9 Aralık 2018 Pazar

Bugün Salah Birsel'e Takıldım Kaldım


Salah Birsel'in düz yazılarını, özellikle denemelerini, severek okurum. Tekrar tekrar okunduğunda bile farklı tatlar keşfettiğiniz yazılardır bunlar.
Bir sözcük cambazı... Sözcüklere en olanaksız akrobasi hareketleri yaptıran bir şair-yazardır Salah Birsel.
Sonsuz sayıda parçalardan oluşan bir yapbozu bir hamlede çözüveren bir sihirbaz...
Bir araya gelmesi olanaksız görünen sözcükler bir anda enfes bir yazı ya da şiir olarak karşınıza çıkıveriyor.
Kimilerine göre okunması yorucu metinler… Bu değerlendirme dilin alışılmadık olmasından kaynaklanıyor. Aslına bakarsanız çok keyifli ve eğlenceli metinler bunlar.
Günlük konuşma dilinde çok az kullanılan sözcüklerle yarattığı kıvrak, yerinde duramayacak gibi görünen cümle yapısı, kendine özgü ilginç deyişlere eklediği alaycı bir söylem…
İşte Salah Birsel…
Hemen bütün yazılarını okudum. Şiirlerini ise daha az. Şimdi bu eksikliği kapatma peşindeyim.


25 Kasım 2018 Pazar

Silah Şehri - Gun City


GECENİZ HAYR’OLA

Silah Şehri - Gun City

Gecenin filmi buydu.  İspanya - Fransa yapımı olan film 2018 yılında gösterime girmiş. Konu 1923 yılında geçiyor. Macera-aksiyon-gerilim türünde bir eser.

Eser sözcüğünü bilerek kullandım. Çünkü bence sinema sanatının başyapıtlarından biri bu. Hakkında araştırma yapmadım. İzledikten sonra bana kendi izlenimim kalsın istedim.

Senaryo olağanüstü. Soluk kesen bir kurgusu var. Oyunculuklar, yönetim de öyle.

Mekânların kullanılması, ayrıntı sandığımız şeyin, bir anda, konunun yönünü değiştirmesi yönetmenin dehasını ortaya koyuyor. Zaten çatışmalar da (öykü ve romanda düğüm)  böyle sağlanıyor.

Eğer tarih okumadıysanız, özellikle I. ve II. Paylaşım Savaşlarıyla, İspanya İç Savaşı ve Franco Diktatörlüğü ile ilgilenmediyseniz mutlu son (!); kötülerin, kirli polislerin, mafyanın, patronların sonu sizi sevindirecek. Ama azıcık tarih mürekkebi yaladıysanız içiniz kararacak.

Birinci savaş henüz sona ermiş ama ikinci savaş ilmek ilmek dokunuyor.

Savaşı kimlerin çıkardığı gerçeği, silah tüccarları, savaş baronları, ajan provokatörler, vatanseverlik maskesi takanların çirkin yüzleri sözcüğün tam anlamıyla midenizi bulandıracak.

Eğer tarihsel arka planı bilmeseydim hoş bir sinema şöleni izlediğim için mutlu olabilirdim.

Bir filmi bu denli uzun uzadıya anlatarak önermem, bilirsiniz. Ama bu film farklıydı. Ders olarak okutulması gerekli bir filmdi, dayanamadım.

Dilerim, izleme arzunuzu köreltmemişimdir.

Filmden bir cümle: “Savaş, çok para kazandırır.”

24 Kasım 2018 Cumartesi

24 KASIM ÖĞRETMENLER GÜNÜNE DAİR




Uzun yıllar önceydi. Doğudaki sürgün yıllarım bitmiş ama Niğde’ye giriş yasağı cezam bitmediği için Kayseri’ye atanmıştım. Kayseri’de de bir ilçeden diğerine savrulduktan sonra, açtığım davaları kazanınca merkezde bir okulda çalışmaya başladım.

24 Kasım’ın öğretmenler günü olarak kutlanmaya başlamasından bir kaç yıl sonraydı. Okulda bir süre birlikte çalıştıktan sonra emekli olan bir ablamız vardı.

Bir gün, sohbet sırasında, 12 Eylül faşizminin dayatması olan bu günün kutlanmasının eğitim emekçilerine büyük hakaret olacağı, faşizmi olumlamak anlamına geleceği, öğretmenleri zapt u rap altına almanın bir yolu, öğretmenleri etkisizleştirme-değersizleştirme yöntemi olduğu vb. konusunda keskince bir nutka giriştim.

O faşizmi iliklerine kadar yaşamış birinin dilinin ölçüsü olmuyor. Söylediklerime gönülden inanıyor, yılların biriktirdiği öfkeyle konuşuyordum.

Beni, uzunca bir süre, sessizce dinleyen ablamız, sözümü kibarca kesti ve aşağı yukarı şunları söyledi:

“Tam 36 yıllık öğretmenim. Kocamı 12 Eylül öncesi faşistler katlettiler. Sonrasında da en büyük acıyı gene bizler çektik. Öğretmenliğimin büyük bir bölümünü küçücük kasabalarda, ilçelerde geçirdim. Mesleğimi çok severek yaptım. Şimdi emekli olduktan sonra, tek avuntum, öğrencilerimin arayıp sorması. Her fırsatta ya telefon ediyor ya da bizzat ziyaret ediyorlar. Acıları unutmanın bir yolu haline geldi bu ziyaretler. Avunuyorum. Son birkaç yıldır öğretmenler gününde de arar oldular.

Beni aradıkları, sordukları, sevgimi onlara aktarmaya devam edebildiğim sürece ne gün aradıklarının bir önemi yok. Ha 24 Kasım ha 5 Ekim… Dini bayramlar ya da yılbaşı… Öğrencilerim bana değer verdiği sürece sorun yok. Hediye almam, asla…

Senin neler yaşadığını ve haklı olduğunu da biliyorum ama inan ki bunun önemi yok. Hep birlikte eğitim sistemi üzerinde kafa yorup bir proje geliştirebildik mi? Öğretmenlik mesleğinin nasıl itibar kaybettiğini farkında değil misin? Bu itibarsızlaştırmaya bizim katkımız olmadı mı? Çözüm bu günü protesto etmek mi?

Benim görev yaptığım okullardaki o yoksul öğrenciler ne bilsin 5 Ekim’i ne bilsin 24 Kasım’ı… Beni kutlamak için arayan o güzel yüreklere ben 24 Kasımda aramamalarını mı söyleyeceğim. 24 Kasımda kutlamaları kabul eden arkadaşlarımla tartışmaya mı gireceğim. Faşizmle mücadelenin yolu bu değil ki.”

Üç aşağı beş yukarı söyledikleri buydu ve haklıydı.

Ama metalaştırılan, kapitalist sistemin bir soygun aracı haline gelen bu kutlamalara karşı tavrımızı da koyduk. Eşim anlattı; 12 Eylül sonrası sendikanın fiili olarak kurulmasından sonra zorla yaptırılan etkinliklere katılmadıkları için nasıl takibata uğradıklarını, mahkemelerde uğraşmak zorunda kaldıklarını.

Öğretmenlerin sürü sepet, tek tek imza yoklaması alınarak kapalı spor salonlarında askeri(!) törenlere katılmak zorunda oldukları yıllardı.

Elbette buna karşı çok etkili mücadele verdik. Hatta toplu eylemler yapıldı, törene katılıp imza vermeden, toplu halde çıktığımızı anımsıyorum. Uyarı cezalarını onur belgesi gibi kabul etmiştik.

Ama öğrencilerinden kutlama kabul eden bir eğitim emekçisine, neler hissettiğini, düşündüğünü anlamadan, dangalakça, tam da bir faşistin yapabileceği bir dayatmayla nutuk atmak hala içimi acıtır.

Bir insanın bir diğerine “Günün kutlu olsun.” demesinin neresi kötü?

Öğretmenlik mesleğinin birike birike içinden çıkılması imkânsız hale gelmiş sorunlarını çözmek, bununla mücadele etmek yerine;

Bir meslek örgütünde, bir siyasi partinin çatısı altında, hayatın her hangi bir başka alanında; çağdaş eğitim konusunda, eğitimde sorunlar konusunda, bugün içinde bulunduğumuz yoz ve yobaz sistemin nasıl alt edilebileceği konusunda  düşünsel üretim yapma, eyleme geçme yerine hala lafı güzaf…

En iyi yaptığımız şey.

KUŞ SAVUNMASI


Geçenlerde mutfak balkonunda duvara bir tabak su bir tabak da bulgur koyduk. Kış geldi, küçük dostlar oradan oraya pırpır yiyecek arıyorlardı, izlerken içimiz acıdı.

İkindiye kalmadan yem bitti. Tekrar doldurdum tabağı, suyu değiştirdim. Yaşar ekmekleri ufalayıp hazırladı. Misafir diyor serçelere.

Önce biri geliyor, etrafı kolaçan ediyor, sonra ikincisi. O ikinciden sonra beş-on toplanıyorlar. Mutfakta bir hareket sezdiler mi anın da pır…yok oluyorlar. Hiç kıpırdamadan izlemek gerek. Bu yüzden fotoğraf da çekemedim.

Öyle ürkek öyle savunmasızlar ki…

Belki de ürkeklikleri silahtır, üstlerindeki zırhtır, kim bilir.

Bugün, yemeği çıt çıkarmamaya dikkat ederek ocağa koydum, kitabımı aldım, oturdum. Arada yavaşça kafamı kaldırıp göz ucuyla izliyorum.

Biraz yedikten sonra havalanıp tele konuyorlar, teldekiler iniyor tabağa. Sırayla; itişmek kakışmak, acele etmek yok, sırayla doyuruyorlar karınlarını. Az yedim çok yedin kavgası yok. Su tabağına tek tek geliyorlar.

Onları izlerken Hrant Dink düştü aklıma. Son yazısında söyledikleri… Hani o yazıda  "Ruh halimin güvercin tedirginliği" diyordu ya…


Yazının son satırları;    “Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.

Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.” diye bitiyordu hani.


İnsanoğlunun bu ürkeklikle yaşaması korkunç olmalı.

Kuşları ürkek olmak yaşatabilir ama insanı o ürkeklik öldürür.

Düşünsenize bir ömür, Hrant’ın şu duygularıyla yaşadığınızı:

Ne acı…


“ ‘Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?’  sorusu asıl beynimi kemiren.

Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.

Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.

Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.

Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.

Tıpkı bir güvercin gibiyim...

Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.

Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.”


Farklılıklarımızın her birimizde böyle güvercin tedirginliği yarattığı da bir gerçek;

Farklı düşünenler, farklı din ve mezheptekiler, farklı inançları, tercihleri olanlar, farklı etnik gruptakiler; rengi, dili, cinsiyeti, farklı olanlar yani…

Şu dünyada yaşamı paylaşırken serçeler kadar adil olamadık.

Bu tedirginlikle görev yapan öğretmen arkadaşlarım, gününüz kutlu olsun.

Güvercin ürkekliğinde yaşayıp başını eğmeyenlere ise helal olsun, aşk olsun…


15 Ekim 2018 Pazartesi

AŞKTAN VE GÖLGEDEN – İSABEL ALLENDE ÜZERİNE


Pek çok meraklı okur gibi, ben de Latin Amerika Edebiyatını sonradan tanıdım ama çok çabuk kapıldım.
Latin Amerika,  dünyanın acıları en çok biriktiren bölgelerinden biri.
Diller, uygarlıklar, uygarlıkların çatışması, kaynaşması, birleşmesi…
Darbeler, faşist diktatörlükler, direnen halklar…
İçlerinden biri, İsabel Allende benim için çok özel bir yere sahip.
Salvador Allende ile akraba olması, Allende faşist bir darbeyle öldürüldüğünde vatanını terk etmek zorunda kalması onu sevmemde çok etkili oldu.
Tarihin kaydettiği en eli kanlı diktatörlerden biri olan General Pinochet, Amerikan istihbarat örgütü CIA ile birlikte gerçekleştirdiği askeri darbe sonucunda 11 Eylül 1973 günü Şili’nin başına geçerken, ülkenin seçilmiş başkanı Salvador Allende de çarpışarak ölür. Aradan iki yıl geçmeden, soyadı nedeniyle sürekli ölüm tehditleri alan Isabel, çareyi kocası ve iki çocuğu ile birlikte Venezuella’ya kaçmakta bulur.

Romanlarını okudukça İsabel benim büyülü dilli kardeşim gibi oldu. Onun yazdıkları-yaşadıkları benim alnıma yazılıymış gibi.
*** 
Bir anısından: 
“Ne iş yapıyorsun?” diye sordu, bir sohbet başlatma hevesiyle.
Bu soruya pek çok yanıt verilebilirdi. Orada sessizce durup bu sıkıcı yere beni getirdi diye kocama lanetler yağdırdığımı söyleyebilirdim, ama daha az felsefi olan bir yanıtta karar kıldım.
“Ben romancıyım.”
“Vay canına! Ne kadar ilginç! Emekli olduğumda ben de roman yazacağım,” dedi.
“Sahi mi? Peki şimdi ne iş yapıyorsunuz?”
“Ben dişçiyim,” diyerek bana kartını verdi.
“Ben de emekli olduğumda diş çekeceğim,” diye karşılık verdim.
***
“ Hayatım acılar, kayıplar, aşk ve anılardan ibaret sanki. Kayıplar ve acı benim öğretmenlerim; beni onlar olgunlaştırıyor. Aşk tüm bunlara göğüs germemi mümkün kılıyor, bana keyif veriyor. Anılar ise yazdıklarımın özü.”
***
İsabel Allende’ye “büyülü gerçekliğin yazarı”diyorlar. Bu adı ilk romanı Ruhlar Evi ile kazandı.
Romanlarında lirik-destansı bir dil kullanır. Her biri bir belgesel özelliği taşıyan romanlar; olağanüstü aşklar eşliğinde bir halkın trajedisi, faşizmin kahrediciliği, acılar ve direnenlerin mücadelesini anlatır.

En son “Aşktan ve Gölgeden” adlı yapıtı okudum. Bu kitabı okuma serüvenim benim için övünülecek bir yolculuk değildi. Yapıtın olağanüstü güzelliği, benim Allende hayranlığım bu kitabın aylarca elimde sürünmesine engel olmadı. Okumaktan biraz uzaklaştığım bir döneme denk geldi.
Bittiğinde, neredeyse bir zafer kutlaması yapacaktım.
Pinochet adlı faşist kanlı zalimin bir ülkenin insanlarına topyekün nasıl acılar çektirdiğini görüyorsunuz.
Aşkın beslediği güzel ve yiğit insanları da…

Allende, bence yaşanmışlıktan beslenen bir Latin Amerika Bilgesidir.
***
Bir eleştirmen, sizin Garcia Marquez’den kopya çektiğiniz söyleniyor, ne dersiniz diye sorduğunda Isabel Allende, “Bak dostum, eğer bir dansçı olmak istiyorsan ve Nureyev gibi dans ettiğiniz size söyleniyorsa bundan daha güzel ne olabilir? Benim Marquez gibi yazdığımı söylediklerinde ben böyle hissediyorum. O bu asrın en güçlü yazarlarından biri ve benim onunla kıyaslanmam harika bir şey. Ama, kendisinin bundan hoşlanacağından kuşkuluyum.” diye cevap verecektir.
***
“Yazı yazmak hokkabazlık gibi bir şeydir: Şapkanın içinden tavşanlar çıkarman yetmez, bunu zarafetle ve inandırıcı bir şekilde yapman gerekir.”

27 Eylül 2018 Perşembe

DÖNEKLİĞİN "ELLİ TONU"


KAPIYI ARALIK BIRAKMAK
Yıllar önce, pek de sevmediğim bir hocam vardı. Öğrencilere yaklaşımındaki mesafe – kibir, bilgisinin – birikiminin önüne geçerdi, kızardım.
Ama hala kulaklarımda çınlayan bir öğüdü vardı ki, yaşam bana her defasında, Mustafa Kırcı haklıymış, dedirtti.
“İnsanlarla ilişkilerinizde kapıyı ne tamamen kapatın ne de sonuna kadar açın; kapı aralık kalsın. Düş kırıklığına daha az uğrarsınız.” derdi.
Bir türlü bunu beceremediğim için sık sık pişmanlıkla hocamın kulaklarını çınlattım.
Karşıma çıkan her insana önce sınırsız güvendim. Varımı yoğumu o arkadaşlığa, dostluğa, ilişkiye adadım.
Her tanıdığım insanı yücelttim, kusursuzmuş gibi şekillendirdim yüreğimde. Kapım hep açıktı.
Ama hayatın gerçekleri farklıydı, her defasında, kısa sürede, karşımdakinin insan olduğu gerçeği kafama dank etti.
Elbette herkes gibi benim de zayıflıklarım oldu ilişkilerimde. Ben de hatalar yaptım ama yüreğime aldığım, başımın üstünde taşıdığım, maddi fedakârlıklar, iyilikler yaptığım, onların hatırına kendimi risklere attığım nankörlerin yaptıklarını vallahi ve billahi hak etmedim.
65 yaşımı devirmek üzereyim hala aynı hatayı yapıyor aynı hayal kırıklıklarını yaşıyorum.
Kapıyı önce sonuna kadar açıyorum sonra da sımsıkı kapatıyorum.
Sonsuz iyimserliğin, hoşgörünün, yerini,  yüreği kirleten öfkeye bırakması ironik.
Öfkelerim de, nefretlerim de bu yüzden büyük oluyor. Bağışlamayı aklıma bile getiremiyorum. Hani elime geçirsem, bit kırar gibi kıracağım bu ömrümün asalaklarını.
Nicedir bir genç kadın yüzünden aynı öfkeyi duymaktayım.
Yeni Milli Eğitim Bakanı ile bir ilişkisi var. Öğrencisi veya her neyse işte, bu önemli değil.
Önemli olan, sıkı bir muhalif, aydınlık bir kafası olduğunu düşündürdü bana. Bilimsel yaklaşımları, örneğin evrim teorisini falan hararetle açıkça savunması hoşuma gidiyordu. Gençti ama bilinçliydi. Güvenimi, sevgimi, takdirimi kazandı; evlat yerine koydum.
Tanışmamızı sağlayan çok değer verdiğim bir arkadaşımdı. Hiçbir zorunluluğum olmadığı halde, Bor’a her geldiğinde konuk ettik, yedirdik içirdik, gezdirdik. Evlat gibi şımarttık.
Kendisi aydın bir öğretmen kimliği sergiliyordu.
Ne zaman şu Z. Selçuk bakan oldu, işler tersine döndü. Kızcağız neredeyse zil takıp oynayacak sevincinden.
Ben muhalif kimliğimle, bunca yılın tecrübesiyle eğitimde ne hale geldiğimizi görüyor, fotoğrafın bütününe bakarak yeni bakanın bir emir eri gibi çalışacağını biliyorum ve düşüncelerimi de saklamıyorum.
Üstelik eleştirilerim bizim mahalleyi de kapsıyor. Sözcü Gazetesinde, öğretmen çevrelerinde bu adamla ilgili “Tamam, eğitim kurtuldu sayılır” beklentileri yayılıyor.
Dilimin döndüğünce karşı çıkıyorum, saraydan bağımsız iş yapılamayacağını, eğitimde yaşanan her sıkıntının daha korkunç bir kangrene döndüğünü, laik eğitimden tarikatların kontrolünde gerici bir sisteme geçildiğini, bu adamın şişirilerek muhalefetin gardını düşürmesinin zayıflık olduğunu falan anlatıyorum.
Son gelişmeler haklı olduğumu gösteriyor. Karma eğitimden vazgeçilmesi tüy dikiyor.
Bu zavallı kızcağız işi çok çirkinleştirdi. Sanırsınız babasını savunuyor.
Anlaşıldı ki bir beklenti içine girilmiş, bildiğiniz ikbal-koltuk dönekliği yani. Ama ne hakaretler bana… Meğer ağzı da çok bozukmuş, nezaketi maskeymiş. Ömrümde düşmanlarımdan bile duymadım o lafları.
“Eeee, ne olmuş, büyütme” diyeceksiniz de… Kazın ayağı öyle değil.
Döneklik hikâyeleri uzaktan kulağa eğlenceli geliyordu, alay edip gülüyorduk. Ama insanın burnunun dibinde bitince bir araba dayaktan beter etki yapıyor.
Yahu, arkadaşının arkadaşı için bunca özveriye, yakınlığa, güvene ne gerek vardı, diyorum, kahroluyorum.
Yeter öğretmenin solculuğu hocası bakan oluncaya kadarmış.
Eskiler, “Kızdığınızda, konuşmadan önce içinizden ona kadar sayın.” derlerdi.
Dört gündür sayıyorum. Öfkem, pişmanlığım geçmedi. Artık ağzımı açmaya karar verdim.
Ünlü dönekleri bilirdik de burnumuzun dibinde olanları bilmezdik, öğrendik. Nihat Doğan, Tuğçe Kazaz halt etmiş.
Eh, kazık yiye yiye öğreniyorum işte.

30 Temmuz 2018 Pazartesi

AŞIRMA

Bir süre önce, hem bir dil kuralı hem de etik bir kural olarak "alıntılar"ın nasıl yapılması gerektiğine ilişkin bir anımsatma yapmıştım. Bunu, Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak görev bilmiştim.
Son zamanlarda, bir yerlerden alıntı yapanların, bunu kendi malı gibi paylaşmalarındaki pervasızlığı görünce yeniden yazma gereği doğdu.
Başkasına ait bir yazıyı, bir sözü, bir görüşü aktarırken dikkat edilmesi gereken konular vardır.
Öncelikle kimden alıntı yapıldığı belirtilmelidir.
"Atatürk diyor ki...", "Nazım demiş ki" gibi...
Eğer kişi ya da kaynak belirtilmiyorsa, yazı, söz, görüş tırnak içine alınmalıdır. Böylece başkasının malı gasp edilmemiş olur.
Yazı, söz, görüş yazıldıktan sonra altına sahibinin ya da kaynağın adı yazılır:
Bir gazete haberini paylaşırken gazetenin ve haberi yapan kişinin adını yazmak,
Bir kitaptan alıntı yapılırken kitabın ve yazarın adını belirtmek,
Bir filmden alıntı yapılıyorsa filmin adını belirtmek,
Bir televizyon programı söz konusu ise televizyon kanalının ve programın adını yazmak gibi...
Babanızın bir öğüdünü oğlunuza verirken bile bunu açıklamak zorundasınız.
Bu etik bir kuraldır.
Bu bir dil kuralıdır.
Bu yasal bir zorunluluktur.
İntihal yani aşırma suçtur.
Başkasına ait bir söz, bir yazı, bir görüş paylaşıyor ve kaynak belirtmiyorsanız en hafifinden "hırsızsınız" demektir.
Böyle bir şey yaparken o yazıyı okuyan başkalarının da olabileceğini unutmayın.

18 Temmuz 2018 Çarşamba

SİYASETTE SEVİYE BİZİM MAHALLEDE DE YERLERDE

Adam ağzından salyalar akarak Muharrem İnce için topladıkları imza sayısını ilan ediyor. İfade çok düşük seviyede.
Aşağıda yorumları bir görseniz okuduğunuz okullardan utanırsınız. Ne anlatım ne dil ne bilgi?
Muharrem İnce seviyenin AKP seçmeninden hallice olduğunu görse kendinden utanırdı, inanın.
Benim demek istediğim, üslup AKP üslubu olunca içerik de farklı olmayacak. CHP gitti gider anlayacağınız.
Muharrem İnce belki denenebilirdi, neler yapılacağına, vizyona, çizeceği yola, mücadele tarzına, partide yapacağı değişikliklere falan bakardık ama bu taraftar profiliyle işi zor.
CHP'ye oy verenler Nilüfer'in şu şarkısının nakaratını ezber edecekler:

"Demek yine bana hüsran
Bana yine hasret var
Yine bana esmer günler düştü eyvah
Yine bana hüsran bana yine hasret var
Yine bana esmer günler düştü"

HOŞAFIN YAĞI

Malumunuzdur; eskiden Yeniçeriler isyan etmek için en küçük bahaneyle kazan kaldırır, kimi zaman bahaneye gerek bile duymadan isyan ederlermiş.
Aslında ilk ayaklanma Fatih zamanına tarihlenir, derler.
Veziri ile Fatih arasında... Yani baş vezir Çandarlı askeri padişaha karşı kışkırtır.
Bildiğiniz gibi, 16. YY.'dan itibaren Yeniçeri ocağında, devletin kötü gidişine paralel olarak, bozulma başlamış.
Savaştan kaçmalar, halka karşı zorbalık, rüşvet, mafyavari örgütlenmeler falan.
Kimi zaman iktidar oyunlarına alet olan baş kaldırmalar...
İşte o yeniçerilerin yemek yediği mutfakta aşçıbaşı, kullandığı kocaman kepçesini önce bol yağlı pilava daldırır, koca servis kaplarını doldurur, sonra bol yağlı yemeğe daldırır, en son sıra hoşafa gelince aynı kepçeyle hoşaf doldururmuş. Doğal olarak hoşafın üzerinde yağlar yüzermiş.
Yeniçeri ocağını hale yola sokmaya çalışan bir vezir, işe sanırım mutfaktan başlamak istemiş olmalı ki, kepçelerin yıkanmasını, yemeklerde tek kepçe değil de her bir yemek için ayrı kepçeler kullanılmasını buyurmuş.
Eee, doğal olarak hoşaflar yağsız verilmeye başlamış, hoşafın yağı kesilmemiş mi? 🤣🤣
Yeniçeri durur mu, başlamışlar "Hoşafın yağı kesildi, istemezük." naralarına...
Kapmışlar hoşaf kazanını, koymuşlar kışla meydanının ortasına...
Hadi bir isyan...
Padişah 2. Mahmut sonunda bu işi kökten çözdü, Yeniçeri Ocağını kaldırdı. Hayırlı olay dedikleri de budur işte. Yobazlar bu yenilikçi padişahın adını anmazlar da "Abdülhamid Efendimiz" diye bir yerlerini paralarlar.
Her ne ise...
Ben bu hoşafın yağının kesilmesi hikayesini niye anımsadım, biliyor musunuz?
Muharrem İnce imza toplamaya başladı ya..
Paylaşımların altındaki yorumlar bu düzeyde...
İstemezük...
Hoşafın yağı kesildi.

6 Temmuz 2018 Cuma

Dilim Giydirir Bana Kilim

Benim yakın arkadaşlarım bilirler, facebook’taki arkadaşlarımın büyük bölümü de bunu sonradan öğrendi; dil konusunda "saplantı" derecesinde duyarlıyım. 
Belki bir "klinik vakayımdır”, kim bilir.
Ama açık açık yazıp, düzeltmeler yaparak, bu konudaki beceriksizleri afişe edecek çılgınlık aşamasında değilim... 
Tanrı, beni, bilerek insanları incitme çirkinliğinden korusun.
Şimdi yazacaklarım ortaya... 
Eski bir öğretmenin huyundan, alışkanlıklarından vaz geçemeyişi olarak görün rica ederim.

****
Dil ve düşünce arasında doğrudan bir bağlantı vardır: Yumurta ve tavuk problemi gibi. Diliniz ne ise düşünceniz de odur veya düşünceniz ne ise diliniz de odur.

Düşüncelerini düzene sokamayan kişi dilini de düzene koyamaz.

Dil ya da düşünce, insanın kültürel gelişimiyle doğru orantılıdır.

Kitaplar, bütün sanatsal etkinlikler, sözlü kültürel aktarımlar, toplum içi etkileşim ve aldığımız örgün-yaygın eğitim beynimizin gelişmesini sağlar. Beynimize milyarlarca yeni kavramı ve bu kavramların dildeki karşılığı olan sözcükleri yükler.

Beyin, kavramları ilişkilendirip kullanmaya başladığında, artık, düşünceleriniz vardır. Onları aktarmak için de sözcükleriniz…

Dağarcığınızdaki "kavramlar-sözcükler" kadar düşünürsünüz. Çoksa çok, azsa az.

Uğur Mumcu bunu kast ederek "Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak" tan söz ediyordu.

Konuştuğunuz insanı ölçmek, tartmak istiyorsanız diline bakacaksınız. Kendi ana dilini tanıma, kullanabilme düzeyine... Dilini kullanma biçiminden mesleğini bile çıkarabilirsiniz.

Noktalama imleri, yazım kuralları dilin, "trafik kuralları, trafik işaret ve işaretçileri” gibidir. Kurallara uyarsanız siz kazanırsınız. Uymazsanız, ortaya çıkan keşmekeş, kargaşa size zarar verir.

Dil canlıdır; doğal yasaları vardır, zorlamaya ya da ihmal edilmeye gelmez.
Dil-düşünce gelişimini tamamlayamamış insanın, anlama becerisi de gelişmemiştir; okuduğunu, dinlediğini zor anlar.

****
Sanal iletişim, çağımızda bir gereklilik ama yakındığımız bu hastalığın da nedeni?

Acele ediyoruz, acele etmezsek gündemi kaçırıyoruz. Veya zaman kısıtlı; otobüste, yolda yürürken, parkta otururken, okey masasının başında acele ediyoruz işte. Bunun doğal sonucu da dil kusurları oluyor.

Ayağında bebeğini sallayan anne, yavrusunun uykusunun gelmesini beklerken, eskiden kitap ya da gazete okurdu, şimdi telefonuyla oynuyor. Kim bilir, aynı anda kaç arkadaşına ileti yazıyor.

****
Şöyle bir şey oluyor örneğin:

 Bir cümle paylaşılıyor, başı ve sonu yok, anlamsız...

-Başı nerede, sonu neydi?
-Bir şey mi anlatmaya çalışıyor? Ne?
- Bir şeyle, bir durumla, bir olayla, bir kimseyle mi alay ediliyor?
-Neden dil kurallarına uymamış? Örneğin neden sözcüklerin arasına nokta koymuş?
-Neden sözcükleri anlamsız ve aralarında ilişki kurulamıyor?
-Kendince, özlü, kısa, gizemli, hikmetli sözler söyleyen kâhin Nostradamus gibi söz söylemek zorunda mı hissediyor?
-Sözlerinin bilgece olduğunu düşünmemizi mi istiyor?

****
Aceleye gerek yok. Sözler zihnimizde olgunlaşsın, amacını bulsun, ağır ağır dökülsün ağızdan.

Atalarımızın "Boğaz dokuz boğumdur." deme nedeni bu.

"Dilim giydirir bana kilim." sözünü unutmamak gerek.

Yunus Emre'nin;
"Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı, 
Söz ola ağılı aşı bal ile yağ ede bir söz. "
demesi de bundan.

****
Kusura bakılmasın lütfen. Birkaç dil kusuru gördüm mü aldırmıyorum ama süreklilik kazındığında çok kötü hissediyorum kendimi.
Dile saygı kendine saygıdır.

28 Haziran 2018 Perşembe

YENİLGİYE BAHANE ARAYANLARA…






Tutturmuşlar 9 seçim kaybettik teranesini, gidiyorlar. Sorumluların istifasını istiyorlar.

 Yahu siz bu partinin tarihini bilmez misiniz? Yani "Atatürk'ün kurduğu bu parti" diye söze başlamayı bilirsiniz elbette.

Çok partili döneme geçilir geçilmez, bu parti seçim kaybetti yahu. Kimsenin aklına İnönü'yü suçlamak gelmedi.

Bu parti daha sonra, asla çoğunluklu bir seçim kazanmadı.

Çok Partili dönemde:

İlk iktidarı MSP ile koalisyondu.(26 Ocak 1974 -17 Kasım 1974)

İkincisi; 1977’de bir azınlık hükümeti kurdu fakat güvenoyu alamadı. (21 Haziran 1977 - 21 Temmuz 1977 )

Üçüncüsü; 1978'de, Partisinin TBMM'de çoğunluğu bulunmamakla beraber, bazı bağımsız üyelerin ve küçük partilerin katkısıyla bir hükümet kurdu. Bu Başbakanlık dönemi 21 ay sürdü. (5 Ocak 1978 - 12 Kasım 1979)

Sonra hiçbir seçim kazanılamadı. Ne CHP, NE SHP, NE DSP…

Bunun bir sürü nedeni var bence, kısaca ve yüzeysel olarak geçeceğim.

****

Bu parti İttihat ve Terakki Partisinden bu yana iç iktidar çatışmalarını söküp atamadı. Demokratik çerçevede masum bir iç muhalefetten söz etmiyorum. Aslında kimsenin umurunda değildi iktidar olmak. Muhalif olmak ama koltukta olmak önemliydi yalnızca. Kolay yoldan güç kazanmak ama asla iktidar sorumluluğu taşımamak, siyasete yön vermek. Korkak ve gölgede yaşayan vampirlerin işi.

Kimileri şimdi bu saptamaya kızacak ama ne yapalım, gerçek bu.

İttihat ve Terakki Partisinde Enver Paşa bu nedenle kesmedi mi Mustafa Kemal’in önünü. Sürgünlere gönderdiler ama dönüp geldi, Çanakkale’de zaferin kazanılmasında Enver’in hayal bile edemeyeceği, kilit rol oynadı.

Yine aynı Enver Paşa yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin doğal lideri ve başkomutanı olduğu vehmine kapılıp sürgünden dönme hazırlıkları yapmadı mı? Hatta kendinden öyle emindi ki, söylentilere göre ayna karşısında döndüğünde yapacağı zafer konuşmalarını prova etmiş. Ve yine Atatürk’e emirler yağdıran mektuplar yazmış.

Parti içi hizipçilik bir ittihatçı geleneğidir ve Deniz Baykal bunun bayraktarıdır. Sahi, Baykal kaç seçim kaybetti?

****

Çok partili iktidar döneminde, Menderes, CHP’nin asla yapmadığı, yapmayacağı şeyi yaptı: Bütün gücüyle, bütün olanaklarıyla inanç sömürüsü işine girişti. Ne yazık ki, binlerce yıldır, binlerce renkten inancı barındıran bu toprakta bu maya tuttu.

Ondan sonra gelenler aynı yoldan gittiler. CHP ne yaparsa yapsın laiklik söylemiyle (ki bu doğruydu)bu silahın karşısında başarılı olamadı.

****

İkinci Dünya Savaşından sonra değişen güç dengeleri ABD’yi dünyanın bekçisi haline getirdi. Sovyetler Birliği ve ABD iki güçlü bir dünya yarattı.

ABD Sovyetlere karşı yürüttüğü soğuk savaşın silahı olarak bizim gibi ülkeleri de kullandı. Korkunç bir komünist düşmanlığı pompaladı. Kim ne derse desin, CHP, sonradan kadrolarında, eski,  ürkek sosyalist ve komünistlere yer verse de, bu komünist düşmanlığından etkilendi, ürktü. Soldan uzak durmaya özen gösterdi.

Oysa solu derleyip toparlayıp ortak bir dil oluşturabilir, mücadeleye böyle girebilirdi.

Ecevit’in ilk iktidara gelmesinde sol büyük rol oynadı. Dağlara taşlara Ecevit adını yazan solculardı. Yaşayan arkadaşlarımız bunu bilir.

Yani demem o ki en büyük hata kendini sola kapatmak; sağa göz kırpmak oldu. Aslı varken taklidini kim ne yapsın; halk bunu yemedi.

****

“Eğer bu seçime İnce başkanlığında gidilseydi başka olurdu” diyorsanız ben de size “Saçmalamayın”  derim.

Başka ne bekliyorsunuz ki?

Ohal koşullarında, devletin her türlü olanağını kullanan birine karşı, zaten “kemik” %25’in üstüne çıkamayan bir partiyle mücadele ediyorsunuz; bu adaletsizliğe, bu hırsızlığa, bu alçaklığa karşı savaş başlatmak yerine birbirinize karşı savaşmaya başlıyorsunuz.

15 yıldan beri AKP hükümetine karşı bölük pörçük savaşılamayacağını fark ettiğimden bu yana üye olarak CHP’liyim.

1996 yılına dek, kendimi solda ifade etmekle birlikte, aynı mantıkla CHP için çalıştım. CHP’nin emektarları bilir. Sonra herkes evine, diyerek bir süre ÖDP’de yer aldım.

 Yani çok şey yaşadım, çok şey gördüm, çok bedel ödedim. Acılar, düş kırıklıkları, kavgalar bana “olaylara dışarıdan bakabilme becerisi, objektif bir bakış açısı” kazandırdı.

Bu nedenle diyorum ki bırakın bu temelsiz değerlendirmeleri. Bilimsel bir bakış açısıyla bakın olaya. “Yönetim değişsin.” talebinizi objektif ve bilimsel bir zemine oturtun.



Not: Siyasi öngörülerimde yanıldığım pek olmamıştır. “Muharrem İnce aday gösterilecek.” dedim, oldu.  Kılıçdaroğlu fena intikam alacak. Nasıl mı?

Üç vakte kadar,J “Ben gidiyorum, yerimi de Muharrem İnce’ye bırakıyorum” diyecek. J  Çünkü çelebi ve alçak gönüllü ruhu bu kadar sıkleti kaldıramıyor. Bu sözleri kullanmayacak belki ama böyle olacak. Zamanını kendi belirlemek istiyor. Şimdi öncelikli olarak kayıpları önlemeye,  partiyi iç savaş görüntüsünden korumaya çalışıyor. Muharrem İnce bunu biliyor mu bilmem ama sezinlediğinden eminim.

26 Haziran 2018 Salı

Nazım Hikmet - Vatan Haini şiiri


"Yıl 1962 Ankara’da yayımlanan, hükümet ve düzen işbirlikçisi bir gazete, kendi topraklarında yaşama özgürlüğü elinden alınmış mesnetsiz mahkemeler ve sonuçları ile ülke topraklarını ona yaşanmaz yapan bu kararlarla baş başa bırakılan, Nâzım Hikmet Ran’a, üç sütun üstünden
“Nâzım Hikmet, vatan hainidir. Vatan hainliğine devam ediyor.” başlığını kullanır.  Düzenin ona söylediğine, usta bu dizeleri ile kendine özgü ve Türk şiirine miras kalacak tarzı ile cevap verir. Onların söylediklerini, onlara, iade edercesine cevaplayarak."
***
Yukarıdaki paragrafı bir internet sitesinden aldım.
Amacım aslında, "Nazım Hikmet Vatan Hainliğine Devam Ediyor Hala" diye başlık atan, adını nedense kimsenin ağzına almak istemediği gazeteyi, o sayıyı, bulup haberin bütününü paylaşmaktı.
Ama gazetenin adının yayınlanması şöyle dursun, o sayısını bile bulmak mümkün olmadı.
Konuyu ele alan, hemen hemen bütün kaynaklar, aşağı yukarı alıntıladığım yazıdaki ifadeyi kullanıyor.
Ben inatçıyımdır, inat da bir murat, ne de olsa. Kendime az daha zaman tanısam bulurum; bulmak zaten boynumun borcu oldu.
Dostlar, ben, Cumhuriyet Gazetesinin  "Nazım Hikmet Vatan Hainliğine Devam Ediyor Hala" diye başlık atan sayısını arıyorum.
Evet, yanlış duymadınız, Cumhuriyet Gazetesi...
Bilenler bilir de bilmeyenler için duyurdum.
Biz ikiyüzlü bir halkız. Birine bir ayıbı yakıştıramadığımız zaman üstünü örtmeye çalışırız.
Üstelik ne denli korkunç suçları kapattığımızı bile bile...
Öyle sanıyorum ki bütün dünyada, yalnızca bu coğrafyaya özgü bir durum bu ikiyüzlülük.
Şimdi bütün solcular, sosyal demokratlar başta olmak üzere "Nazım Hikmet Vatan Hainliğine Devam Ediyor Hala" adlı şiirin yazılmasına neden gazetenin, Cumhuriyet Gazetesi olmasından utandıkları için olacak, bunu görmezden gelmeyi, yuvarlak laflarla geçiştirmeyi istiyor.
Yıl 1962... Aradan 56 yıl geçmiş. Köprünün altından ne sular akmış.
Kendi geçmişimizle yüzleşmek bu denli zor olmamalı.
Dün, o gazetenin yayın politikası, o zamana, zamanın cadı avına uygundu. Komünizme karşı ABD tarafından bir sürek avı başlatılmıştı. Hala süren bir av üstelik.
O zamanın bütün gazeteleri, bir kaçı hariç, bu avın yayın organıydılar.
Bugün aynı gazete çok farklı bir çizgide. Emekten yana, demokrasiden, hak, adalet, eşitlik, özgürlük gibi kavramlardan yana bir çizgide.
Bunu bile bile, neden 1962 yılında o yazıyı yazdığı gerçeğinden utanmalı?
Geçmişle yüzleşmek sadece geçmişi kabullenmek ya da utanmak değil, geçmişte yaşananlardan geleceğin yol haritasını çıkarmaktır.
Bu olgunlaşmaktır, bu biriktirmektir, bu deneyimdir.
Yola devam etmek ancak bu şekilde olanaklıdır.
*****
Bu seçim sonrasında da aynı şeyi yapmıyor muyuz?

18 Haziran 2018 Pazartesi

Can Yücel'e Ait Olmayan Şiirler

Biliyorsunuz, internette Can Yücel, Nazım Hikmet vb ünlü şairlerimize haksızlık anlamına gelen çok yaygın bir tür "İsim çalma" olayı var.
İnsanlar, kime ait olduğu belli olmayan bazı metinleri, ünlü şairlerimize aitmiş gibi internet ortamında dolaşıma sokuyorlar.
Bunlardan bazıları, kimi şairlerin bütün şiirlerini, adeta ezberine koymuş olan, benim gibi şiir tutkunlarını bile yanıltıyor.
Ölmüş olanların "Bu şiiri ben yazmadım." deme olanağı yok.
Sözlü şiir geleneğimizde, halk şiirinde bu olağandı, hatta bir zorunluluktu. (Bu konuyu daha önce yazdığım için şimdi değinmiyorum.)
Ama artık her duygu ve düşüncenin, insana ait her şeyin yazıldığı bu dönemde bu durum isim hırsızlığı kapsamına giriyor.
İnternette Can Yücel'e ait olduğunu sandığımız onlarca şiirin incelemesini yapmışlar, Can Baba'ya ait olmayanları listelemişler.
Ben de sizlerle paylaşmak istedim. İyi etmiş miyim?🤫
****
1.Bağlanmayacaksın
2.Kadın Dediğin
3.Erkek Dediğin
4.Seninle Olmanın En Güzel Yanı
5.Anladım
6.Herşey Sende Gizli
7.Eğer
8.Herkes Gitmek İstiyor
9.Sevdiğin Kadar Sevilirsin
10.Sağlık Olsun
11.Tam zamanında Yaşamak (Yaşamak Zamanı)
12.Tersten Yaşamak
13.Biraz Değiştim
14.Bir gün Anlarsın
15.Gitmek
16.Seninle Yaşlanmak İstiyorum
17.Asla Keşkelerim Olmadı
18.Özledim Seni
19.Bilmelisin ki
20.Aşk
21.Boşver ve Yaşı Başı
22.Olmuyorsa Zorlamayacaksın
23.Ben Benden Olgun İnsan İsterim Karşımda
24.Öyle Sabah Uyanır Uyanmaz Fırlama Yataktan
25.Farkında Olmalı İnsan
26.Bir Eşi Olmalı İnsanın
27.Unutma
28.Sevgi Emekmiş
29.Özleme Dair (Kim Özlerdi?)
30. Ömür Dediğin Bir Gündür O da Bugündür
31.Aşk Ayakkabı Gibidir
32.Rakı İçen Kadınlar
33.Ateş ve Su
34.Ülke Bölünsün İstiyorum
35.Kadınım Ben
36.Senin İçin Yasak Dediler
37.Bayram Şiiri
38.Dostlar Irmak Gibidir
39.Öye Bir Hayat Yaşadım ki
40.Bir Yolun varsa Gidilecek
41.Ömür Dediğiniz Nedir Ki
42.Fakirin Gayrimeşru Çocuğu
43.Ey Yüreğim
(Yukardaki liste Semih Çelenk tarafından yapılmıştır.)
👀

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...