmezden gelmek, aldırmamak, umursamamak çocuklara, geleceğimize ihanettir.
***
Televizyon kanallarının bu konuda sorumluluk alması beklenir.
Ama asıl büyük yarayı onlar açıyor.
Her gün Türkçe’nin ayaklarına onlarca kurşun sıkmaktalar.
Yandaş ve yalakaların umurunda değil elbette. Arada bir Osmanlıca çığırtkanlığına soyunmaktalar. Yedikleri tek her herze bu.
Ama Halk TV ve diğer muhalif kanalların duyarsızlığına ne demeli?
Spiker haber okuyor. (Bu yazı kaleme alınırken)
“Resmi araçlar da sivil araçlarla aynı muameleye tabî olacak.”
“Tâbi” değil, “tabî” diyor; yazıda pek fark yok gibi görünüyor, ancak okurken “i ve a” seslerinin uzun ve kısa okunmasıyla ilgili vahim hata ortaya çıkıyor. Diksiyon ve vurgu sorunu yani.
Sözcük cümlede “bağlı” anlamında olduğu halde okunuş hatası yüzünden “elbette, evet” anlamlarında onaylama sözcüğü olarak kullanıldı.
Bu TV kanalını muhalif kimliği ile çok beğeniyorum ama dil konusunda günahı çok.

Söz Ola Kese Savaşı

Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz
Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz

Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı
Söz ola ağılı aşı bal ile yağ ede bir söz

Kelecilerin pişirgil yaramazını şeşirgil
Sözün us ile düşürgil dimegil çağ ede bir söz

Gel ahî ey şehriyâri sözümüzü dinle bâri
Hezâr gevher ü dinârı kara taprağ ede bir söz

Kişi bile söz demini demeye sözün kemini
Bu cihân cehennemini sekiz uçmağ ede bir söz

Yürü yürü yolun ile gâfil olma bilin ile
Key sakın ki dilin ile cânına dağ ede bir söz

Yûnus imdi söz yatından söyle sözü gayetinden
Key sakın o şeh katından seni ırağ ede bir söz

Yunus Emre - 14. Yüzyıl





10 Haziran 2017 Cumartesi

Hasan Hüseyin’in Bedri’si




Ameliyat için moral depoluyordum; Hasan Hüseyin Korkmazgil – Acılara Tutunmak
Şu yukarıdaki dizeleri görünce içime bir sızı düştü; Bedrettin Cömert…
Şiirin biri kısaydı, tarattım.
Biri ise 47-58. sayfalarda, oldukça uzun. Adı, “Sonuçsuz Bir Telefon Konuşması”
Şair duyarlılığı ve bir dostu haince bir pusuda yitirmenin dayanılmaz acısı dökülmüş satırlara…

11 Temmuz 1978 Salı günü

Bedrettin Cömert’in aşağılık bir pusuda öldürülmesinin üzerinden çok yıllar geçti. Cömert’in katlini Doğan Öz, Kemal Türkler, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Turan Dursun, Musa Anter, Ahmet Taner Kışlalı, Necip Hablemitoğlu cinayetleri takip etti. Acı dolu, kanla yıkanmış yıllar. Emperyalizmin kurduğu çatışma düzeneği son 40 yılımızı kırmızıya boyadı. Cinayetlerin bir bölümünün tetikçileri yakalanmış ama onları kiralayanlara dokunulamamıştır. Daha da ötesi büyük patron hakkında kimse tepki koyamamış, kimse bu vahşetin okyanus ötesi karargahını dillendirememiştir.
***
Ne acılar yaşadı bu ülke,
Ne acılara dayandı yüreklerimiz,
Bu son olsun derken,
Bundan daha büyük acı olamaz derken,
Hain pusularda ne canlar yok oldu…
En son Aybüke Öğretmenimizi, canımızı verdik hain, alçak, kalleş tuzaklara…
Bu son olsun…
Bu son olsun…
Bu son olsun…

                                                                                                                                                         

19 Mayıs 2017 Cuma

KIZGIN ŞİİR


İKİ ŞİİR İKİ ŞAİR

İki şiirimiz var bugün...
İki şair arasında nereden baksan 600-700 yüzyıl var.
Bu belirsizlik Kazak Abdal'ın doğum ve ölüm tarihlerinin kesin olarak bilinmemesinden kaynaklanıyor.
Kimi kaynaklar 15. YY'ı işaret ederken kimileri de 17. YY diyor.
Nihat Behram, (Çok şükür ve iyi ki) yaşıyor.
Aslında hiç önemli değil, bu tarihleri bilmesek de olur.
Önemli olan bunca zaman sonra, bu halkın yaşadıklarının değişmemiş olması.
Aynı tas, aynı hamam, derler ya; işte o hesap.
Düzen aynı düzen,
Soygun aynı soygun,
Sömürü aynı sömürü,
Yalan aynı yalan,
Talan aynı talan...
Anadolu'nun kaderi değişmiyor...
***
KAZAK ABDAL
Eşeği saldım çayıra
 Otlayıp karnın doyura
 Gördüğü düşü hayıra
 Yoranın da avradını...
Münkir münafığın soyu
 Yıktı harab etti köyü
 Mezarına bir tas suyu
 Dökenin de avradını
Derince kazın kuyusunu
 İnim inim inlesin
 Kefen dikmeye iğnesin
 Verenin de avradını...
Dağdan tahta getirenin
 Iskatına oturanın
 Talkınını bitirenin
 İmamın da avradını
Gammaz ile madrabazın
 Malı vardır da yemezin
 İkisin meyyit namazın
 Kılanın da avradını
Kazak Abdal söz söyledi
 Cümle halkı dahl'eyledi
 Sorarlarsa kim söyledi
 Soranın da avradını...
***
KIZGIN ŞİİR
Suskunluğu çare sayıp susanın
Sinsiliğin arkasına pusanın
Her rüzgârı yönü bilip esenin
Bilmem ki
Tasından mı fesinden mi başlasam.
Yola çıkıp yarı yoldan dönenin
Şişip şişip patlayarak sönenin
Yoksul tenindeki kancıl kenenin
Bilmem ki
Özünden mi yüzünden mi başlasam.
Perçemini paçavraya saranın
Tesbihine yalan dua dizenin
Şu dünyadan gayrısını süzenin
Bilmem ki
Bezinden mi gözünden mi başlasam.
Bey ardında köle olmuş gezenin
Üç kuruşa yalan dolan yazanın
Öz yurduna kuduz gibi azanın
Bilmem ki
Mülkünden mi kürkünden mi başlasam.
Sağa dönüp sola küfür edenin
Fukarayı koyun diye güdenin
Her pisliğin ardı sıra gidenin
Bilmem ki
Sözünden mi izinden mi başlasam
Duru suya tozun tozun sızanın
Çayır çimen acımadan ezenin
Can ardında avcı olup gezenin
Bilmem ki
Tozundan mı dizinden mi başlasam.
Nihat Behram

20 Nisan 2017 Perşembe

UMUT HEP VAR


        UMUT ÇEŞİTLEMELERİ

Sözcüklerin büyülü güçleri vardır.

Hangi dilde olursa olsun sözcüklerin başaramayacağı şey yoktur.

Sözcükler öldürür, diriltir, sevinçlere boğar insanı; korkudan öldürür, mutluluktan uçurur yürekleri…

Kılıktan kılığa girer, anlamdan anlama havalanır…

Bir dönem “hırsız, yağmacı, eşkıya” anlamında kullanılırken bir de bakmışsınız “yiğit, korkusuz” anlamına geçmiş.

Benden tavsiye; çocuklarınıza “yavuz” adını korken iyi düşünün, çünkü sözcüklerin ilk anlamlarına geri dönme gibi huyları da vardır.

Kendi anlamlarına sığmaz da başka anlamları da üstleniverir.

Bir dilden bir başka dile de atlar; oralarda gelişir, büyür, değişir.

Toplum nezle olsa sözcükler hapşurur… Toplumun attığı her adım sözcükleri etkiler, biçimlendirir.

Sözcükler canlıdır.

Sözcükler kabına sığmaz anlayacağınız.

Beynimizi ne denli işlek hale getirmişsek, sözcükler de o denli hareketli ve kıvraktır.

Düşüncelerimizi ne denli özgür bırakmışsak sözcükler de o denli özgürleşir.

Düşünceye gem vurulamaz; sözcüklere de…

Hani hep derler ya, “Bir dilde günlük kullanımda bulunan sözcük sayısı o toplumun gelişmişlik düzeyini gösterir.”

Doğrudur.

Dilimiz ne ise düşüncemiz de odur.

****

“Umut” sözcüğü, Türkçe “um-” eylem kökünden türemiştir.

Um-(i)t / umut

Büyük ve küçük ünlü uyumu dayatması nedeniyle değişen bir ektir, -(i)t eki.

Tarih içinde, biz, dilimize Farsça sözcükler pompalarken bizden de kimi sözcükler Farsça’ya geçmiş.

Umut sözcüğü de bunlardan biri…

Gittiği yerde, o dilin ses kurallarına uyarak “ümmîd”e dönüşmüş.

Ama sözcüğün yolculuğu bitmemiş; bu kez biz Farsça hayranlığımızı dizginleyemediğimiz için, bu sözcüğü Farsça sanıp almışız. Bu kez “ümmîd” biçiminde…

Dil bu, dayatmaya gelmez. Kendi kurallarına göre yaşar. “Ümmîd” sözcüğünü kendi ses kurallarımıza uygun olarak “ümit” yapmışız.

“Umut” olarak yola çıkan sözcük “ümit” olarak geri dönmüş kısaca.

Bu sözcüğün çetin yolculuğuna yakışan bir de anlamı vardır.

Kaprisli bir sözcüktür. Yerleşmek için her beyni, her yüreği beğenmez.

Korkak, tırsık, dönek, kararsız, üşengeç, tembel insanların semtlerine uğramaz.

Yerleşmeye yiğit, gayretli yürekler, beyinler arar.

O yüzden sevgili dostlar, bizim hep umudumuz vardır.

 

Umudunuz hiç eksik olmasın.

 

***

“Büyük insanlığın toprağında gölge yok

                                        sokağında fener

                                        penceresinde cam

ama umudu var büyük insanlığın

                                        umutsuz yaşanmıyor.” Nazım Hikmet

***

“Öyle yıkma kendini,

Öyle mahzun, öyle garip…

Nerede olursan ol,

İçerde, dışarda, derste, sırada,

Yürü üstüne üstüne,

Tükür yüzüne celladın,

Fırsatçının, fesatçının, hayının…

Dayan kitap ile

Dayan iş ile.

Tırnak ile, diş ile,

Umut ile, sevda ile, düş ile

Dayan rüsva etme beni.”   Ahmet Arif

***

“Yarın farklıdır bugünden,

Adı değişir hiç olmazsa.

Kara bir suyu

Geçiyoruz şimdilerde

Basarak yosunlu taşlara.

 

Sen bugünden yarına

Birazcık umut sakla.”   Metin Altıok

***

“Hadi uyan

Aydınlığa çık da çil gözlerin ışısın

İlkyazlar sıcağı biriksin yüreğine

Yoksul olsan da uyan

Garip olsan da uyan

Madem ki güzelsin, güzeli yaşatmak için

Madem ki iyisin, iyiliği yaşatmak için

Madem ki umutlusun, umudu yaşatmak için.”   Metin Eloğlu

***

“Sokağa bir diyalog gibi çıkıyorum

Umrunda değilim gecenin. Gece

Yarınki gecedir ve tanrıdır

Tanrının umrunda değilim..

Kimileyin seviyorum. Sevmek kuşların

Bir an boş bıraktıkları ağaçtır

Ve yalnızlığın kırmızı yapraklara

Çalan büyüsünü duyuyorum: Ey cesaret

Hep dolu tut bardağımı. Sevgi ve umut

Birdir, yalnızlık ve cesaret bir.”   Melih Cevdet Anday

***

“Umut binbir ayaklı,

Umut güneşte saklı.

Umut edenler haklı,

Umut insanın hakkı...”  NAZIM HİKMET

3 Nisan 2017 Pazartesi

AYRIŞMA VE BENCİLLEŞME

        AYRIŞMA VE BENCİLLEŞME
R.T.E. ve avanesinin  politikalarının bu ülkenin insanlarını ayrıştırdığı doğru.
Ötekileştirip yalnızlaştırdığı da…
Ve bencilleştiğimiz de doğru.
Dikkat ettim de, kaç zamandır, sürekli bir “bencillik” bombardımanı altındayız.
“Tırnağın varsa başını kaşı.”, “Babana bile güvenme.”, Dostluk dediğin laftan ibarettir.”, “İnsanoğlu çiğ süt emmiştir.” anlamlarında, türlü türlü özlü söz kılığına sokulmuş bir yığın paylaşım yağıyor.

Güven, acıma, şefkat, merhamet, empati duygularını yitirdik.
v  En yakınımızdaki insanları anlamaya çalışmıyoruz. (Başkalarını anlamaya ne gerek var, biz her şeyi biliriz. O insanlar biz nasıl değerlendirdiysek odur.)
v  En yakınımızdaki insanlara bile acımıyoruz. (Acırsak acınası duruma düşeriz. Kendimizi, evimizin içini, çoluğumuzu çocuğumuzu korumanın tek yolu bir tekme de bizim atmamızdır.)
v  Başkalarının derdi, sıkıntısı, acıları bizi aslında hiç ilgilendirmiyor. (Dünyanın öteki ucunda ağlayan bir çocuk için ölümü göze almak aptalca bir romantizmdi, geldi geçti şükür.)
v  İnsana şefkat duymuyoruz. (Sokak hayvanları fotoğrafı paylaşıyoruz ya, daha ne olsun. Kendi kızlarımıza, oğullarımıza gösterdiğimiz şefkat yeter. Anneye gösterilen şefkat bile gereksiz. Ha, benden bir beklentileri yoksa elbette şefkatimi esirgemem.)
v  İnsanlara, en yakınımızdakilere bile merhamet etmiyoruz. (Kediler için kapıya su koydum geçenlerde. Kapıya gelen dilencileri de çevirmem.)
v  Empati duygumuzu ve yeteneğimizi yitirdik. (Ne gereği var canım. Ben kendim olmaya üşeniyorum, başkası gibi hissedemem doğrusu.)
v  Üstelik bunu suret-i haktan görünüp yaparız.

Kısaca insanı insan yapan ne varsa yadırgı oldu bize.

·         Ezdiğimiz, hakkını yediğimiz, haksızlık ettiğimiz insanları korumaya çalışır gibi yaparız. Anlamaya çabalamaz, sadece yargılarız.
·         Etrafımızda olup bitene bütün antenlerimizi açarız da yüreğimizi açmayız.
·         Hele kendi çıkarlarımızı tehlikede görürsek canavarlaşırız, saldırganlaşırız da toplumun çıkarları, başkalarının çıkarlarını (En yakınımızdakilerin bile) korumak söz konusu olduğunda akvaryumdaki Japon balığından farkımız kalmaz.
·         Başkalarının işine, aşına, hayatına, seçimlerine burnumuzu sokmaktan tuhaf bir zevk alırız da iş kendi özgürlüklerimizi savunmaya geldi mi mangalda kül kalmaz.
·         En kötüsü de kendimize çok yalan söyler olduk. Üstelik kendimizi buna inandırıyoruz.
·         Sevginin tanımını unuttuk, sevginin içini boşalttık, sevgiyi çarpıttık.
Günümüz Türkiye’sinde durum bu.


21 Şubat 2017 Salı

Önce Korkuya "HAYIR" Demeli..



Cellat uyandı yatağında bir gece
"Tanrım" dedi "Bu ne zor bilmece :
Öldürdükçe çoğalıyor adamlar
Ben tükenmekteyim öldürdükçe..."

***
Anthropoid
Bu geceki filmimiz buydu.

***
Diktatörlerin eninde sonunda yok olma gibi mutlak bir kaderleri var.
Diktatörlükler eninde sonunda yıkılıyor, yok oluyor, yok olacak.
Bu gerçeği aklımla, gönlümle biliyor ve seviyorum.
Ama benim ömrüm yetecek mi, yeter mi, bilmem.
***
Elinde ne piyon kaldı, ne vezir, ne kale
Düştü birbiri ardına atlar, filler
Ama şah hâlâ direnmekte
Yeni taşlar bulundu çünkü : Köpekler...
***

Önce korkuya "HAYIR" demeli,
Korkuyu yok etmeli...

DİLLE ALAY EDEMEZSİNİZ


Bu sayfalardaki bazı arkadaşlardan rica ediyorum, hatta yalvarıyorum.
Türkçe ile, o güzeller güzeli dilimizle oynamayın.
Dilimizle alay etmeyin.
Aslında hiçbir dille alay etmeyin.
Dil zevkimizi yozlaştıramazsınız, gücünüz yetmez ama kendi dilinizi yozlaştırıyorsunuz.
Az sonra örneklendireceğim şekilde yazmanızın nedenini, 45 senelik öğretmenlik deneyimime karşın, anlayamadım, anlayamıyorum.
Kendinize bir yazınsal karakter edinmeye çalışıyorsanız, bu yolla olmaz; bol bol okuyup bol bol yazma çalışmalarından sonra o karakter oturur zaten.
Biz insana özel yazınsal karaktere “üslup” diyoruz, “anlatım” diyoruz.
Bir cümlelik bir yazıdan bile kişinin üslubunu tanır ve tanımlarsınız.
Yani, kısaca demem o ki; noktalama işaretlerini, yazım kurallarını bütünüyle kendi uydurduğunuz bir biçimde kullanmak sizi daha akıllı göstermiyor; meramınızın da, dilinizin de, yazınızın da canına okuyor.
Vallahi çirkin ve komik oluyor…

İşte örnekler (Metin bir gazete haberinden alındı.):

1-      hükümete. yakın. star. gazetesi. yazarı. lütfü. oflaz. kraldan. fazla. kralcı. diye. tanımladığı. bazı.akp. yandaşları. için. tayyip. erdoğan. iktidardan. düşse. ilk. tekmeyi. onlar. vuracaklar. dedi.

2-      Hükümete. Yakın. Star. Gazetesi. Yazarı. Lütfü. Oflaz. Kraldan. Fazla. kralcı. Diye. Tanımladığı. Bazı.akp. Yandaşları. İçin. Tayyip. Erdoğan. İktidardan. Düşse. İlk. Tekmeyi. Onlar. Vuracaklar. Dedi.

3-      Hükümete- yakın -Star -gazetesi -yazarı -lütfü –oflaz- kraldan- fazla- kralcı- diye- tanımladığı- bazı- akp- yandaşları- için –tayyip- erdoğan -iktidardan –düşse- ilk tekmeyi –onlar- vuracaklar- dedi.

         4-      Hükümete Yakın Star Gazetesi Yazarı Lütfü Oflaz, “Kraldan Fazla Kralcı”            Diye Tanımladığı Bazı AKP Yandaşları İçin “Tayyip Erdoğan İktidardan             Düşse, İlk Tekmeyi Onlar Vuracaklar” Dedi.

DOĞRU METİN:
Hükümete yakın Star gazetesi yazarı Lütfü Oflaz, “kraldan fazla kralcı” diye tanımladığı bazı AKP yandaşları için “Tayyip Erdoğan iktidardan düşse, ilk tekmeyi onlar vuracaklar” dedi.

Gerçekten sevdiğim insanlar var. İncinecekler, bana kızacaklar.
Görüp de görmezden gelse miydim?
45 yıl, “Dil düşüncenin aynasıdır, insan nasıl düşünüyorsa öyle yazar, öyle konuşur. Beyin kapasitemizin izin verdiği oranda konuşuruz. Dilinizi ve aklınızı zenginleştirin. Dilin matematiksel kuralları vardır. Noktalama işaretleri, yazım kuralları dilin ve düşüncenin trafik işaret ve işaretçileridir, uyma zorunluluğu vardır.” diye öğrencilerimin ensesinde boza pişirdim.
Önce öğrencilerim bana gönül kor, korkarım.
Şimdi kendimle nasıl çelişirim?
Olmaz, bu nedenle incinen olursa…
 Kusura bakmasınlar gayrı…

17 Şubat 2017 Cuma

Şiir Çevrilebilir mi?



Ben, şiirin başka bir dile çevrilemeyeceğine inanırım.
İyi şair, her sözcüğü, her imgeyi kendi gönlünün, aklının imbiğinden geçirerek şiirleştirir.
Her olay, her durum, her duygu, her kavram, her insanda farklı çağrışımlarla şiire dökülür.
Okuyanda da ayrı algılar, ayrı çağrışımlara yol açar.
Her şair, kendi ana diliyle düşünür, hayal kurar; kendi ana dilinden beslenir ve bu dili besler.
Doğal olarak, şiir başka bir dile geçerken, asıl zenginliğini ait olduğu dilde bırakır.
Çevirmenlik yaparken her iki dili de çok iyi bilmek yetmez; şiiri şair duyarlılığı ile sezmek, kavramak gerek. Bana göre bir şiiri ancak başka bir şair çevirirse bir şeye benzer.
Çevrilen şiirdir; makale değil.
İşte iki örnek, değerlendirmeyi size bırakıyorum:

William Shakespeare'den 66. Sone Çevirileri
1-      Can YÜCEL çevirisi
66. SONE
Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
O kız oğlan kız erdem, dağlara kaldırılmış,
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru,
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e 
Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,
Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.

2-      Talât Sait Halman çevirisi
Bıktım artık dünyadan, bari ölüp kurtulsam:
Bakın, gönlü ganiler sokakta dileniyor.
İşte kırtıpillerde bir süs, bir giyim kuşam,
İşte en temiz inanç kalleşçe çiğneniyor,
İşte utanmazlıkla post kapmış yaldızlı şan,
İşte zorla satmışlar kız oğlan kız namusu,
İşte gadre uğradı dört başı mamur olan,
İşte kuvvet kör-topal, devrilmiş boyu bosu,
İşte zorba, sanatın ağzına tıkaç tıkmış.
İşte hüküm sürüyor çılgınlık bilgiçlikle,
İşte en saf gerçeğin adı saflığa çıkmış,
İşte kötü bey olmuş, iyi kötüye köle;
Bıktım artık dünyadan, ben kalıcı değilim,
Gel gör ki ölüp gitsem yalnız kalır sevgilim.

      Can Yücel, sözcüklere sadık değil; imgelere sadık, duyguya, şairin isyanına sadık. Şiiri adeta yeni baştan yazmış.

     Talât Sait Halman Shakespeare’ye bağlı kalmış. Sözcükleri sözlük anlamlarıyla karşılamış. O sözcüklerin kendi üzerindeki etkisini göz ardı etmiş. Başarılı bir çeviri elbette; ancak kuru, kupkuru…
(Değerlendirmeyi size bırakıyorum, dedim ama dayanamadım işte…)

Şimdi de Can Yücel’den bu çeviriyle ilgili bir anı… Seveceğinizden eminim.

Can Yücel’in çok farklı çeviri anlayışı vardır.  Şiirleri diğer çevirmenler gibi bire bir asla çevirmez. Türk kültürüne, Türk diline uyarlar, dilin birikimlerini seferber eder.
William Shakespeare’in en ünlü sonelerinden olan 66. Sone`yi bu yaklaşımla çevirince eleştirilerden kurtulamaz. Can Yücel bu, lafını sakınır mı hiç?
Yapıştırır cevabı:
n  “O orospu çocuğu Shakespeare, Türkçe bilseydi, bu şiiri böyle yazardı!”


6 Şubat 2017 Pazartesi

Gazeteci ve Ahlak

Bir zamanlar Yılmaz Özdil'i severdim.
Genel seçim arifesinde CHP Vatan Partisine kontenjan vermeye yanaşmayınca, Ümit Zileli gibi gizli Perinçekçiler aday adayı olmadan doğrudan genel merkez kontenjanından aday olmaya kalktılar. 
Olmadı, ön seçim yolu gösterildi. 
Buna da onlar razı olmadılar. 
Özdil, bunun üzerine CHP'ye çok yüklendi. Zeynep Altıoklar'a Selin Sayek Böke'ye vb. olmadık hakaretler ettiği yazıları sizler de anımsarsınız.
Sonra bir AKP 'ye bir CHP'ye vurarak yoluna devam etti.
Amaç Vatan Partisine, mecliste grup kurdurmaktı.
RTE'ye yedek koltuk değneği yani.
Bu da olmadı. 
Özdil neredeyse aforoz edildi. CHP seçmeni affetmedi,
Uğur Dündar her programına konuk ettiği, konuk olmazsa bile telefonla bağlanıp fikir aldığı Özdil'den, tepkiler üzerine, vazgeçti veya vazgeçer gibi yaptı.
Anımsarsınız, bir Halk Arenası sırf bu yüzden iptal olmuştu.
Çok değil yedi sekiz ay önce Özdil, kuyruk acısını çıkarmak için bir yazı yazmıştı. Bu yazıda Halk Tv'de dönen dolaplardan, taciz olaylarından falan, mide bulandıracak şekilde, ima yoluyla, söz edip bir gün bu dönen dolapları yazacağını söylemişti. Okuyanlar anımsar.
Bekledik, bekledik, gelmedi; yazmadı.
Ama bir de baktık ki Özdil Gene Halk Tv'de...
EEE, ŞİMDİ SORULMAZ MI?
Be adam, taciz olaylarıyla birlikte andığın o kanalda işin ne?
Be adam, çirkin dolapların döndüğünü düşündüğün, bunu da kar suyu gibi milletin kulağına üflediğin o kanalda ne işin var?
Eğer o olaylar yoksa, sen, meslektaşlarına ve Türkiye'nin tek muhalif kanalı olan bir medya organına nasıl iftira attın?
Halk TV, şimdi bu adamı neden gene ekranlarınızda ağırlıyorsunuz?
Referandum öncesi birlik kaygısını anlıyorum anlamasına da...
Bu adama güvenemiyorum.
Kısa bir zaman sonra yeniden Davulun hem içine hem dışına vurmaya başlarsa, 
bir CHP'ye, bir AKP'ye vurmaya......
Demedi demeyin anam.
Yapar mı yapar...
Nasıl olsa son iki Arena'da yelkenini iyice doldurdu.

2 Şubat 2017 Perşembe

Kavramlar - Sözcükler

Nicedir aklımda.
"Tanrı" dendiğinde küfür ediliyor sanan, boyuna kadar günaha batacağını düşünen Müslümanlar için "Allah" ve "Tanrı" sözcüklerinin etimolojik (köken bilim) yapılarını yazayım diyordum; ama hep öteledim.
Dün, konuğum olan bir tanıdığım, ben "Tanrı" dedikçe "Allah" diye beni düzeltti.
O beni düzelttikçe, bilmediğini bilmeyenlerle tartışmama kuralımı bozduğum için kendime çok kızdım. 

Vakti gelmiş demek ki…
---------------------------------------- 
Allah:
İbranice ‘eloah’ (tanrı)dan el-ilah/Allah (Arapçaya geçişi).
Mezopotamya dillerinde tanrı anlamına gelen sözcüklerin çoğu il, ul ile başlar. Arap dilinde,  daha önce “allah” kavramını karşılayacak bir sözcük yoktu.
Arapça’da kullanılan ilah sözcüğü de İbranice dilindendir.
Akat dilindeki ilu (tanrı), Babil dilinde il,el (tanrı), sözcükleri, en yüce, en yüksekte olan anlamındadır. sonradan Tanrı anlamına geçmiştir.
Tevrat’ta adı geçen, sonra Arapça söyleyişle İslam uluslarınca benimsenen dört kutsal varlığın adlarının sonunda görülen il sözcüğü tanrı demektir. (Azra-il, Cebra-il, Mika-il, İsraf-il)
Kısaca Allah sözcüğü İbraniceden Arapçaya, oradan da İslamiyet’i kabul eden ulusların diline girmiştir.
Farsça Huda sözcüğü tanrı anlamındadır.

Tanrı:
Sümerce “dıngır” (gök tanrı, gök) dan tıngır, tıngri, tengri, tengere, tangara, tangrı / tanrı…
Asya Türk ağızlarında tungrı, türe, töngri, tüngri gibi değişik söylenişleri vardır. (Türk dilinde ortada bulunan g,ğ seslerinin düşmesi olağandır.)

“tengri teg tengride bolmış türük bilge kagan bu ödke olurtum.” Göktürk Yazıtları
(Tanrı gibi gökte yaratılmış Türk Bilge Kaan, bu devirde –tahta- oturdum.)

Kısaca;
Allah yerine Tanrı demek bizi az Müslüman yapmaz. Allah demenin de çok Müslüman yapmayacağı gibi.
Türkçe seslendirmeli yabancı filmlerdeki çeviri nedeniyle "Tanrı" sözcüğünü Hristiyanların kullandığını sanan eblehler bu karışıklığa neden oldular. Tanrı sözcüğünü Hristiyan yapıp çıktılar.
Oysa, örneğin, Almanlar "Got", İngilizler "God", İspanyollar "Dios" Sümerler "Dıngır" diyor, Tanrı değil.
Allah sözcüğünü kullanırken bu sözcüğün o hiç sevmediğiniz Yahudi dilinden geldiğini, Tanrı sözcüğünün ise Türkçe bir sözcük olduğunu bilin istedim.
Önemli olan niyettir, önemli olan sözcüğe hangi anlamı yüklediğindir .
Sözcüğün karşıladığı kavramdır yani.
Sözcükler, zihnimizde yer alan, oluşan, yaşantımıza girmiş olan kavramların dildeki karşılığıdır. Tek bir kavramı hangi sözcükle karşılarsan karşıla aynı varlık anlatılır.

KAYNAKLAR:
1- Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü - İsmet Zeki Eyüboğlu
2- Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugatı - Andreas Tietze
3- Türk Dil Kurumu sözlükleri (etimoloji)
4- Dil Derneği Sözlüğü (etimoloji)
-----------------------------------------------------------
Kısa not 1: Dini vakıflarda çocuk tecavüzlerine gık demeyen “müselman”, aynı inancı, aynı yüce varlığı anlatan sözcüğe niye itiraz eder, bilinmez.

Kısa not 2: “1990'lı yılların ortalarından sonra Prof. Tietze, gözlerindeki kataraktın giderek yoğunlaşması dolayısıyla sözlük çalışmalarını istediği gibi devam ettiremediği için üzgündü. Tıptaki gelişmeler sayesinde başarılı ameliyatlar geçirdikten sonra sözlük çalışmalarını hızlandırdı, üstelik ilerlemiş yaşına rağmen bilgisayar kullanmaya da başladı. Fakat "altı cilt ve bir indeks cildi olarak planlanmış" olan sözlüğün bütün ciltlerinin bitmesi için daha pek çok çalışma gerekmekteydi. Kendisinin ve bazıları öğrencileri olan bilimsel yardımcılarının bütün gayretine rağmen 2003 yılında hayata veda ettiğinde bu büyük eserinin sadece A-E harflerini kapsayan ilk cildi İstanbul'da yayınlanabilmişti. Öteki ciltler yayına hazır değildi. Türk dili ve kültürü için bir anıt olan sözlüğün ikinci cildi 2009'da Avusturya Bilimler Akademisi tarafından Viyana'da yayınlandı, bu cilt F-J harflerini kapsamaktaydı.” Alıntı

Kısa not 3: Bu alıntıyı, Türk Dili ile ilgili en kapsamlı ve bilimsel araştırmayı bir yabancının yapmasındaki ironiye dikkat çekmek için yaptım.
Bizim Tubitak ekmek kutusunun içine led lamba koyan İmam Hatipli öğrencilerle uğraşadursun...

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...