19 Aralık 2020 Cumartesi

Aklımla Tartıştım

 Kafamın takıldığı şeyler vardı; birilerine, bir şeylere kızgınlık, insanları anlayamamanın verdiği kafa karışıklığı... Kendi aklımla konuşuyordum.

Ben bunu sık sık yaparım, siz buna kendi aklıyla hesaplaşma; olayları, insanları, düşünceleri aklın süzgecinden geçirme diyebilirsiniz.
Kimi zaman tartışma öyle alevlenir ki iç ses dış sese dönüşüverir.
İşte, gene öyle olmuş, Yaşar uyardı, kendisiyle konuştuğumu sanmış.
Bir yandan salatamı yapıyorum bir yandan tartışma sürüyor.
Aniden, ama gerçekten bir anda, bir şimşek çakmışcasına aklım sustu. Dilimde Aşık Veysel...
"Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa" dizeleri... Hem de Esin Afşar tarzında...
"Koyun kurt ile gezerdi, fikir başka başka olmasa..."
İşte bu, dedim. Saatlerdir tartışan aklımın ve gönlümün mesajı buydu:
Koyun kurt ile gezerdi, fikir başka başka olmasa...
Binlerce, on binlere yılın birikimini görmeyen gözlerinin ardında saklayan bilge, beni yatıştırdı, rahatlattı. Bu rahatlık bir kararı da beraberinde getirdi:
"Hoş görüyü elden bırakma. Ve sevgiyi... Ama yanlış olduğunu, insana yakışmadığını düşündüğün şeylere tepki göstermekten çekinme... Kimi zaman bu çok gereklidir. Sen aklınla varsın, sen kendi değerine inandığında, evrende ne varsa değer kazanır."
Bu güzel dizeleri anımsatmak istedim dostlarıma.
***
GÜZELLİĞİN ON PAR'ETMEZ
Güzelliğin on par'etmez
Şu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa
Tâbirin sığmaz kaleme
Derdin dermandır yâreme
İsmin yayılmaz âleme
Âşıklarda meşk olmasa
Kim okurdu kim yazardı
Bu düğümü kim çözerdi
Koyun kurt ile gezerdi
Fikir başka başk'olmasa
Güzel yüzün görülmezdi
Bu şak bende dirilmezdi
Güle kıymet verilmezdi
Âşık ve maşuk olmasa
Senden aldım bu feryâdı
Bu imiş dünyanın tadı
Anılmazdı Veysel adı
O sana âşık olmasa
Aşık Veysel ŞATIROĞLU

28 Kasım 2020 Cumartesi

MERHABA VE ARKADAŞLIK SÖZCÜKLERİ KATLEDİLDİ

28.11.2020, 17.19

Şu sanal âlem "bir âlem" doğrusu...

Sosyal medya dedikleri ise "bambaşka bir âlem".

Bilginin iyisi, doğrusu, kirlisi, yalanı, uydurması ne istersen piyasada.

Bu coğrafyada, düşünmeyi, kafa yormayı, değerlendirme yapmayı, çözümlemeyi, soru sormayı, dogmaları reddetmeyi, aramayı, öğrenmeyi doğamız gereği, zaten sevmeyiz. Bilginin aspirin gibi bize hazır sunulanı makbuldür. 

İşte, bu âlemde her şey önümüze hazır gelince kabullenmek çok kolay. Önümüze gelenleri öğrenmeye ve anlamaya da gerek yok. Bas butona beğen ve paylaş... Hepsi bu.

Kaç zamandır "merhaba" ve "arkadaş" sözcüklerinin anlamları ve kökenleri ile ilgili açıklamalar dolaşır ortalıkta.

Açıklamalar uydurma ve doğru bilgi içermiyor. Açıkça söylemek gerekirse düpedüz yalan işte.

Ama açıklamaların "şirin" ve "kandırmaca dozu çok yüksek" doğrusu.

"Merhaba" sözcüğünün "Benden sana kötülük gelmez." anlamına geldiğini iddia ediyor. Açıklamanın sonunda "Benden herkese merhaba." sözleri var. Eee, hoş doğrusu... Ama doğru değil işte.

Sözcük Arapça kökenli... Dilimize " başka anlama geçiş" yoluyla girmiş ve Osmanlıca da bir selam, bir karşılama sözü olarak kullanılmaya başlamış. Anlamı ise "yayılın, rahat olun, genişleyin" şeklinde. Bir selam verme sözcüğü, o kadar.

"Benden herkese "yayılın, genişleyin, rahat olun". 😆😆😆😆"

"Arkadaş" sözcüğü Türkçe bir sözcük. Yapısı bakımından türemiş bir sözcük. "Arka" sözcüğüne yine Türkçe bir ek olan "-deş" eki getirilerek yapılmış. Bu ek, eklendiği sözcüğe "aynı işi yapan, aynı yerde bulunan, aynı özellikleri taşıyan, birbirinin yanında olan, aynı yeri paylaşan" vb. anlamlar katar. Vatandaş, meslektaş, dindaş, yoldaş, kardeş (karındaş), arkadaş, paydaş, türdeş vb....

Arkadaş ise birbirine destek olan, birbirine arka veren, sırt sırta olan anlamlarıyla kullanılır. Yani yapım ekinin verdiği anlamı düşünecek olursak "birbirine arka veren"...

Bu sözcüğün, sanal ortamda dolaşan öyküyle ilgisi yok. Hani eskiden savaşlarda askerler okla, kılıçla dövüşürken arkadan gelecek saldırıyı önlemek için sırtlarını büyük bir taşa verirlermiş gibi uyduruk bir açıklama... Yani arkasını taşa dayamak... Koca koca sitelerde ballandıra ballandıra, üstelik, şovenist bir anlatımla bu öykü anlatılıyor.

Şimdi bir an hayal edelim: Bilge Kağan, düşmanlarına savaş açmış. Çağırıyor yanına, beylerini, danışmanlarını, danışıyor. Bir karar alınıyor. 5000 kişilik ordusuyla savaşacak alan arayacaklar. 5000 askerin arkasını dayayıp savaşabileceği kayalarla dolu bir arazi. Bu araziyi buldular diyelim. Düşmanı bu arazide savaşmaya nasıl ikna edecekler? Hadi bu da oldu, peki at sırtında savaşan, uyuyan, akından akına koşan askerler atlarından inip sırtlarını kayalara mı dayayacaklar? İnmediler diyelim, atlar o kayaların arasında nasıl koşacak, manevra yapacak? Asker atını mı idare etsin, savaşı mı?

Şaka bir yana bilgisizlik böyle bir şey, bilmeyince uydurursunuz.

Arkadaş sözcüğünün kullanıldığı en eski kaynak 1797 tarihli. (Nişanyan Etimoloji Sözlüğü) Yani daha dün gibi, yani Anadolu'yu yurt bellememizden kaç yüzyıl sonra. 

Anlamını bilmediğiniz yabancı bir sözcük bir derece anlaşılabilir belki, ama tepeden tırnağa mis gibi anadilinin varlığı olan bir sözcüğe bu kötülük nasıl yapılır?

15 Temmuz 2020 Çarşamba

SIKINTI


Akşam saatleri...
Bizlerin içeri tıkılma zamanı geliyor. Can sıkıntısı... Hoş, dışarıda olsak bir kır kahvesinde, akşam çayı mı içeceğiz? Tiyatrolar, sinemalar bizi mi bekliyor? Denize karşı bir kadehcik rakı yudumlamaya hasretiz.

Üç günde iki kitap; eyvallah...
Akşama izlemeyi planladığım filmler var.

“Seni Halk Adına Ölüme Mahkûm Ediyorum”u anımsayan var mı?
Gençler nereden bilsin o kitabı. Sahaflarda bile bulunmaz.
Çok karanlık günlerden geçiyoruz. Kavgamı, bilincimi, yüreğimi bileğilemem gerek, dedim, bilmem kaçıncı kez okudum. 12 Eylül faşizminden kurtarmayı başardığım kitaplardan biriydi. Hazine...

(Gene nerelere gittin Feride? Sen yemekten önce azıcık kestirmek için yattığında seni uyutmayan apartman haylazlarını yazacaktın ya, kızmıştın ya! Çocukların oyun alanı mı kaldı Feride, elbette arka bahçede oynayacaklar.)

Dışarıdan çocuk gürültüleri geliyor. Evet, bayağı bildiğiniz gürültü.
(Çocuk sesleri bunlar Feride… Çok neşeliler bak. Unutma, çocuk sesleri ve kuş sesleri kesildiğinde kıyamet kopacak.
Top oynuyor veletler... Kalabalık olmalılar, seslere baksana... Aralarında bir kız var. Sürüye o hükmediyor sanki. "Atsana, vursana, topu bana ver, hadi, çekil..." Öf nasıl bağırıyor öyle!
(Ama çok neşeliler... Kabul et, kızamıyorsun. Hoşuna bile gitti.)

Uykum çoktan kaçtı. Adamın birisi Kılıçdaroğlu’na Fetö’nün siyasi ayağı sensin, diye bağırıyordu bugün. Aklıma o geldi. Elimle kulaklarımı kapattım. Duymak istemediğim çocukların sesi miydi, belleğime saldıran o ses mi?
Oğlanlar sadece gülüyor ama kız mızmızlanmaya başladı. Düpedüz kapris yapıyor. Bir ara “Ben sana yardım ettim, sen de yardım edeceksin.” dedi oğlanlardan birine. Bak bak, daha bu yaşta bencillik, karşılıksız yardım etmiyor bücür.

(Aman be Feride… Seslerine bakılırsa 11 -12 yaş civarında olmalılar. Kızma sabilere, çocuk, çocuk bunlar. Hem bencillik onların suçu değil ki, öğreniyorlar işte. Bak, kahkahaları kuş cıvıltısı gibi.)

Hava azıcık da olsa serinlemiş gibi… Güneş iyice çekildi ötelere… Şöyle bir doğruldum, kemiklerim çıtırdadı. Dizim tutulmuş. Kemikler isyan etmese yaşım gelmeyecek aklıma. Pencereleri kapatayım bari. Perdeyi araladım, ne göreyim; onca gürültüyü sadece üç çocuk çıkarmıyor mu?
Hay Allah, yerlerde yuvarlanıyorlar, dertleri top değil, sadece oynamak istiyorlar, birbirleriyle öyle mutlular ki…
Oğlanlar kardeş. Kız misafir, daha önce görmedim.
Durdum tek ayak üstünde, dizim kötü ama yaslandım pencereye, seyrettim, seyrettim.
Ne sıkıntı kaldı, ne keder ne de öfke…
(Oh olsun sana Feride. Dört duvar arasında sadece tavana bakıp yattığın yerde kendine eziyet ettiğin için. Dünyaya bak, çocuklara bak.)





3 Temmuz 2020 Cuma

Nazım'a Mektup

"...…………..
Merhaba, çocuklar.
Bir geniş
bir büyük «Merhaba» demek,
sonra bitirmeden sözümü
yüzünüze bakıp gülerek
— kurnaz ve bahtiyar —
kırpmak gözümü...
Biz ne mükemmel dostlarız ki
kelimesiz ve yazısız
anlaşırız...
Merhaba, çocuklar,
merhaba cümleten... "
Bu dizeleri yazdın ama bugün yaşasaydın ne hissederdin? Kendinde " Güzel günler göreceğiz, güneşli günler" demeye derman bulur muydun?
Sevgili Nazım yaşasaydın acıların katmerlenirdi, bu kez vatan özleminden değil, bu ülkenin çocuğu olmaktan duyduğun utançtan ölürdün.
"Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında
dünyayı çocuklara verelim
kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
çocuklar dünyayı alacak elimizden
ölümsüz ağaçlar dikecekler"
Bu dizeleri yazabilir miydin?
Böyle umut dolu, nehirler kadar coşkulu ve bereketli sözcükleri yazacak gücün olur muydu?
Ölümsüz ağaçlara inanır mıydın?
"............................
Çocuklar ölebilir yarın,
hem de ne sıtmadan ne kuşpalazından
düşerek te değil kuyulara filân;
çocuklar ölebilir yarın,
çocuklar sakallı askerler gibi ölebilir yarın,
çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında,
ne bir santim kemik, ne bir damla kan,
çocuklar ölebilir yarın atom bulutlarının ışığında
arkalarında bir avuç kül bile değil
arkalarında gölgelerinden başka bir şey bırakmadan.
................................................."
Sevgili Nazım bu ülkede çocuklar artık savaştan ölmüyor. İnsanımsı yaratıklar tarafından soysuzca, sapıkça, alçakça tecavüz edilerek öldürülüyor.
Sevgili Nazım, bu sapıkları bizzat devlet koruyor, kolluyor. İşi adalet dağıtmak olan yargıçlar tarafından koruma altına alınıyorlar.
Sevgili Nazım sapıklık kurumsallaştı, biliyor musun?
Seni beni koruması gereken devlet, sapıklığı koruyor.
İşi çocukları korumak olan bakan "Bir kereden bir şey olmaz." dedi.
Çocukların evlilik yaşını beş-altı yaşa çeken soysuz tarikatlar, devletin içine yuvalandılar.
Sevgili Nazım, (sen henüz göç etmemiştin sanırım), ben daha 6-7 yaşlarında bir çocukken Ayla adında bir çocuk kaybolmuştu. Gazetelerde yazdığına göre aynı yaşlardaydık.
İstanbullu eğitimli bir ailenin çocuğu idi. Mühendis babası Türkiye'yi ayağa kaldırmıştı. Bütün evlerde Ayla'nın yası tutuldu.
Çocuktum, çok etkilenmiştim. Gazeteleri her gün takip ederdim, umutla Ayla çıkıp gelecek diye beklerdim.
Çocuktum ama babası tarafından okuma yazma öğrenir öğrenmez eline gazete tutuşturulan bir çocuk.
Uzun çok uzun yıllar Ayla'nın gelmesinden umudumu kesmedim. Buna inandım.
Sen anımsıyor musun? Yaban ellerde böyle olayları duyar mıydın, bilmem.
Duysaydın Ayla'yı da alırdın satırlarına belki, kim bilir....
Nazım o günden sonra, özellikle bu son 16 yıl içinde, kaç çocuk, kaç lekesiz melek analarının elinden koparıldı, kara toprağa girdi, bilsen.
Artık çocuk tecavüzlerine yüreğim dayanmıyor be ustam.
Yaşasaydın sen de bin kez ölürdün acıdan, utançtan.
Dünyanın taaa öteki ucunda atom bombasının öldürdüğü çocuklara cayır cayır yanan yürek, doğduğu toprağın acısına dayanabilir miydi?
Bu acıyı senin o büyülü sözcüklerin bile anlatamazdı, eminim.
Bu ülkede kadın - erkek herkesin yüreği kor ateşe döndü. Hele kadınların...
Umut bitti sevgili Nazım, umudumuz bitti.

ŞİİR DEFTERİM

Bu şiir, Nazım'ın ilk okuduğum şiirlerinden biridir. Benim yüzümü sola dönmemi sağlayan şiirlerden biri...
Ortaokulda ve lisede, biz, Nazım'ı hiç kitaplardan okumadık.
Babamın okuyalım diye eve taşıdığı kitapların arasında da yoktu.
Kitabı yasaktı, satılamazdı.
Ama nasıl olurdu bilmem, şiir ve anı defterlerine çoğunlukla Nazım yazılırdı gizli gizli. Urfa Lisesi'nde Oya, Melahat ve Remzi arkadaşlarım, Niğde Lisesi'nde Günay Yeğin arkadaşım benim defterimi bu şiirlerle doldurmuşlardı.
Hala saklarım.
Atilla İlhan'ı, Ümit Yaşar Oğuzcan'ı, Orhan Veli'yi, Bekir Sıtkı Erdoğan'ı o defterimde sevdim ben.
Şiirleri defterlerinde saklayan herkese...
KOZMOSUN KARDEŞLİĞİ ADINA
Kozmosda bizden başka düşünen var mı
var
bize benzer mi
bilmiyorum
belki bizden güzeldir
bizona benzer mesela ama çayırdan nazik
belki de akarsuyun şavkına benzer
belki çirkindir bizden
karıncaya benzer mesala ama tıraktörden iri
belki de kapı gıcırtısına benzer
belki ne güzeldir bizden ne de çirkin
belki tıpatıp bize benzer
ve yıldızlardan birinde
hangisinde bilmiyorum
yıldızlardan birinde konuşacak elçimiz
hangi dilde bilmiyorum
yıldızlardan birinde konuşacak elçimiz onunla
'Tovariş' diyecek
söze bu sözle başlayacak biliyorum
Tovariş diyecek
ne üs kurmağa geldim yıldızına
ne petrol, ne yemiş imtiyazı istemeğe
Koka-kola satacak da değilim
selamlamaya geldim seni yeryüzü umutları adına,
bedava ekmek ve bedava karanfil adına
mutlu emeklerle mutlu dinlenmeler adına
"Yarin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber"
diyebilmek adına
evlerin,
yurtların,
dünyaların
ve kozmosun kardeşliği adına...
Nazım Hikmet RAN

29 Mayıs 2020 Cuma

Kadın olmak zor iş.

Kadın olmak zor iş.
Anneleriniz kendilerinin birer taklidi olmanızı isterler. Yemek yapmaktan makyaja, onlar nasıl yapıyorsa, yapmışsa öyle yapmalısınız.
Yemeğe onun doğradığı soğan kadar soğan doğramaya zorunlusunuzdır örneğin.
Arkadaşlarınız sanki kendi arkadaşlarıymış gibi, onlarla yakınlık kurarlarsa sizi daha sıkı kontrol edebilecekmiş gibi davranırlar ya da arkadaşlarınıza hiç yüz vermezler. Yalnızlığa mahkum olmanız kontrol edilmenizi kolaylaştırır çünkü.
Hele bir özgün olmaya, yaratıcılık taslamaya kalkın; fırça hazırdır, hem de en kocamanından. Gözlerini üstünüzden ayırmazlar, aykırı olmanıza tahammül edemezler.
Hata yapmanıza asla izin vermezler.
Bu bir döngüdür aslında. Dönecek dönecek gene yaşanacak.

Babalarınız, size, sizin aklınıza, yüreğinize, becerilerinize, yeteneklerinize değil kendi kafalarında biçimlenen bir modele göre bir gelecek hazırlarlar size. Bunu da sizin iyiliğiniz için yaptıklarına inanır, sizi de inandırırlar. Birey olmanıza, özgür olmanıza, aykırı olmanıza asla izin vermek istemezler.

Erkek kardeşleriniz sizi ikinci anneleri gibi gördüklerinden sizleri de köle yerine koyarlar.
Tuhaf olan anne ve babalarınız bu durumdan son derece hoşnuttur.

Evlenmek asla kurtuluş değildir. En uygar, en çağdaş kafalı bir erkek bile karısının bir karış öne geçmesinden hoşlanmaz. Siz aklınızla, yüreğinizle her sıçradığınızda bir engele çarparsınız.
(Küçük bir anı: Bir sendikada kadın komisyonunun toplantısında, sendika başkanı telefonla arayan karısına fırça çekmişti de komisyon üyeleri şaşıp şaşıp kalmıştı.)

Kayınvalideniz, yemeğe eklediğiniz baharatın bile oğlunu öldüreceğini düşünür. Siz hep yanlışsınızdır. Siz de ona karşı koşullanmış olduğunuz için, o da, kadın olmanın zor yanını bir başka biçimde yaşar. Gelecekte sizin yaşayacağınız gibi. Döngü...

Çocuk sahibi olmak mı? Bizde zincire vurulmak gibidir.

Kadın ölür aile, çoluk çocuk darmadağın olur.
Erkek ölür, kadın bütün aileyi kenetler birbirine.
Kadın olmak aşağı yukarı budur ve çok zordur çook...
Ama bizim ülkemizde katmerli, dokuz kat katmerli zordur.
Siyasilerinden din adamlarına, herkes her türlü yobazlığı sizin üstünüzden yürütür.
Küfürlerin öznesi kadındır.
Namussuzların sığındığı kalkan kadının namusudur, her türlü alçaklık kadın namusu üzerinden yapılır.
Bir yargıç tecavüze uğrayan dokuz yaşındaki çocuk için "Rızası vardı." hükmü verebilir.
Ekonomi kötüye mi gidiyor? Sorumlu kadındır.
Ülkeyi yönetemez hale mi geldiler? Sorumlusu kadındır.
Kadın erkek halay çekmeniz bile yobazın malzemesidir.

Ancak bütün dünyanın unuttuğu bir şey var; dünya sadece kadınların omuzlarında dönüyor. Gök kubbe yalnızca kadınların hatırına çökmüyor.

28.05.2020, Edip Cansever

28.05.2020, Edip Cansever'in yıldızlara göç ettiği tarih.
Kaç gündür insanın sinirlerini perişan eden olaylar gördük. Daha kötüsü olamaz derken, daha beteri oluyor.
Edip Cansever'i ölüm yıl dönümünde anmak da mümkün olmadı.
Aslında canım istemedi.
Bunca acının, isyanın arasında; el kadar bebelere yapılanlara, el kadar bebelere yapılanları kutsayan insanlara, yalana, dolana, talana, hırsızlığa, arsızlığa, hırsa, yüzsüzlüğe, adaletsizliğe, kayırmacılığa, ötekileştirmeye, ahlakın-erdemin ayaklar altına alınmasına bu yürek dayanamıyor çünkü.
Sonra, gecenin bu saatinde, sabaha bu kadar az kalmışken kafama dank etti:
Teslim olmamak gerek. Acıya, o acıları yaşatanlara teslim olmamak gerek.
Umutsuzluğa kapılmak, kedere boğulup, bedeni açlık grevine sokmuş gibi aklı ve yüreği aç bırakmak teslimiyet değil de nedir?
Akıl ve yürek sağlam olmalı.
Akıl ve yürek tek silahımız, beslenmeli, korunmalı, arınmalı.
Akıl ve yürek umut ister, sevgi ister, dayanışma ister. Akıl ve yürek evrende yalnız olmadığını bilmek ister.
Tek dermanı var akıl ve yüreğin; sanat, şiir.
Binlerce yıldır kavganın, isyanın, baş kaldırmanın, teslim olmamanın, adalet arayışının feneri şiir olmuş.
Şiir binlerce yıl öncesinden günümüze insan olabilme kavgasını taşımış.
Bugün bu gerçeği nasıl unutur insan.
66 yıllık yaşamda diz çökmemeyi, boyun eğmemeyi şiirlerden öğrenmemiş miydim ben?
Sanatı yadsımak insanın kendini yadsıması gibi.
Işıklar içinde uyu Edip Cansever...
İyi ki bu dünyaya, bu ülkeye konuk oldun.
Bize verdiklerin için de sonsuz teşekkürler...
***
Edip Cansever,
28 Mayıs 1986'da, İstanbul'da sonsuzluğa karıştı.

21 Mart 2020 Cumartesi

AŞIK VEYSEL

.
Dünya şiir günü ile Veysel'in yıldızlara yürümesinin aynı güne denk gelmesi bir hoşluk mudur, bir garip ironi midir, bilemedim.
Hep düşünürüm; eğer Veysel, Sivas'ın yoksul bir köyünde değil de, kentlerde doğmuş olsaydı, okullara gidip dünyayı görme fırsatı bulsaydı, örneğin Nazım gibi bir eğitimi olsaydı neler olurdu?
Toplumcu şiirimiz bir büyük isim daha kazanırdı ama halk şiiri de son büyük ustasının adını tarihine ekleyemezdi.
Büyük şairdir Veysel; her büyük şair gibi sezgileri çok güçlüdür, görünmeyeni görür, bilinmeyeni bilir, söylenmeyeni söyler. Her şiiri bilgelik, her sözcüğü bir keramet... Çağlar öncesini bilir, çağlar sonrasına söyler.
Gözleri görmez ama bu, onun, kadim çağların "bilicileri" gibi olağanüstü şeyleri görmesine, anlatmasına engel değildir.
Tanrının mucizelerinden, insanlığa armağanlarından biridir Veysel.
Işıklar içinde uyusun.
Saygı ve minnetle…

12 Mart 2020 Perşembe

Yalnızca İnsan


Yalnızca İnsan
Ölümü gözümüzün içine içine soktular. Ölümle yaşar hale geldik. İçimizde ölüm korkusu, ölümsüz bir nefes bile alınamıyor bu ülkede.
Ne yana dönsek ölüm, ne yana baksak zulüm.
Sevdiklerimizin yüzünde ve gözlerinde ölüm görür olduk. "Ölmeden mezara girmiş" gibiyiz.
Ölümden beteri korku...
Kadın olmak bu ülkede hiç bu denli zor değildi.
Yaşadığım hiç bir ilkyaz bu denli sıkıntıyla ve çaresizlikle gelmemişti.
Her bahar kendimi sokaklara atma isteğimi dizginleyemezdim ben. Şimdi evden çıkmaya korkuyorum.
Beni dışarıya çağıran sevincimi bulamıyorum.
Umut etmek de yetmiyor.
Eskiden, çok değil, beş-on yıl önce, yaşama sevdalıydım ben.
Yaşama sevincim, iyimserliğim dünyaya yeterdi de artardı bile..
Doğa gibi her bahar yeniden doğduğumu, her bahar daha bir güzelleştiğimi, zenginleştiğimi düşünürdüm.
Kadim Anadolu tanrıçalarından biriydim. Yaratan, olan, olduran, onduran, doğuran bendim.
Artemis bendim, Kibele bendim, Kubaba ben..,
Bin memeli Artemis gibi bereketli, Kibele gibi doğurgan ve anaç, Kubaba gibi doğanın dengesi...
Demeter gibi mevsimler parmağımın ucundaydı, rahimdim, anneydim.
Ama asla, bunca kötülüğün, karanlığın, çirkinliğin nedeni ben olmadım.
O karanlıkların acılarını benim çekiyor olmam adil değil.
Onca sevdayı sığdırdım da bu yüreğe, onca korkuyu sığdıramadım; çatladı çatlayacak.
Çirkin savaşları ben istemedim, ölümleri, yıkımları ben istemedim.
Bebek cesetleri sahile vursun istemedim, bebekler soğuktan ve açlıktan, yokluktan ölsün istemedim.
Bebekler boynu bükük büyüsün istemedim.
Ağlamak istemedim, ölmek istemedim.
Sadece her bahar yeniden doğmak, her bahar güzelleşmek, zenginleşmek istedim.
İnsan olmak, sadece insan olmak istedim.
Görüntünün olası içeriği: ağaç, bitki, yazı, açık hava ve doğa

6 Mart 2020 Cuma

Erbil Tuşalp- Ben Tarihim Bay Başkan


 Erbil Tuşalp, gazetecilikteki başarısının yanı sıra çok iyi bir araştırmacı - yazardır. Özellikle 12 Eylül Faşist darbesi ve ardındaki gerçekleri, faşist cuntanın faşistçe uygulamalarını çok titiz bir çalışmayla okuyucuya ulaştırmıştır.

Her biri aslında bir belgesel olan kitaplar, roman kurgusuyla ve öykülemeli anlatımın olanakları ve olanca zenginliği kullanılarak anlatılır. Belgesel okuduğunuzu unutuverirsiniz bu yüzden.
Yakın tarihimizi anlatan bu yapıtlar, meraklısı için çok zengin bir kaynaktır.
Kütüphanemizdeki eserlerini yeniden gözden geçirmek istedim. İlk olarak elime “Ben Tarihim Bay Başkan”ı aldım.
Öyküleme diliyle ve roman kıvamında, üstelik fantastik bir kurguyla sarsılıyorsunuz başta. İki-üç sayfadan sonra bir “tarih” okuduğunuzun ayırdına varıyorsunuz.
Üstelik Tuşalp’ın yalın, içten, akıcı anlatımıyla…

İthaf:
Demokrasi ve bağımsızlık kavgasında ölüm ve acıyla sınananlar için…

Baskı yılı: Kasım 1989, Birinci Basım



27 Şubat 2020 Perşembe

BERAT - BERAAT


Bugün Berat Kandili olunca yerine denk geldi; yazayım dedim.

Geçenlerde, bir dostumuz, Osman Kavala'nın beraat ettikten sonra yeniden tutuklanmasını eleştirirken "berat" sözcüğünü kullanmıştı.

Berat- beraat

Bir "a" sesi, sözcüğün anlamını nasıl da değiştiriyor....

Berat: Sözcük Arapçadır.

1- Bir buluştan, bir haktan yararlanmak için devletçe verilen belge, patent anlamındadır.

2- Osmanlı Devleti'nde bir göreve atanan, aylık bağlanan, san, nişan veya ayrıcalık verilen kimseler için çıkarılan padişah buyruğu anlamında da kullanılır.

Berat Gecesi: Hz. Muhammed'e peygamberliğin bildirildiği şaban ayının on beşinci gecesi (Yani sözcüğün bir numaralı anlamıyla ilgili olarak Tanrı tarafından peygamberlik verilmesi)

Beraat: Gene Arapça bir sözcüktür ve "aklanma" anlamına gelir.

Aslında beraat yerine berat yazan dostumuzu asla suçlamıyorum Suç, Arap alfabesini Türk diline dayatanların ve yeniden Arap alfabesini hortlatmaya çalışanlarındır.

Biraz bilimsel bir açıklama olacak ama bilinmesi ve unutulmaması gerek:

Türk dili, ünlü bakımından zengin bir dildir. Arap alfabesinde ünlü sayısı azdır. Sözcükler, yazılışına göre değil, cümle içindeki anlamlarına göre değerlendirilir. Bu özellik nedeniyle, Türk dilinin kurallarını Arap alfabesiyle bağdaştırmak olanaksızdır.

Dikkat edilsin, zor değil "olanaksız" diyoruz.

Örneğin, Türkçe sözcüklerde iki ünlü asla yan yana gelmez, gelemez; dilimizin doğası budur çünkü.

Arap alfabesinde "berat ve beraat" sözcükleri aynı şekilde yazılır. (berât) Araplar kendi dillerinde cümlenin gidişinden beraat mi berat mı olduğunu anlarlar.

Ama Türkçe, doğası gereği bunu reddeder ve iki sözcük farklı yazılır. (Dil canlı bir varlıktır ve her canlı gibi kendini dış etkilerden korumaya çalışır. Doğasına aykırı bir dayatmaya direnir.)

***
Bir çift söz de "maşallah" sözcüğüyle ilgili.

Türk diline Arapça'dan giren sözcüğün yazılış şekli "maşallah"tır Ama Arapça okunuşu "ma" seslerinden sonra kesme işareti varmış gibi okunur. Yani ma'şallah şeklinde. Bu okunuş Türkçe ses özelliklerine aykırı olduğu için günlük konuşmada kullanmaz, yazdığımız gibi okuruz.

Araçların arkasına yazılan "maşaallah" sözcüğü ise amacının çok dışında "Allah maşadır." gibi bir anlam taşır. Belki kasıt bu değildir ama ortaya bu anlam çıkıyor.

(Dualarda Arap alfabesini kullanmaya devam edip, gizliden gizliye böyle yapmazlarsa günaha gireceklerini sanan Atatürkçülere de sitemli bir selam bizden. Web ortamında bolca bulunan resimli duaları yani. Harf devriminin neden yapıldığını anımsatmak boynumuza borçtur.)

23 Şubat 2020 Pazar

At

Doğu ve batı kültürleri arasındaki benzerlik şaşırtıcıdır. Özellikle Anadolu halkları, tarihin en eski çağlarından günümüze doğu ile batı arasında bir köprü görevi gören yurtlarında bu iki kültürü, doğu ve batı uygarlığını harmanlamışlar, birleştirmişler. Bu şekilde eşsiz bir mozaik ortaya çıkmıştır.
Bu zenginlik, doğudan batıya, yaşamla ilgili pek çok şey üzerinde etkili olmuştur.
Örneğin gezici - toplayıcı bir yaşam sürdüren Türklerde at bir aile ferdi kadar değerlidir.
Özellikle Asya toplumlarında çok özel bir yere sahip olan at, toplumun ve insanların itibarının simgesidir.
Anadolu'nun en eski uygarlıklarında da, özellikle savaşçı topluluklarda vazgeçilmez yerini almıştır.
At kültürünün tek tek örneklerini vermek yerine şaşırtıcı benzerliklere dikkat çekmek isterim.
Türk kültüründe sudan gelen at motifi çok yaygındır.
Hazar denizinden gelen boz at motifi, o coğrafyalarda, bazı söylencelerde yer alır.
Köroğlu’nun atı da sudan gelen bir aygırın soyundandır.
Yunan Mitolojisi’nde denizlerin tanrısı Poseidon, elindeki üç çatallı yaba benzeri asasını, denizin dibinde yere vurduğunda yarılan topraktan şahlanarak ve kişneyerek bir at çıkar.
Truva Savaşının ve Truva Devletinin sonunu getiren tahta at da bir bakıma denizden gelmiştir. Ege Denizini geçerek Troya’yı kuşatan Akhalar zaferi bu tahta atla kazanmışlardı.
Bir başka denizden gelen at söylencesi Kuzey Avrupa halklarında görülür.
Bir de çölden gelen at motifi vardır. Sudan gelen at söylencesinin süreğeni gibidir.
Eski Yunan mitolojisinde uçan at, boynuzlu at motiflerini anımsayacaksınız.
Uçan at Pegasus adını alırken, tek boynuzlu ata da Latince bir ad verilmiş; Unicorn…
Asya toplumlarındaki söylencelerde, özel atlarla ilgili daha fazla zenginlik görülür.
Örneğin tek boynuzlu atın adı oralarda “Kilin”dir.
Uçan ata “Tulpar” derler.
Kanatlı ata “Yılmaya”, konuşan ata “Ciren” (Kayçı Ceren ve Kamçı Ceren gibi), uçabilen ikiz atlara da “Burşun” (Ak Burşun ve Kök Burşun) denirdi.
Kırgız Türklerinin ünlü destanı Manas Destanı'nda Manas’ın atının adı “Akkula”dır. Manas savaşta öldüğünde Manas'ın mezarının başında yemeden içmeden 40 yıl nöbet tutmuştur.
Hititlerde, Moğollarda ve Hintlilerde at tanrısal bir yaratıktır ve gökten inmiştir.

Mesleğimle ilgili olduğu için Türk ve dünya destanları üzerinde epeyce çalıştım. Öyle ki mitoloji bende tutkulu bir hobi haline geldi. Daha pek çok at söylencesi sayabilirim.
Atlara merakım ise tartışmasız yeryüzündeki en muhteşem hayvan olmasıyla ilgili.
Bayılıyorum atlara, atla ilgili gerçek ya da mitolojik öykülere de.
Dün bu tutkum yüzünden at fotoğraflarına bakarken, denizden çıkan odunlarla yapılan at heykelleri gördüm. Büyülendim. Bu heykellerden bazıları “sudan gelen at” motifliydi.
İşte bu yüzden, oturdum ve bu yazıyı yazdım.

Dip not: Doğusu ve batısıyla yeryüzü uygarlıkları yakın akrabadır. İnsanlar da öyle. Siyahı, beyazı, sarısı, kızılı… Derisi ne renk olursa olsun insanlar… İnancı, düşüncesi, dili ne olursa olsun insanlar…



17 Şubat 2020 Pazartesi

Pembe Göğüslü Ötleğen Kuşu

Daha dün "Hava ayaz. Kovulan sokağa çıkmaz" diyordum; bugün, bahar, minicik bir kuşun sesinde evime girdi.
Mutfakta işim vardı. Camdan içeri vuran güneşin duvardaki dansını görünce balkon kapısını açtım.
Serin havayı derin derin içime çektim. Bir hapşuruk... Bir daha...
Aksırsan da tıksırsan da kapı açık kalacak Feride, dedim.
Dalmışım, birden yakından ama çok yakından bir kuş sesi geldi. Rüyaların içinden gelir gibi; bahar, tanrılardan izin almış da, bu kuşun kanatlarında yeryüzüne inmiş gibi.
Çok güzel cıvıldadı...
Şaşırdım bir an, dondum kaldım desem yeridir. Kalbim duracak neredeyse. Yavaşça döndüm ki ne göreyim; göğsü ve boynu pembemsi tüylerle kaplı, başı renkli bir kuş, kapının ağzındaki sandalyeme tünemiş, bana bakıyor.
Nefes almaya korkuyorum ama yüreğimin atışını duydu ve pırrrr...
Balkon demirine kondu, bir kez daha cıvıldadı ve uçtu gitti.
Bu kuş bana bir şey söylemek için inmişti yeryüzüne... Mesajını verdi gitti... Anlayacağımı sandı ama anlamadım.
Hala anlayabilmiş değilim.
Bildiğim; evime bahar girdi. Yüreğimde de o kuş kanat çırpıyor.

Ah Oğlum Oğlum

Aşağıdaki şarkının bestesi kime ait, öğrenemedim. Ama şarkıyı o berrak pınar gibi sesiyle yorumlayan Yasemin Göksu. Belli ki sözler de onun.
Her dinlediğimde içime kıpır kıpır, neşeden hüzne dolanan duygular akın eder...
Az önce gene dinledim.
Evladından doğan anne metaforu gene şaşırttı beni.
Bir kadının anne olduğunda tamama ermesi, zenginleşmesi, onunla büyümesi, onunla güçlenmesi...
Büyüleyici...
Anne olamadığıma hiç üzülmedim ben. Çocuklarım dünyalar kadardı, bana yettiler.
Ama bir oğulla doğmayı, büyümeyi, zenginleşmeyi ne çok isterdim. (Oğul eski Türkçe'de çocuk anlamındadır.)
***
ben doğayla karındaştım
bahar geldi sana açtım
nefesinle kucaklaştım
ben senden doğdum
senin kardeşin ilkbahar
bu sevda bir ömür gider
gölgen bile bana yeter
ben senden doğdum
ah oğlum oğlum
en masum yanım
hem asi ruhum
ben senden doğdum
ah oğlum oğlum
takatim gücüm
bilinsin buyum
ben senden doğdum
ben doğayla karındaştım
bahar geldi sana açtım
nefesinle kucaklaştım
ben senden doğdum
senin kardeşin ilkbahar
bu sevda bir ömür gider
gölgen bile bana yeter
ben senden doğdum
ah oğlum oğlum
en masum yanım
hem asi ruhum
ben senden doğdum
ah oğlum oğlum
takatim gücüm
bilinsin buyum
ben senden doğdum

13 Şubat 2020 Perşembe

"Batı bizi sevmiyor."

Agatha Christie'nin Doğu Ekspresinde Cinayet adlı romanından uyarlanan 2017 yapımı filmi izledik.
Filmi izlediğimiz sitede, filmle ilgili eleştirilere göz attım önce. Hani, belki yol gösterir bize, düşüncesiyle...
Ne gezer! Tutturmuşlar "Bu batı, bizi sevmiyor. Bizi sevmediklerini belli etmişler. Bizi neden sevmezler, haçlı kafası falan..."
Filmle ilgili yorum yok.
Filmi izledik. Eh işte, izlenebilir bir uyarlama olmuş.
Filmin hiç bir yerinde Türklerin sevilmediğini işaret eden bir sahne yok.
Tren yolculuğu İstanbul'da başlıyor. Enfes İstanbul manzaraları, mis gibi ramazan pideleri, yemeklerimiz görsel bir şölen olarak akıp gitti. Toplam da üç-dört dakikalık sahneler...
Bizi sevmediklerini nereden anladılar, anlamadım.
Biz başkalarının hakkımızda ne düşündüğünü deliler gibi merak eden eden özgüven yoksulu bir toplumuz galiba.
Başımıza ne gelirse gelsin "Batı bizi sevmez." e sığınıyoruz.
İyi de sevilmek neden önemli? Beraber yatağa mı gireceksiniz?
Sosyo - ekonomik, politik, iktisadi, psikolojik çıkarımlar yapmaya gerek yok.
Durum, izlediğini görmeyen, gördüğünü anlamayan, duyduklarını yorumlayamayan, bilimsel eleştiri yapabilme becerisinden yoksun olma durumu...
İnternette film izlemeyi biliyor, klavye kullanmayı da...
Klavyesi olan yazıyor.
Ne kadar zavallı göründüklerini farkına varmadan.
Ama "Batı bizi sevmiyor."

11 Şubat 2020 Salı

Sardunya’ya Ağıt

Sardunya’ya Ağıt
İkindiyin saat beşte
Başgardiyan Rıza başta
Karalar bastı koğuşa
İkindiyin saat beşte
Seyre durduk tantanayı
Tutuklayıp sardunyayı
Attılar dip kapalıya
İkindiyin saat beşte
Yataklık etmiş zaar
Suçu tevatür ve esrar
Elbet bir kızıllığı var
İkindiyin saat beşte
Dirlik düzenlik kurtulur,
Müdür koltuğa kurulur
Çiçek demire vurulur
İkindiyin saat beşte
Canların gözü yaşta,
Aklı idamlık yoldaşta,
Yeşil ölümle dalaşta
Sabahleyin saat beşte
Can Yücel
Halk TV’de Köyün Delisi adlı bir program var.
Bu akşam Ataol Behramoğlu ve Nebil Özgentürk konuktular.
Nebil, bu şiirin öyküsünü anlattı.
Can Yücel hapiste iken eşi Güler Hanım ve çocukları Adana’ya ziyarete geldiklerinde Nebil Özgentürklerde kalırlarmış. Nebil 10-11 yaşlarındaymış.
Can Yücel eşinden çiçek istemiş. Güler Hanım ve Nebil Özgentürk’ün ağabeyi bütün çarşıyı gezip bir saksı sardunya bulmuşlar.
Can Yücel saksıyı pencerenin bir köşesine koymuş. Ancak bir gün bile geçmeden kraldan çok kralcı başgardiyan saksıyı almış ve atmış.
6 Mayıs sabaha karşı Nebil gürültü ve ağıt sesleriyle uyanmış. Ne olduğunu anlamaya çalışmış. Konukları Güler Hanım, annesi, babası hüzün içinde ağlıyorlarmış.
Üç körpe fidanın asıldığı gece.
Bir süre sonra, ne kadar sonra bilinmez, Can Yücel bu iki olayı yukarıdaki şiirde birleştirip anlatmış.
Program Ataol Behramoğlu şiirleriyle bitti.
Ben Can Yücel’in şiir üretme bakımından en verimli yıllarının cezaevi dönemi olduğunu biliyordum ama bu öyküyü ilk kez duydum.
İçim doldu taştı. Gözyaşlarımı savuşturup sizlerle paylaşmak istedim…
(NOT: Fazıl Say bestesini Serenat Bağcan okuduydu.)
ŞİİR, EDEBİYAT, SANAT, KİTAP AŞKINA…

11.02.2016

9 Şubat 2020 Pazar

ZİNDANI TAŞTAN OYARLAR

Olur olmaz her yerde, her ölenin ardından söylenen bir şiir var
"Zindanı Taştan Oyarlar" ...
Bir tek Uğur Mumcu'nun arkasından okunmasını fazla yadırgamadım.
Bir kaç kıt'asını okuyan şiirde yatan acıyı, isyanı, ustaya ve ahde vefayı, bir başkasının acısını aklıyla ve yüreğiyle duyabilmedeki yüceliği anlayamıyor.
Bu şiir Nazım Hikmet için yazılmıştır; başkaları için (kim olurlarsa olsunlar) okunması doğru olmaz.
Bir kaç kıt'a, belki, yitirilen canlar için okuyanların acılarını hafifletecektir ama tamamı olmaz. O Nazım'dır, Nazım içindir.
Üstelik yiğidin yattığı yer mezar değil hapis damıdır. Şiirin tamamını okumamış olanların, mezara gönderme yapmaları, en hafifinden tuhaf bir durumdur.
Kimsenin bu şiirin ruhunu harcamaya hakkı yoktur diye düşünüyorum.
***
ZİNDANI TAŞTAN OYARLAR
Bursa'nın ufak tefek yolları
Ağrıdan sızıdan tutmaz elleri
Tepeden tırnağa şiir gülleri
Yiğidim aslanım aman burda yatıyor.
Bir şubat gecesi tutuldu dilin
Silâha bıçağa varmadı elin
Ne ana ne baba ne kız ne gelin
Yiğidim aslanım aman burda yatıyor.
Ne bir haram yedin ne cana kıydın
Ekmek gibi temiz su gibi aydın
Hiç kimse duymadan hükümler giydin
Döşek diken diken yastık batıyor
Yiğidim aslanım aman burda yatıyor.
Zindanı taştan oyarlar
İçine bir yiğit koyarlar
Sağa döner böğrü taşa gelir
Sola döner çırılçıplak demir
Çeliğin hası da yiğidim aman böyle bilenir
Döşek melul mahzun, yastık batıyor
Yiğidim aslanım aman burda yatıyor.
Bugün efkârlıyım açmasın güller
Yiğidimden kötü haber verirler
Demirden pencere taştan sedirler
Döşek melul mahzun yastık batıyor
Yiğidim şahinim aman burda yatıyor
Mezar arasında harman olur mu?
On üç yıl hapiste derman kalır mı?
Azrail aç susuz canın alır mı?
Döşek melul mahzun yastık batıyor
Yiğidim şahinim aman yerde yatıyor...
Dilinde dilimi bulduğum
Gücüne kurban olduğum
Anam babam gibi övdüğüm
Dayan hey Aslan Ustam
Abenim
Yiğidim dayan.
Dayan hey gözünü sevdiğim
Bugün efkârlıyım açmasın güller
Yiğidimden kötü haber verirler.
Sana kökü dışarda diyenlerin kökleri kurusun
Kurusun murdar ilikleri dilleri çürüsün
Şiirin gökyüzü gibi herkesin.
Sen Kızılırmak kadar bizimsin
En büyük ustası dilimizin
Canımız ciğerimizsin.
Bugün burdaysa şiirin, yarın Çin'dedir
Bütün hışmıyla dilimiz
Kökünden sökülmüş bir çınar gibi
Yüreğimiz içindedir.
Bugün burdaysa şiirin, yarın Çin'dedir
Acısıyla sızısıyla alnının kara yazısıyla
Bir yanı nur içinde tertemiz.
Bir yanı sızım sızım sızlayan memleketimiz içindedir.
Bedri Rahmi EYUBOĞLU

3 Şubat 2020 Pazartesi

Şair Çağının Tanığıdır

Şair, çağının tanığıdır.
Şair taşıyıcıdır; dünü bugüne, günü yarına taşır.
Şair yükünün ağırlığını yüreğinde taşıdığı için acıları ilmek ilmek dokur.
Acılardan umutlar yeşerten can suyudur şair.
Tarih bilimdir, nesnel olmak adına, insanın acısını, toplumların acılarını görmezden gelir. Ama edebiyat insanın yüreğiyle ilgili, toplumun gönlüyle gerçeğini harmanlamakla ilgilidir. Bu nedenle tarih okurken gözlerinizin dolması, burnunuzun direğinin sızlaması, göğsünüzün sıkışması, tepeden tırnağa öfkeye, tepeden tırnağa isyana, kavgaya, tepeden tırnağa sevdaya dönüşmeniz olanaklı değildir.
İşte egemenleri, zalimleri, diktatörleri yıldıran, korkutan, uykularını kaçıran budur.
"Muktedirin" korkusu yürekten akla, akıldan ellerine geçerken "zulüm" olur. İşte bu nedenle, bu korku ölümcüldür.
Zulme karşı duyulan tepkidir egemenin sonunu getiren. Şiirin, sanatın beslendiği kaynak o tepkinin filizlendiği yüreklerdir.
***
1950 seçimleri sonrası... Demokrat Parti ve Menderes'in ülkeyi ABD üssüne çevirdiği, "tam bağımsızlık" ilkesinin, özgürlüklerin tırpanlandığı, bugün yaşadıklarımızın sebebi olan yıllar...
Vedat Türkali anlatıyor.
***
950'DEN NOTLAR
Yüce dağ başları dumanlı dumanlı
Irmaklar yorgun ağır
İnsanlar yapayalnız
Nedir üstümüzdeki bu karanlık bulut
Irgatın akşamlara kadar düşündüğü nedir
Yabancı bandıralar bayraklar emirler
Ne maviliklerde ferahlık ne toprakta güven
yurda ölüm tüccarları kurulmuş
Bu vatan bu millet bu bayrak
Satılmaz diyenden hesap sorulmuş
Yollar fabrikalar tarlalar
Bir hançer altında amansız
Dağ taş haber bekler hürriyetten
Nedir bu toprakların bitmeyen çilesi
Nedir nedir nedir
Bu gün karanlıkta apansız
Bir çığlık yükseldi memleketten
Ben bayraksız hürriyetsiz neylerim dedi
Kınalı keklikler uçtu düz ovalardan tabur tabur
Yabancı bu memlekette işin ne
Yerin altında damar damar madenlerimiz var
Bizi bekler
Götürüp top dökemezsin
Dağlarımız ırmaklarımız bize göredir
Tarlalarımız bize kadar
Ekemezsin
Bizim bu toprak için
Bu topraklarda dökülecek kanlarımız var
Elini kolunu sallayarak bu memlekette
Giremezsin çıkamazsın
Biliriz yağmaya geldin yabancı
Senin bu memlekette işin ne
Biliyorum bir gün karanlıkta
Kesecekler yolumuzu
Ya siz çocuklar
Nasıl anlatmalı sizlere olup bitecekleri
Çocuklar bizim dediğimiz
Yüzümüze utanç duymadan bakmaktır
Mal değil mülk değil istediğimiz
Size namuslu bir dünya bırakmaktır
Vedat TÜRKALİ

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...