28 Eylül 2015 Pazartesi

2010-2011 ÖĞRETİM YILINDA İLK DERS

ŞEHİT NURİ PAMİR LİSESİNDE 2010-2011 EĞİTİM VE ÖĞRETİM YIL AÇILIŞ PROGRAMINDA VERDİĞİM İLK DERSİN METNİNİ TEK BİR SÖZCÜK BİLE DEĞİŞTİRMEDEN AKTARIYORUM.
2015-2016 ÖĞRETİM YILINA SEVGİYLE....
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Değerli Meslektaşlarım, Sevgili Öğrenciler,
2010-2011 Eğitim ve Öğretim yılının ilk dersi için buradayım. Ancak bu konuşma bir ders olmayacak. Olsa olsa bir dertleşme, duyguların paylaşımı diyebiliriz konuşmama.
Buna Milli Eğitim Bakanlığının 2010/53 Sayılı genelgesini okuduğumda karar verdim.
Bu genelgenin giriş bölümünde yer alan “toplumsal hoşgörü” ifadesi yönümü belirledi.
Çünkü bu konunun gençlerimizin geleceği ve ülkemizin yarınları için ne denli önemli olduğunu çok iyi biliyorum.

Yaşadığım bir olayı paylaşacağım sizlerle.

Bayramda Hatay iline gezmeye gittik. Gezilecek yerlerle ilgili bir ön araştırmak yaptık. Antakya Kültür Müdürlüğünün hazırladığı bir tanıtım kılavuzunda görülmesi gerekli yerlerden birinin de Samandağ İlçesinde, Ermenilerin yaşadığı Vakıflı Köyü olduğu söyleniyordu. İlgimizi çekti. Üşenmedik, gittik. Musa Dağının yamaçlarında kurulu küçük, şirin, tertemiz bir köydü. Güler yüzlü, içten, sıcak insanların yaşadığı bir köy… Tarihi bir kilisesi vardı. Kilisenin bahçesinde köye özgü ev ürünlerinin satışını yapan bir bayanla tanıştık. Nasıl yaşadıklarından, çevreyle ilişkilerinden, eğitim sorunlarından söz ettik. Hoş görüden, aynı toprakları vatan bellediğimizden, aynı havayı soluyup aynı toprağın bereketini paylaştığımızdan söz ettik. Dinlerimizin bizi farklı kılmadığını anlattı bize.

İbadete açık bir kilise görmediğimizi, kiliseyi gezmek istediğimizi söyleyince bize kiliseyi gezdirdi. Kiliseye haftada bir kez, pazar günü papaz gelirmiş.Tarihi bir binaydı ama küçüktü.
İçerde sohbete devam ederken, biraz da dağın yamacında, yalıtılmış ve yalnızlık duygusu veren köyün içime boşalttığı hüzünle, o hanıma, barış, hoşgörü, sevgi adına bir mum yakmak istediğimi söyledim. Sevindi. Mumu yaktım. Bunun üzerine bana söylediği cümle şu dakikada bile yüreğimi titretiyor. “Allah kabul etsin.”

Ben, bir Ermeni kilisesinde barış ve hoşgörü adına bir mum yaktım. Ermeni asıllı vatandaşım da bana benim dinimin bir duasıyla karşılık verdi. “Allah kabul etsin.”

İşte bütün mesele bu. Asırlardır öyle kaynaşmıştık ki dualarımız bile birbirine karışmıştı.
Ve o an her şey silindi. Kötülük, düşmanlık, nefret, karanlık düşünceler hepsi bir anda yok oldu. Aramıza ekilen kötülük ve nifak tohumları tutmamıştı. Sevgi, hoşgörü, insanlık her şeye rağmen bir zafer kazanmıştı.

Ön yargısız, hoşgörüyle, barış içinde, sevgiyle birlikte olmak için hala umut vardı.
Kulaklarımda asırlar öncesinden Yunus Emre’nin sesi yankılandı.

“Yaratılanı hoş gör yaradandan ötürü.”

Yunus Emrelerin, Mevlanaların, Hacı Bektaşların ektiği insan sevgisi bu toprağın bereketidir.
Bu topraklar, onlarca uygarlığın harmanlandığı, her birinin diğerine karıştığı eşsiz bir mozaiktir.
Bu mozaiği açıklamak için şöyle bir örnek vermek mümkündür diye düşünüyorum.
Orta Asya’da büyük devletler kuran ulusumuz, İslamiyet’i kabul etti. İslam kültürüyle kendi kültürünü harmanladıktan sonra kuzeye, güneye, doğuya ve batıya yöneldi. Atının terkisine koyduğu heybesinde bu kültür vardı. Bu süreç uzun ve karmaşık bir süreçti. Her konduğu menzilde heybesinden aldığı bu kültürü o topraklara saçıyor, o topraklardan aldıklarını da kendininkiyle karıştırıyordu. En son durak Anadolu oldu.  Anadolu onlarca uygarlığın beşiği olan eşsiz bir coğrafyaydı.
Buraya, Anadolu’ya konduk.
Bu bereketli topraklar üzerine, bu coğrafyaya atımızın terkisinde taşıdığımız ve çoğaltıp zenginleştirdiğimiz o uygarlık kültürünü saçtık.
Birleştiler, karıştılar, barıştılar, çoğaldılar…
Dede Korkut Homeros’la, Şeyh Edebali Hammurabi ile buluştu.
Bunu sağlayan Yunus Emreler oldu:
Kâh, 

“Elif okuduk ötürü

Pazar eyledik götürü                                           

Yaratılanı hoş gör                                   

Yaradandan ötürü” dedi, gönüllere seslendi.

 
Kâh,

“Yunus Emre der hoca

Gerekse bin var hacca

Hepisinden iyice

Bir gönüle girmektir.” Dedi mutluluğun yolunu gösterdi.

 
Bunu sağlayan Mevlanalar oldu:

 Kâh,

“Gel, gel, ne olursan ol yine gel,

İster kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel,

Bizim dergâhımız,

Ümitsizlik dergâhı değildir,

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...”

Sözleri saçıldı yerlere ve göklere…

 
Kâh,

“Cömertlikte yardım etmede akarsu gibi ol

Şefkat ve merhamette güneş gibi ol,

Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol..

Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol,

Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol,

Hoşgörülükte deniz gibi ol,

Ya olduğun gibi görün...

Ya göründüğün gibi ol...”

Sözleriyle çağlar öncesinden çağlar sonrasına seslendi.

 Biz, işte bu mirasın sahibiyiz.
Ve sevgili öğretmen arkadaşlarım, sevgili öğrencilerim,
Buradan, taa yüreğimin derinliklerinden, tüm inancımla söylüyorum ki güzel günler görebilmek için, motorları maviliklere sürebilmek için, önyargısız hoşgörüye, sınırsız sevgiye ihtiyacımız var.
Hepinizi sevgiyle selamlıyorum.
Feride YAŞAR ÖZDEMİR

  

 

24 Eylül 2015 Perşembe

BİR FİLMİN ARDINDAN


           BİR FİLMİN ARDINDAN

“Tanrı, kasırgayı göndermeye karar verdiği zaman kimsenin rengiyle ilgilenmedi.”

The Help – Yardımcı filminden…

Filmi bize kardeşim Namık Kemal Yaşar önermişti.

Bu gece eşimle bu filmi izlemeye karar verdik. Kemal bu adı vermişti ama Türkiye’de Duyguların Rengi adıyla gösterilmiş. İnternette ararken bu nedenle zorlandık. Filmi izleyince anlaşıldı ki asıl adı “Yardımcı”dır.

Eğer izlemeyenler varsa hiç tereddüt etmeden izlemeli. Ben bu kadar geciktiğimiz için üzüldüm. Yaşar da öyle… Hele filmin sonlarına doğru koca adamın bir ağlaması vardı ki…

Bence ABD’de ırkçılığın, ırk ayrımının bu kadar etkili işlendiği çok az film yapılmıştır.

Filmin etkisi biraz da işlenişten kaynaklanıyor.

Öykü çok sağlam ve derinlemesine, bütün duygular en ince ayrıntılarına dek verilerek işlenmiş. Ayrıntılara saplanmadan ayrıntı vermek bence Amerikan filmlerinin başarısı.

Bu film bizde yapılsaydı diye düşündüm bir an…

Öykünün tamamını vermek için, yönetmen en az iki devam filmi yapardı, kesin.

Çünkü o duyguların derinliği öyle ayıla bayıla, yaya yaya anlatılırdı ki en az üç sinema filminin süresine ancak sığdırılırdı.

Ben, gerçek yaşamda, iyinin, haksızlığa uğrayanın, adil olanın, mazlumun sonunda kazanacağı yalanına asla inanmadım. Ama inanmayı çok istedim. Gerçek yaşam her gün bana aksini kanıtlasa da buna inanmak istedim doğrusu.

Benim dışımda olan bitenin de benim sorunum olduğunu düşünmek gibi huyum var. O yüzden çok acı çektim ve çekmekteyim.

Akşam yatağa girdiğimde bu acıların intikamını düş kurarak alıyorum. Düşlerimde hep iyiler, mazlumlar, haksızlığa uğrayanlar kazanır.

İşte bu nedenle arada bir bu tarz kitaplar okumak, filmler izlemek çok hoşuma gider. Yerli dizileri hiç izlemiyorum; çünkü kahramanları gece gündüz soluksuz kötülük yapmaktalar.

Gene aynı nedenle akşam sinema seanslarımızda, sık sık eşime “Hadi kötüleri dövelim.” derim ve hep iyiliğin, güzelliğin kazandığı, kötülüğün zorbalığına zorla karşı koyan, intikam filmleri, adalet dağıtan macera ve polisiyeleri izleriz.

Günlük acılar bu şekilde hafifletilmeye çalışılır işte.

The Help – Yardımcı filmi bu bakımdan da çok hoşuma gitti.

ABD’de insan hakları denilen şeyin ne bedeller ödenerek kazanıldığını biliriz. Çok kan döküldü bu uğurda. Irkçılığın kökü kazınamadı gene de. Bugün bile ırkçı beyaz polislerin zencileri sokak ortasında infaz ettiğini okuyoruz gazetelerden.

Aslında dünyanın her yerinde hala ırkçılık gizli-açık vahşice can almaya devam ediyor.

Suriyeli mültecilere çelme takan faşist kadın gazeteciye birlikte öfkelenmedik mi? Üstelik çoğumuz Suriyeli sığınmacılara kızıyorduk.

Filmde, kısmi de olsa kazanan zencilerdi. Kötü beyazlar fena halde rezil oldular.

Tam da bu noktada filmin inandırıcılığı biraz zayıflıyordu; ama olsun.

Sonunda beklediğim, umduğum, istediğim gibi “Hak yerini buluyor”du.

Filmi izlemek isteyenlere fazla ipucu vermekten korkarım. Öyle olmamıştır umarım.

Bence izleyin.

Kemalciğim, çok teşekkür ederim.

Tam bir sinema şöleni çektik kendimize. Sayende…

“Tanrı, kasırgayı göndermeye karar verdiği zaman kimsenin rengiyle ilgilenmedi.”

 

19 Ağustos 2015 Çarşamba

İnsan Olduğumuzu Anımsamak


İnsan Olduğumuzu Anımsamak

 
Bugün Bor Niğde arasında çalışan otobüslerden biriyle Niğde’ye gittim.

Otobüs başlangıçta kalabalık değildi. Geçtim, oturdum.

Az sonra otobüse kucağında çocuğuyla genç bir kadın bindi. Öndeki koltuklardan birinden bir genç kız fırladı, yer verdi. Çocuklu kadın başörtülü, genç kız dal gibi, çok modern giyimli biriydi. Kulaklığı kulağında kendi halinde, başörtülü- baş açık ayrımını umursamadan müzik dinliyordu.

 Hoşuma gitti.

Birkaç dakika geçti geçmedi, orta yaşlarda iki kadın yolcu bindi. Önlerden bir genç kız hamle yaptı, onu gören iki genç kız daha kalkmak için doğruldular. Kadınlar memnun, yer beğenerek oturdular.

Sonra ben yaşlarda bir hanım, gene genç bir kız fırladı. Aslında üç kişi daha doğrulmuştu ama o genç çoktan kalkmıştı bile. Öğretmen emeklisi olduğunu düşündüğüm hanım bir mahcup, dönüp dönüp teşekkür etmekte.

Toki Konutlarında iki kızıyla gençten bir kadın bindi. Hemen önümdeki genç adam yer verdi, ama kadın tereddüt etti.  Sanki gencin yanındaki ak saçlı adamın yanına oturmak istemiyor gibi. Adam yaşına başına bakmadan fırladı, kızı yaşındaki kadın kızlarından biriyle oturdu.

Gene Toki’de bir genç kız, gene aynı şey… Yaşı on beşi geçmeyen bir çocuk yerini veriyor.

Niğde’ye kadar bu böyle devam etti.

Birileri biniyor, birileri fırlayıp yer veriyor.

Yaşça küçük olan büyük olana yer veriyor. Kocaman adamlar, gencecik adamlar kadınlara yer veriyor.

Oysa çok zaman önce değil, daha kışın böyle değildi.

Kentin yaz nüfusu farklı mıydı, bilmem.

İçimden şu düşünceler geçti:

Ayağa kalksam,
“Bir dakika beni dinler misiniz? Bor’dan bindiğimden beri bir insanlık yarışı gözlemekteyim. Herkes birbirine yer verme yarışında. Siz, sevgili kızım, siz başlattınız. Gözlerinizden öpüyorum. Siz sevgili çocuğum, kendinizden sadece üç beş yaş büyük bir ablanıza yerinizi verdiniz, gözlerinizden öpüyorum. Siz, sevgili kardeşim, her binen kadın yolcu için ayağa fırladınız, gözlerinizden öpüyorum. Siz bayım, kızınız yaşındaki kadına yerinizi verdiniz, alnınızdan öpüyorum.

Hepinizi, hepinizi sevgiyle kucaklıyorum.

Bana öyle bir umut verdiniz ki…

Otobüsün içinde birden patlayan huzur ve saygıyı gözlerimle gördüm.

Hepinizi insanlığınızdan öpüyorum.

Son zamanlarda ülkem ve insanlarım için iyice yitirdiğim umutlarım yerine geldi.”
desem……

Çekindim; bana “Deli mi ne?” derlerse diye korktum.

Oysa bu sözleri söylemeyi öyle istemiştim ki…

                                      19.08.2015, 22.00, Bor

 

 

26 Mayıs 2015 Salı

TALAN

İÇİMİ DÖKÜYORUM.






Bu fotoğraflar Alanya Kalesindeki Süleyman Camiine ait. Aslında Alaaddin Keykubat zamanında yapılmış 1231 yılında. Yani Türklerin Anadolu'da yapmış oldukları ilk camilerden biri. 16. Yüzyılda Kanuni'nin emriyle restore edildiği için Süleyman Camii diye anılıyor.
"Eee, ne olmuş?" diyebilirsiniz. 1000 yıllık camiin minaresine, avlusunda bir köşeye yapılmış (altıncı resim) derme çatma İmam lojmanına baktığınızda anlarsınız ne olduğunu...
Bin yıllık bu eser hala... İbadete açık. Çok iyi dayanmış zamana.
Ancak günümüzdeki sorumsuzluğa dayanamayacağı kesin.
İlk gittiğimizde durum daha da berbattı.
Örneğin imam efendinin televizyon anteni minaredeydi.
Alanya'ya merkezi ezan yayını yapmak için gerekli verici minaredeydi.
Bir de baz istasyonu olduğunu sandığım bir nesne daha vardı. Oysa minarenin az ötesine bir direk dikilir, tepesine o vericiler konabilirdi.
Kale bir tepenin zirvesinde. Alanya tepenin eteklerinde. Anten yere konsa gene olur. Ama hayır, bin yıllık minareye çivilerle, matkaplarla, vidalarla girişeceksin ki tadı çıksın.
Avluda neredeyse 40 metrelik bir hortum yılan gibi salınmış, duruyor. Yerlisi yabancısı, turistler üstünden atlayarak geçmekte.
Avluda bir de sarnıç var. Sarnıç zemin altında... Üstünde İmamın sandığı sepeti vb.
Önce imama sorduk durumu. Minaredeki kıyımı kendince haklı çıkmaya çabalayarak anlattı. Sözüm ona tüm kalede sadece bu minarede verici çalışmış. Ama ben sordukça panikliyordu.
Her açıdan fotoğraf çektim.
Elim nereye ve kime ulaşıyorsa, kaymakam, vali, Turizm Bakanlığı, Anıtlar koruma kurulu, gazeteler, herkese yazdım.
Tam bir yıl kadar sonra bir akrabamdan gidip fotoğraf çekmesini istedim. Onlar da bu gördüğünüz fotoğrafları gönderdiler.
Tek fark baz istasyonu ve imamın anteni sökülmüş, o kadar.
Bizde tarih böyle talan edilir.
İslam öncesi eserlere yönelik bir ilgisizlik olduğunu düşünüyorsanız fena halde yanılıyorsunuz.
İşte en somut örnekler.
Topkapı sarayında, Sultan Selim'in üzerine uzanıp dinlendiği divanı görevlilerden biri evine götürmedi miydi. (Lojman) İlber Hoca'nın bile feleği şaşmadı mıydı?

23 Mayıs 2015 Cumartesi

GENE DİL ÜZERİNE


                  
Çağlar boyunca her ulusun kendi dili, o ulusun tarihi, coğrafyası, inanç sistemleri, kültürel birikimleri, sosyo-ekonomik gelişmesi, ekonomisi, ticareti, savaşlar, göçler vb. koşullara bağlı olarak gelişmiş, değişmiş, büyümüş, zenginleşmiş veya yoksullaşmıştır. Çünkü dil canlı bir varlıktır. Her canlı gibi içinde yaşadığı ortama göre biçimlenir.

“Dil” kavramını o dilde bulunan söz varlığı olarak algılamak gerek. Bir dilin zengin olduğunu söylerken o dilde bulunan söz varlığının zenginliğini, anlatım olanaklarının zenginliğini anlatmış olmaktayız.

Tarih içinde Türkçe en çok Farsça ve Arapça’dan etkilenmiştir.

Farsça, Ali Şir Nevai’nin de belirttiği gibi “Aydınlarımızın, şairlerimizin” Türkçe’yi hor görmeleri, düpedüz söylemek gerekirse, aşağılık duyguları yüzünden sanat dili olarak başat dil olmuştur.

Arapça ise bilim dili olarak kabul görmüştür. Nedeni ise Türklerin İslamiyet’i kabul etmeleridir. Kur’an’ı Türkçeleştirmek yerine Arapça öğrenilmesi zorunlu dil olarak yer bulmuştur kültür hayatımızda.

İşte bu koşullar altında, kimi zaman, tuhaf dil olayları da ortaya çıkmıştır.

İşte bir örnek:

Um- eylemi Türkçe bir eylemdir. (ummak)

Bu eylemden türetilmiş umut sözcüğü dilimizin en güzel sözcüklerinden biridir.

Bu sözcük, Türkçe’den Farsça’ya geçmiştir. Acem dilinin ses özelliklerine uyum sağlayan bu sözcük “ümmîd” biçimine dönüşmüştür.

Farsça’ya duyulan hayranlık yüzünden bu kez biz, “ümmîd” sözcüğünü kullanmaya başlamışız. Ancak aslının “umut”olduğunu aklımıza bile getirmediğimiz için “ümmîd” sözcüğünü Türkçe ses kurallarına uydurarak “ümit” biçimine sokmuşuz.

Bizim güzeller güzeli “umut” sözcüğü olmuş mu size “ümit”?

*******
“Aşçı” sözcüğü “aş pişirmeyi” iş edinen, yemek yapmayı meslek edinen kişilere verilen bir addır. Meslek adıdır.

Türkçe “aş” kökünden “-ci” ekiyle türetilmiştir. Bu ek, sıklıkla, meslek adı türeten bir ektir.

Aşçı yerine “ahçı” diyenlere duyurulur.

“Ah” sözcüğü bir ünlemdir. Bunun sonuna “-ci”  eki getirilip bir meslek adı türetildiğinde anlamı sadece şu olur:

Ah çekmeyi iş edinen, ah çekmeyi meslek edinen kişi…

Böyle saçmalık olmaz.

*******
Küçük bir anımsatma daha:

Dilimize yabancı dillerden giren bazı meslek adlarının sonuna “-ci” eki getirilemez. “Bakkal, kasap” vb.

Yani “bakkalcı, kasapçı” olmaz.

*******
Eğer izin verilirse azıcık bilgiçlik taslamak istiyorum.

Ne kadar çok kitap okursak dilimizi o oranda iyi tanır ve öğreniriz.

Dil bir kültür taşıyıcısıdır. Çağlar öncesinden çağlar sonrasına yazılı ve sözlü bütün edebi ürünleriyle dil kültür taşıyıcılığı yapar.

Bu ürünleri bilmek, okumak ve anlamak doğal döngüyü tamamlamak anlamına gelir. Yani bir yandan dilinizi öğrenirken bir yandan da o dilin genlerinde taşıdığı kültürün-uygarlığın-bilginin sahibi olursunuz.

Not:

Dil adları özel adlardır. Özel adların da baş harfleri büyük yazılır. Aldıkları çekim ekleri kesme imiyle ayrılır.

Yedi sekiz yıl önce, TDK (Neden ve hangi bilimsel gerekçelere dayanarak, bilinmez) bunu değiştirdi. Dil adlarının aldıkları çekim ekleri artık ayrılmayacakmış. “Türkçe’de” değil “Türkçede” yazacakmışız.

TDK’nun görevi, sanırım, dilimizi içinden çıkılmayacak şekilde karıştırarak dili yozlaştırmak. Yeni görev tanımları bu.

Ben bu kurumun artık çoktan bilimselliğini yitirdiğini, arpalığa dönüştüğünü düşünüyorum.

Bu nedenle bu tür uydurmalara uymak zorunda değilim.

Kurumun bu hali bir Kenan Evren mirasıdır.

Yaptıkları alçaklıklardan biri de kurumun özerklikten çıkarılıp başbakanlığa bağlı bir arpalığa dönüştürülmesidir.

Hem de Atatürk’ün mirasıyla…

16 Mayıs 2015 Cumartesi

BU TOPRAKLARIN TARİHSEL TALİHSİZLİĞİ


Antakya'da kent merkezinde Asi Nehrinin hemen kenarında on yıllardır müze olarak kullanılan, ben daha ortaokul öğrencisi iken defalarca ziyaret ettiğim bina boşaltılmış. Yeni müze binasına taşınmış.
Kesin tarihini bilmem ama neredeyse 80 yıldır müze olarak kullanılan bina neden yeterli görülmedi, bilinmez. Dört yıl önce gittiğimde pekala da yeterli bir bina olarak kullanımdaydı.
Sorun bu kadarla kalsa iyi.
Taşınırken o güzelim mozaikler yerlerinden hoyrat ve iş bilmez kişilerce sökülmüş, yeni yerlerine öylece rasgele monte edilmişler. Haberlerde gördüm. Mozaiklerin asıllarıyla ilgisi yoktu. Bir bölümünün ise çalındığı söyleniyor.
Kent merkezinde, kentin göbeğinde nehir manzaralı o bina kime peşkeş çekilecek, merak etmekteyim.
Rant uğruna talan edilen bu müze, Zeugma Antik kenti gün ışığına çıkmadan, dünyanın en önemli ve zengin ikinci mozaik müzesiydi. Birincisi Tunus'taymış.
Zeugma mozaikleri bulunduktan sonra Gaziantep'teki Mozaik müzesi birinci sıraya yerleşti. Antakya üçüncü sıraya kaydı.
O kadar değerli, o kadar zengin bir kültürel miras korkunç ellerde yok edildi.

Arkeolojiye meraklıyımdır. Hem de epeyce fazla. Ne bulursam okurum. Arkeolojik sit alanlarını her fırsatta gezerim. Bir iki kazı çalışmasını da görmüşlüğüm vardır. Zeugma ile ilgili kaynaklara bakarken ilginç bir öyküye rastladım.
Zeugma'dan kaçırılan bir mozaik ABD'de bulunuyor. Kanadalı bir mozaik uzmanı, bunları görüyor ve Zeugma'dan kaçırılan mozaikler olduğunu fark ediyor. Fotoğraflarını çekiyor ve Gaziantep Müze'si yetkililerine gönderiyor. Yapılan incelemede mozaiğin geri kalanı saptanıyor ve eksik parçanın ABD'de olduğu kanıtlanıyor. Kültür Bakanlığına durum bildiriliyor. Kültür Bakanlığı belgeler, fotoğraflar eşliğinde iade işlemi için başvuruyor.
ABD'li yetkililer, "Sizdekini bize verin, uygun biçimde bir araya getirelim, restore edelim. Biz burada bir süre sergiledikten sonra size tümüyle geri verelim." diyorlar. Türkiye kabul etmiyor. Parçalar geliyor. Burada birleştiriliyor. Ama Amerikalılar o denli olağanüstü bir restorasyon yapmışlar ki bizimkilerin yaptıkları onun yanında, tabiri hoş görün, "camızın suya ...... ması" gibi.
Arkeologların iş bulamadığı, arkeoloji bölümlerinin kapandığı ülkemde işi taş hamallarına yaptırırsanız olacağı budur.
(Bkz.http://www.yonsezi.com/zeugma-mozaik-muzesindeki-mozaikler…/ ) (Bkz.http://www.zeugmaweb.com )
İzninizle bir mozaik resmi paylaşacağım. Zeus ile Europa mitinin resmi. Olağanüstü güzel. Zeugma eserlerinden...

6 Mayıs 2015 Çarşamba

O ÇOCUK SÜT GİBİ APAK SU GİBİ BERRAK ÖLDÜ


Sanırım doksanlı yıllardı. Rahmetli anneannem sağ ve sağlıklı o günlerde. Kardeşimle ben mutfakta uğraşıyoruz. Radyoda Edip Akbayram’ın “Aşk olsun sana çocuk, aşk olsun” şarkısı çalıyor. Anneannem dikkatle dinliyor. Derken bana seslendi: “Yavrum bu Edip kime öyle söylüyor?”

“Ne diyor anneanne?” dedim.

“Acıyorsam sana anam avradım olsun, diyor. Kime diyor?”

“Deniz Gezmiş’e diyor anneanne, onun yiğitliğini övüyor.”

“O nasıl övmeymiş kızım, söver gibi. O çocuk süt gibi apak, su gibi berrak öldü. Batsın öyle övme.” dedi benim pamuk kalpli anneannem.

Şiirin-şarkının da onun söylediğine benzer şeyler söylediğini anlattım uzun uzun, olmadı ikna edemedim. O şarkıyı her duyduğunda Edip Akbayram’a kızdı durdu.

Aradan bunca zaman geçti o sözleri asla unutmadım.

“O çocuk süt gibi apak, su gibi berrak öldü.”

O çocuklar süt gibi apak su gibi berrak öldüler.

10 Nisan 2015 Cuma

AÇIK MEKTUP


Sevgili Uğur Dündar,

Yıllardan beri izlediğim, saygı duyduğum bir gazetecisiniz. Neredeyse birlikte büyüdük sizinle.

İçimi acıtan bir durumu sizinle paylaşmasam kendimi çok daha kötü hissedecektim.

Sizin öğrenciniz olduğu için sizi izlediğim ve okuduğum kadar dikkatle izlediğim Yılmaz Özdil'in birden bire akıl tutulmasına uğramasının  bizleri nasıl üzdüğünü yazmalıydım size.

Zeynep Altıok ve Selin Böke hanımlar için kullandığı o yakışıksız, iğrenç ifadeler bizi fazlasıyla rahatsız etti. Eğitim, siyasi mücadele, siyasi geçmiş, kariyer bakımından kendisini ikiye katlayacak bu kadınları bu kadar küçümsemek onun haddi değil.

Her şeyden önce Metin ALTIOK gibi birinin cayır cayır yanmış olması gerçeği bile göz ardı edilmemeli, saygı duyulmalıydı.

"Zeynep Altıok ise, kalbini kırmak istemem ama, Hulki Cevizoğlu’na değil rakip, canlı yayın konuğu bile olamaz."

Bu ne çirkinliktir, ne aşağılayıcı bir ifadedir.

Kime karşı? Hulki Cevizoğlu'na. Hani aday olabilmek için CHP kapılarında dolandıktan sonra bağımsız aday olup boyunun ölçüsünü alan kişiye.

"Ömrünü bu ülkeye adayan Doğu Perinçek mesela, İstanbul 1’inci bölgeden aday oldu. Karşısında CHP’den rakip olarak, ismini hatırlamıyorum, Ataşehir belediye başkanının eşi var."

 Gene bir iğrençlik. Adı hatırlanmayan o kadın ön seçimle geldi birinci sıraya yerleşti. Şimdi adını hatırlamıyorum diyerek aşağılamaya çalıştığı kadın aday yerini AKP işbirlikçisi birine mi bırakmalı?

"Değerli arkadaşım Ümit’in karşısına çıkardıkları Selin Sayek Böke, taksi kullanmadan Bozyaka’dan Tilkilik’e gidebilsin, razıyım. Bindirmişsin Musa Çam’la Tuncay Özkan’ın sırtına, babam da seçilir."

Gene bir kadın aday aşağılaması. Üstelik bu ülkenin en tanınmış ekonomistlerinden birini. Bir hocayı, bir partinin yönetimine gelmiş birini. CHP tabanının her konuşmasını ayakta alkışladığı birini.

Kime karşı... Ümit Zileli gibi şaibeli bir gazeteciye karşı.

Aşağılık kompleksi değilse nedir bu?

Kadın düşmanlığı değilse nedir bu?

"Korgeneral İsmail Hakkı Pekin’in karşısında CHP’den rakip olarak Tekin Bingöl var. Yaşar Okuyan’ın karşısına çıkara çıkara Eren Erdem’i çıkarabildiler. Hangileri ağır basıyor sizce?"

Eren Erdem'in ön seçimle geldiği gerçeğini hazmedemedi anlaşılan. Kimi koyuyor karşısına? Bağıra bağıra konuşmaktan başka bir marifeti olmayan bir bakan eskisini. Eski ülkücü ANAP'lı, kendi kardeşinin bile "Faşist ağabeyimden utanıyorum." dediği girip çıkmadığı parti kalmamış birini.

Biz okuyucular aptal değiliz. Kimse bizim aklımızı küçük görmesin.

AKP karşısında büyük bir atağa kalkan bir partinin saygıdeğer insanlarına bu kadar bel altından vuran densizi de affetmeyiz.

Amaç üzüm yemek mi bağcıyı dövmek mi?

Kısa keseyim de başınızı ağrıtmayayım.

Yılmaz Özdil adaylık teklifi mi almadı, başka beklentileri mi vardı? Kimin koltuk altına girmeye çalışıyor? Bilmiyorum. Ancak artık kendisini havuz medyasındaki sürüngenlerden farksız gördüğümü söylemek isterim.

İnanın sadece ben değil, herkes böyle düşünüyor.

Yazılarını paylaşanların yarıdan fazlası AKP yandaşı.

Bu mektubu bugünkü yazıyı okuduktan sonra genişçe bir aile değerlendirmesinden sonra yazmayı akıl ettim.

Saygılarımla...

Feride YAŞAR ÖZDEMİR

EMEKLİ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ÖĞRETMENİ

9 Nisan 2015 Perşembe

NEREDE DURACAĞINI BİLME SORUNSALI


Bir arkadaşımız, Facebook paylaşımında, HDP'nin PKK'nın uzantısı olduğunu söyleyen yorumcuya "Valla biz o bağlantılarını bilmiyoruz. Siz ne iş yapıyorsanız artık ? demek ki bizleri kandırıyorlar..” yanıtını verdi. (Olduğu gibi kopyaladım)

Bu cümle hem insanları aptal yerine koymak, hem de çok çirkin bir iftira yüklemek amacıyla söylenmiş, belli.

 Şimdi, o arkadaşa diyorum ki (Kadın temsiliyeti üzerinden başlayan bir tartışmada kadına hakaret eden.):

Bir kere aklı olan, gören bir göze sahip olan herkes bu bağlantıyı bilir. Bu, bir.

Bunu böyle dalga geçer ve alay eder bir tarzda söylediğinizde iş iyice çirkinleşir. Bu, iki.

İnsanlarla alay etmeye, onları salak yerine koymaya yetecek bir zekânız olmadığı biliniyor. Bu, üç.

Sizinle uygarca laf yarıştıracağını sanan o yorumcuya söylediğiniz “Siz ne iş yapıyorsanız artık ?” cümlesini ise aynen iade ediyoruz size. Bu, dört.

Herkesi ajanlıkla, polislikle suçlamadan önce, dönüp kendinize bakın. Bu, beş.

Biz geçmişte kimin kimlerle ne pazarlıklar yaptığını, ne yazık ki, yaşayarak öğrendik. Bu, altı.

Kendini solda tanımlayıp, sosyalist olduğunu iddia edenlerin nasıl bir ırkçılık batağında kendi davalarına bile ihanet ettiklerinin de yakın tanığıyız. Bu, yedi.

Aynı platformda bunları yazıyor olsaydım, sizin durumunuza düşüyor olurdum. Yani sizin hakaret ettiğiniz, ajanlıkla suçladığınız kadın arkadaşı gördüğümüz gibi, herkes de kime söz söylediğimi anlardı. Oysa ben sadece siz anlayın istedim. Yani gene de onurunuzu incitmek istemedim.

Böyle herkese açık yazmamın nedeni de kimse insanları bir daha aptal yerine koymasın diyedir. Yani herkes üzerine düşeni alacak. Bu, sekiz.

Söz, doğrudan bize söylenmese de, biz, insanlara yapılan haksızlığı, hakareti sessizce geçiştirmedik asla. İftirayı cezasız bırakmadık, bırakmayız da… Bilen bilir.

Bu, dokuz…

HDP asla bir Türkiye partisi olmadı, olamaz. Kendi dışında kalanların değer yargılarını hiçe sayan, bayrak yakan, bir tek gün başta “Türkiye’de kadın olmak” konusunda kafa yormamış, kadınlara yapılanlarla ilgili olarak sokaklara dökülmemiş, ilk iki gün dışında AKP’ye ayıp olmasın diye Gezi olaylarından uzak durmuş (Sırrı Bey, tomaların üzerine tırmanacak kadar sahiplendiği direnişi nedense ikinci gün terk etti.), ölümler, cinayetler, gelir adaletsizliği, emek sömürüsü, emekliler, işçiler, eğitim, iş kazaları, insanların ötekileştirilmesi, dinsel, mezhepsel ayırımcılık, ülkenin savaş eşiğine getirilmesi, enerji sorunu, doğa katliamı, özelleştirmeler, yolsuzluklar, kanunsuzluklar ve daha yüzlerce ülke sorununa bigâne kalan bir parti Türkiye partisi değildir.

Bu da on…

Biz gene de yolu açık olsun diyelim. Barajı geçmelerini dileyelim.

(Bugün, 09.04.2015 tarihi itibariyle, Davutoğlu, “Barajı geçerlerse, başımızın üstünde yerleri var.” dedi.)

Anlaşıldı mı bilmem.

NOT:
AŞİRET EGEMENLİĞİ

"Hakkari’de AKP eski milletvekili Mustafa Zeydan'ın oğlu Rüstem Zeydan AKP’den, diğer oğlu Abdullah Zeydan HDP'den milletvekili adayı oldu. Bitlis'te de eski Devlet Bakanı Edip Safter Gaydalı AKP’den, ağabeyi Mehmet Celadet Gaydalı ise HDP’den aday gösterildi. Şırnak'ta da Birlik ailesinden iki partide iki aday yer aldı. Rizgin Birlik AKP’den, Leyla Birlik ise HDP’den aday gösterildi."

BU NOT DA YAZIMIZIN KAPAĞI OLSUN.

1 Nisan 2015 Çarşamba

29 Mart 2015 CHP HALLERİ


29 Mart 2015…

Siyasi tarihimiz ve CHP tarihi için bir dönemin sona erdi ve yeni bir dönem başladı.

Çok iyi oldu.

İki önemli olay, yıllardan beri kendimi hiç hissetmediğim kadar iyi hissetmeme neden oldu.

İlki Büyük Gezi direnişi, ikincisi CHP ön seçimlerinden çıkan sonuç.

CHP için değil de, daha çok ülkemin insanları üzerindeki ölü toprağının, ataletin yok olduğunu görmek umutlarımı tazeledi.

Sancılı bir süreç yaşandı. Sonuç olağanüstü oldu.

CHP seçmeni “aptal olmadığını, çok iyi gören gözlere, çok iyi kavrayan bir zekâya, çok sıcak bir yüreğe sahip olduğunu” cümle âleme duyurdu.

Birkaç olumsuz durum dışında (Hala parayla iş yapabileceğini sananların kol geziyor. Hala bunların ağına düşenler olabiliyor, ne yazık ki…) görmezden gelenlerin, iktidar yalakalarının, umutsuzluk tellallarının bile gözlerinin yuvalarından fırlamasına neden olan demokrasi şöleni yaşandı.

CHP lideri düşman çatlatan bir zekâya sahip olduğunu kanıtladı.

Kendisi de ön seçim yarışına girerek başta kendi partisi olmak üzere Türkiye siyasetine unutulmaz bir ders verdi. Muhteşem bir gösteriydi doğrusu. Sonuçları da o denli görkemli oldu.

Parti içinde kendisine her fırsatta saldıranlara, mezhebi, çelebi görünümü, yumuşak üslubu vb. bahanelerle kendisine eleştiri oku yönelten ite kopuğa seçmenin cevap vermesini sağladı. Çok uzun süre ağızlarını açamazlar artık.

Bir hamleyle kendi tabanını harekete geçirdi.

Tam da iktidar partisinin kendi adaylarını İstihbarata incelettiği bir dönemde, bir demokrasi hamlesiyle rakiplerine çalım yaparak öne geçti.

Seçmenin parti ağalarına ders vermesini sağladı. Baykal kendi seçim bölgesinde üçüncü sıraya düştü. Kontenjan nedeniyle seçime ancak dördüncü sıradan girebilecek.

Önder Sav’ın, Süleyman Çelebi’nin (Çelebi’nin vekil olduğunu bilmeseniz mecliste olduğunu bile anlamazdınız.) esamisi bile okunmadı.

Mustafa Sarıgül’ün durumu evlere şenlik. Sen o kadar para dağıt,  türlü biçimlerde rakiplerine el ense çekmeye çalış, seçmen seni onuncu sıraya şutlasın. Trajik…

Ama bir tek o, sadece o yaşadıklarından ders çıkarmaz. Yüzünde manda derisi çekili. Diğerleri gereken dersi aldılar.

Aykut Erdoğdu’yu seçmen korudu. Seçmen nasıl çalıştığını, yolsuzlukların üstüne nasıl korkusuzca yürüdüğünü gördü ve kıvrak zekâsını ve keskin dilini, hepsinden önemlisi kendisinin karşılıksız halka adanmışlığını, dürüstlüğünü ödüllendirdi. Kendisine oynanan oyunlar seçmenden döndü.

Eren Erdem Uğur Dündar’ın söylediğine göre 15.000 liralık bir bütçeyle girmiş seçime. Gördük ki seçmen para dağıtanlara da yüz vermiyor.

Kelle koltukta mücadele edenler, dürüst insanlar, çalışanlar; halkı, vatanı kendi çıkarlarının çok çok üstünde tutanlar seçmenin yüreğinde yer buldu.

Seçmen Özgür Özel’i unutmadı örneğin.

Melda Onur ön sıralarda yer bulamadı. Bazı çevreler duruma müdahil olmaya çalışıyorlar. İmza kampanyası falan. Elbette küçümsemiyoruz. Ancak çok çalışıp o bölgeden Melda Onur’un meclise girmesini sağlamak varken seçmen iradesiyle ön sıralarda yer bulan insanları kaydırıp Onur’u ilk sıraya yerleştirmeye çalışmak ya da hem ön seçime girip hem de kontenjandan yararlanmasını sağlamak saçmalık. O çevreler o imza kampanyası için harcanan mesaiyi 7 Hazirana kadar harcasalar Melda Onur da seçilir.

Özetle başta CHP lideri Sayın Kemal KILIÇDAROĞLU olmak üzere CHP örgütü çok çok büyük övgüleri hak ediyor.

Şu karanlık ve endişeli günlerde içimize temiz bir hava çekmemizi sağladılar. Rahatladık, inancımız tazelendi.

Önemli not 1:

Birkaç söz de seçmene söylemek gerek.

Seçmen akıllı ve sağduyuluydu.

Bir arkadaşım, İstanbul birinci bölgede oy kullandı. Bir aydır ders çalışır gibi ön seçim adayları üzerinde çalıştı. Her birini tek tek inceledi, araştırdı. Çalışmalarını, eğitim durumlarını, aile yapılarına varıncaya kadar inceledi. Haklarında çıkan yazıları okudu. Adeta kılı kırk yardı ve öyle oy kullandı. Bu seçmen kül yutar mı?

 
Not 2:

Bu yazıyı bitirdim ama iki-üç gün blokta yayınlamayı ihmal ettim.

Geldik bugüne. 01.04.2015

Yazıda “…..kendisine eleştiri oku yönelten ite kopuğa seçmenin cevap vermesini sağladı. Çok uzun süre ağızlarını açamazlar artık.” demiştim ya…

Yanılmışım.

İt kopuk her durumda hırlamaktan vazgeçmiyor.

Sabah Gazetesi, Aydınlık, Oda TV, Ulusal Kanal ve Sözcü Gazetesinin bazı yazarları ağız birliği etmiş gibi aynı hezeyanları yumurtluyorlar. Hedef Halk TV…

CHP Halk TV kanalıyla ulusalcıları tasfiye etmiş. Bak bak, yalana bak.

Eskiler ne demiş?

İt ürür kervan yürür.

27 Mart 2015 Cuma

İKİ ŞİİR

BU ŞİİRİ ONUR AKIN'IN SESİYLE TANIDIK.
VEDAT TÜRKALİ ŞİİRİ TEVFİK FİKRET'E İTHAF ETMİŞTİR.
TEVFİK FİKRET SİS ADLI ŞİİRİYLE İSTİBDAT ALTINDAKİ İSTANBUL'U ANLATIR.
ABDÜLHAMİT'İN UZUN SÜRELİ BASKICI YÖNETİMİ ALTINDA, BÜTÜN ÖZGÜRLÜKLERİN, İNSAN HAKLARININ KISITLANMIŞ OLMASININ SEBEBİ İSTANBULDUR ŞİİRDE.
İSTANBUL BİR FAHİŞEYE BENZETİLEREK SİMGESEL BİR ANLATIMLA LANETLENİR.
HER TÜRLÜ ELEŞTİRİNİN KORKUNÇ CEZALARLA CEZALANDIRILDIĞI İSTİBDAT DÖNEMİNDE FİKRET, SİMGELERİN ARKASINDAN İSTANBUL'DAN ÇIKARIR ACISINI.
VEDAT TÜRKALİ'NİN BU ŞİİRİ İLE FİKRET'İN SİS'İ ARASINDAKİ BENZERLİKLER İLGİ ÇEKİCİDİR. HER NE KADAR NEDENLER VE YAKLAŞIMLAR FARKLI OLSA DA.
ANCAK FİKRET'TEKİ UMUTSUZLUK TÜRKALİ'DE BİLİNÇLİ BİR UMUT VE MÜCADELE RUHUNA DÖNÜŞÜYOR.

İSTANBUL
"Sis" şairine ithaf edilmiştir.

Salkım salkım tan yelleri estiğinde
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle
Uzaktan seni düşünürüm İstanbul
Binbir direkli Halicinde akşam
Adalarında bahar
Süleymaniyende güneş
Hey sen güzelsin kavgamızın şehri
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Bakışlarımda akşam karanlığın
Kulaklarımda sesin İstanbul
Ve uzaklardan
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul
Plajlarında karaborsacılar
Yağlı gövdelerini kuma sermiştir.
Kürtajlı genç kızlar cilve yapar karşılarında
Balıkpazarında depoya kaçırılan fasulyanın
Meyvesini birlikte devşirirler
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul
Et tereyağı şeker
Padişahın üç oğludur kenar mahallelerinde
Yumurta masalıyla büyütülür çocukların
Hürriyet yok
Ekmek yok
Hak yok
Kolların ardından bağlandı
Kesildi yolbaşların
Haramilerin gayrısına yaşamak yok
Almış dizginleri eline
Bir avuç vurguncu müteahhit toprak ağası
Onların kemik yalayan dostları
Onların sazı cazı villası doktoru dişçisi
Ve sen esnaf sen söyle sen memur sen entellektüel
Ve sen
Ve sen haktan bahseden Ortaköyün Cibalinin işçisi
Seni öldürürler
Seni sürerler
Buhranlar senin sırtından geçiştirilir
İpek şiltelerin istakozların
ve ahmak selameti için
Hakkında idam hükümleri verilir
Haktan bahseden namuslu insanları
Yağmurlu bir mart akşamı topladılar
Karanlık mahzenlerinde şehrin
Cellatlara gün doğdu
Kardeşlerin acısıyla yanan bir çift gözün vardır
Bir kalem yazın vardır
Dudaklarını yakan bir çift sözün vardır
Söylenmez
Haramiler kesmiş sokak başlarını
Polisin kırbacı celladın ipi spikerin çenesi baskı makinesi
Haramilerin elinde
Ve mahzenlerinde insanlar bekler
Gönüllerinde kavga gönüllerinde zafer
Bebeklerin hasreti içlerinde gömülü
Can yoldaşlar saklıdır mahzenlerinde
Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bulutların ardında damla damla sesler
Gülen çehreleri ve cesaretleriyle
Arkadaşlar çıktı karşıma
Dindi şakalarımın ağrısı
Bir kadın yoldaş tanırdım
Bir kardeş karısı
Hasta ciğerlerini taşıdığı çelimsiz kemikli omuzları
Ve hüzünlü çehresiyle bebelerini seyrederdi
Cellatlara emir verildiği gün haramilerin sarayında
Gebeliğin dokuzuncu ayında
Aç kurtların varoşlara saldırdığı
Tipili bir gece yarısı
Sırtında çok uzak bir köyden indirdi
Otuzbeş kiloluk sırrımızı
Zafer kanlı zafer kıpkırmızı
Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymaniyenle bekle
Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla
Mavi denizlerine yaslanmış
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle
Ve bir kuruşa Yenihayat satan
Tophanenin karanlık sokaklarında
Koyunkoyuna yatan
Kirli çocuklarınla bekle bizi
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanıtını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın
Vedat TÜRKALİ

20 Mart 2015 Cuma

BIT BIT ÇORBASI



                                            BIT BIT ÇORBASI
Geçen gün teyzem telefonda “Bıt bıt çorbası yaptım.” dedi. O anda unuttuğumu sandığım mis gibi tereyağı kokusuyla o eşsiz lezzet ağzıma doluverdi sanki.

“Nereden aklına geldi, bıt bıtlık bulguru nereden buldun?” diye sordum.

“Çiğ köftelik ince bulgur ne güne duruyor?” demez mi?

Öyle ya…

Rahmetli anneanneciğim, çekilen buğdayı evde eleyip ayırırdı. Pilavlık bulgur bir yana, köftelik bir yana. Tarhanalık ve aşurelikler de ayrı bir işlemden geçerdi galiba.


Ama önce kepeği savrulurdu. Kepeğin hemen altında ince, çok ince, bugün kullandığımız köftelik bulgurdan da ince kısmı ayrılır, alınırdı.

İşte, “bıt bıt” oydu.

Sanırım bazı yörelerde ona düğcük deniyor, emin olamıyorum. Çünkü bazı arkadaşlarımın ince bulgura da düğcük dediklerini duydum.
Her neyse…

O bıt bıttan tereyağı ile bir çorba yapardı anneannem.
İşte anneannemin sürekli sabun kokan saçlarının kokusunu da alıp, onu ne denli özlediğimi burnumun direğine vurarak gelen o koku, o çorbanın kokusuydu.

Teyzemden aldım tarifini. Sonra kendimden ekledim birkaç şey. Bugün akşam pişirdim.
Güzel olmuş. Yaşar çok sevdi.
Anneannemin yaptığı gibi değildi ama onun anısını katık yaparak içtik.


Tarif edeyim. Eklediklerimi de anlatarak ama…
MALZEMELER
1-      İki adet tavuk budu (benden)
2-      Bir su bardağı ince çiğ köftelik bulgur
3-      Bir çimdik fesleğen (benden)
4-      Bir çimdik kuru nane (benden)
5-      Yarım çay kaşığı karabiber(benden)
6-      Bir tatlı kaşığı acı pul biber
7-      İyice dolu bir yemek kaşığı tereyağı
8-      Bir silme yemek kaşığı biber salçası
9-      Bir silme yemek kaşığı domates salçası
10-   Yeteri kadar tuz
11-   Limon

YAPILIŞI
1-      Tavuk butlarını bir buçuk litre kadar suda haşlayın. Sonra tavuğu sudan alıp ayrı bir tabakta didikleyin. (Bunu ben ekledim. Besleyici olur diye düşündüm.)

2-      Tencereye tereyağını koyun, erir erimez salça hariç bütün baharatları ekleyin ve şöyle bir çevirin. Salçayı ekleyip iyice karıştırın. Salçanın bir dakika kadar kavrulmasını sağlarsanız iyi olur.

3-      Üstüne tavuk suyunu dökün. Tuzu ekleyin. İyice kaynadıktan sonra bulguru ekleyin. Üç-dört dakika kadar kaynasın.

4-      Didiklediğiniz tavuk etini ekleyin. Üç-dört dakika kadar da onunla kaynasın. Ateşten almadan suyunu kontrol edin. Size az gibi gelirse biraz sıcak su eklersiniz. Bulgur şişeceği için çorbanız koyulaşabilir çünkü.

5-      Servis yapın, bol limon sıkarak için. Limon önemli… AFİYET OLSUN.
NOT:
Malzemeler benim damak zevkime göre yazıldı. Baharatlı acı yemekleri severim. Siz keyfinize göre takılın.
Unutmayın soğuk kış günlerinde, bu çorba hem besleyici hem koruyucu bir yemek olacaktır.

DÜNDEN BUGÜNDEN

  Teyzeminkiyle aynı kumaştan diktirdikleri gökkuşağı renklerindeki yanar döner basma entarimin kirlenmesine aldırmadan, avluda bir köşeye ç...